“Van Gogh: Sonsuzluğun Kapısında”, Vizyona Girdi I Gözde Güven

 “Van Gogh: Sonsuzluğun Kapısında”, Vizyona Girdi I Gözde Güven

[highlight]Julian Schnabel’in yönettiği, Willem Dafoe’nun başrolü üstlendiği Van Gogh: Sonsuzluğun Kapısında (At Eternity’s Gate), bir biyografiden ziyade, sanatçının yaşadığı ruhsal çöküntülere odaklanan bir psikolojik dram. Ancak Vincent van Gogh’u bu noktaya sürükleyen nedenlerden yani geçmişinden pek bahsedilmemesi, seyirciyi karakteri anlamlandırma noktasında zorluyor. Schnabel, ressamı “ilah”laştırarak geçmişin diyetini ödeme rolüne soyunmuş. Sonuç olarak film, bu yalnızlaştırılmış adamın kalbini bize açmak istiyor ama bu iyi niyetli çabada taşlar yerine bir türlü oturmuyor…[/highlight]

37 yıllık kısa hayatı tek göz odada, sefalet içinde geçti. Uçsuz bucaksız tarlalara uzanıp özgür doğayı resmetmesi bundandı. “Dışarı çıkıp kendimi unutmam gerek,” diyordu. Ne kadar hızlı çizerse o kadar iyi hissediyordu. Kontrolden çıkmalıydı. Ona göre resim, tek ve kesin bir hamlede yapılmalıydı ama o günlerde resimden çok heykele benzetilen “dahinin fırça darbesi”ni kimse sevmemiş, anlamamıştı. İnsanların “deli” dedikleri o “acemi ve çirkin” resimlerin yaratıcısı, bugün eserlerine paha biçilemeyen, adına müze kurulan, dünyanın konuştuğu bir dahiden başkası değil…

“Üzgün Yaşlı Adam” elleriyle yüzünü kapatmış, sandalyede iki büklüm oturuyordur. Acı çeken ruhu derin bir kedere gömülmüştür. Vincent van Gogh’un ölmeden 2 ay önce psikolojik tedavi görürken yaptığı bu yağlıboya resmin adına Sonsuzluğun Eşiğinde denildi çünkü onun zihnindeki sonsuzluk, ne gökyüzüyle ne de denizle betimlenebilirdi. Vincent van Gogh’un iç dünyasında “deliliğin eşiğinde canı yanan bir adam”dı sonsuzluk… İşte film, adını ressamın bu ünlü tablosundan alıyor. Sanatçının ömrünün son 5 yılında, yani “sonsuzluğun eşiğinde”yken Fransa’nın güneyindeki Arles’da yaşadığı ruhsal travmalara yakından bakıyor.

Yönetmen Julian Schnabel, Vincent van Gogh’a Willem Dafoe hayat veriyor

Vincent van Gogh’u daha 1 yıl önce sinema perdesinde seyretmiştik. Yönetmenler Dorota Kobiela ve Hugh Welchman, değeri öldükten sonra anlaşılan bir “deli”yi onun en sevdiği dille; resimle anlatmıştı. 65 binden fazla resimden oluşan dünyanın ilk uzun metrajlı animasyon filmi Loving Vincent, yaratım süreci 6 yılı bulan, yüzlerce insanın dokunduğu kolektif bir emeğin ürünüydü. Film, van Gogh’un esrarlı ölümünün izinde ilerleyen bir yolculuk üzerine kuruluydu. 1 yıl sonraysa bu kez ünlü ressamın ruh dünyası bir dramanın odağında. Kelebek ve Dalgıç filminden tanıdığımız Julian Schnabel -kendisi aynı zamanda bir ressam-, filmin yönetmeni. Son yılları akıl hastanelerinde geçen, en çok eserini de o günlerde üreten yaralı ruh Vincent van Gogh’a yeniden hayat veren isimse, usta aktör Willem Dafoe.

“Neden resim yapıyorsun?”
“Düşünmeyi bırakmak için…”

19. yüzyılın ortalarına doğru ortaya çıkan sanat akımı art izlenimciliği benimseyen van Gogh, doğayı ve varlıkları kendi iç dünyasında yorumlayan, o dünyayı da renklere boğan bir sanatçıydı. Fırçayı eline aldığında 28, kurşun yarasıyla öldüğünde 37’sinde olan bu yoksul ve talihsiz adam, sadece 9 yılda 850’den fazla tablo, 1300’e yakın çizim yarattı. Oysa hayattayken sadece 1 tablosunu satabilmişti. Kalbini görünenin ötesine açan “köyün delisi”ni eldeki kısıtlı biyografik bilgilerle anlamak ve anlatmak elbette kolay değil. Zaten senaryonun kurgulanış biçimine bakıldığında bunun bir biyografiden çok, kendi yalnızlığına hapsolmuş bir sanatçının iç dünyasında yaşadığı ruhsal çöküntülere odaklanan bir psikolojik dram filmi olduğunu söylemek mümkün. Ancak Vincent van Gogh’u bu noktaya sürükleyen nedenlerden yani geçmişinden pek bahsedilmemesi, seyirciyi karakteri anlamlandırma noktasında zorluyor. Örneğin ne saplantıya dönüşen karşılıksız aşk öyküsünden ne de babasının ölümüyle yaşadığı yas sürecinden bahsediliyor. Ressamın geçmişine dair kimi ayrıntılar, uzun ikili sohbetlere sakil bir dokunuşla yediriliyor. Hep “o an”da kalmak isteyen yönetmen, filmi izleyen herkesin ressamın gerçek hayat öyküsünü bildiğini varsayarak öyküsünü oluşturmuş izlenimi uyandırıyor.

Yönetmen, ressamı ilahlaştırma yoluna gitmiş

Bunda yönetmenin tutkulu bir Vincent van Gogh hayranı olmasının da payı büyük. Öyle ki, Schnabel yaşarken değeri anlaşılamayan ressamı filmde “ilah”laştırarak geçmişin diyetini ödeme rolüne soyunuyor. Akıl hastanesinde geçen bir sahnede rahiple sohbet eden ressamın dindar kimliğini vurgulayan yönetmen (babası bir papazdı), sanatçıya İncil’den sıkça alıntılar yaptırıyor ve “İsa da hayattayken tanınmıyordu,” cümlesini kurduruyor. Geçmişin değil 21. yüzyılın penceresinden bakarak ressama “Belki de tanrı beni henüz doğmayanlar için ressam yapmıştır,” dedirtiyor. Film süresince birkaç kez alkol sorunundan bahsedilse de içki içip kendinden geçen birisini de görmüyor seyirci. Schnabel, kendine inanan, resimlerinin gücünün farkında olan ve hatta öldükten sonra kıymetleneceğini bilen bir “ilah”, kendini bu dünyaya sürgün gelmiş gibi hisseden bir “hacı” yaratmak istiyor.

İlgiyi canlı tutmakta zorlanıyor

“Bütün ressamlar deli mi?”
“Belki de sadece iyi olanları…”

Filmi görsellik boyutuyla incelediğimizdeyse van Gogh’un renk paletine boyanan özenli kadrajlar görüyoruz. Hareketli, kimi zaman asimetrik takip kamerasıyla sanatçının karmaşık zihninin izinde ilerlerken, onun “an”larına yanı başında tanıklık ediyor, ruhunun derinlerine inmeye çalışıyoruz. Özellikle ressamın en travmatik anlarından sonra görselde yaşanan kesin değişim dikkat çekici. Kamera van Gogh’un gözü oluyor ve onun dış dünyaya olan bakışı bulanıklaştırılıyor ama bu bakışın bir rengi var; koyuya yakın güneş sarısı. Yani sanatçının hiç vazgeçemediği, “mutluluğun rengi” diye tanımladığı van Gogh sarısı… Schnabel’in kadrajı, her ne yaşarsa yaşasın, ressamın yaşama tutkusunu hiç yitirmediğini bu şık anlatım diliyle betimliyor. Bu noktada malum sona doğru ilerlerken sanatçının tartışmalı ölümüyle ilgili ileri sürülen iki teoriden en çok kabul göreni, daha filmin ortalarında reddediliyor. Yönetmen, “İntihar değil cinayet,” diyor.

Aslında Vincent van Gogh’un hayatına ve kişiliğine dair pek çok tartışmalı nokta var: En güçlü kaynak, sanatçının tek sırdaşı, akıl hocası ve hayattaki en büyük destekçisi kardeşi Theo’ya ve yakın arkadaşlarına yazdığı mektuplar. Ancak filmde yönetmenin bu tartışmalı noktalar için bile –tıpkı bahsettiğim sonda olduğu gibi- kesin cevaplar verme çabası var. Mesela Ekim 1888’de Arles’a gidip Sarı Ev’de sanatçının yanına yerleşen ressam Gauguin ile van Gogh’un yaşadığı sert tartışmalara filmde hiç yer verilmiyor. Krize dönüşen bu tartışmalardan birinde ressamın kulağını kestiği yönündeki kesinlik kazanmamış ancak genel kabul gören bilgi de farklı bir öyküyle anlatılıyor. Bunun yanında tansiyonu yükseltecek o dramatik an da filmde canlandırılmıyor. Film süresince temponun bilerek düşük tutulmak istenmesi elbette yönetmenin tercihi ancak sırf van Gogh’un ruhsal gelgitlerine dinginlikle bakmak uğruna seçilmişe benzeyen bu anlatım dili, seyirciyi filmden koparıyor, durağanlığa boğulan hikâyeye ilgi giderek kayboluyor.

Taşlar bir türlü yerine oturmuyor

İlk kez 2008’de ortaya çıkan ve içinde 65 çizimin olduğu Kayıp Arles Çizim Defteri ile ilgili de çelişkili bir anlatım var filmde. Hollandalı ressama atfedilen çalışmaları resmi olarak doğrulama yetkisine sahip tek kurum, van Gogh Müzesi, bu defterin sanatçıya ait olduğu iddialarını defalarca yalanlamıştı. Bu bilgi, müzenin resmi internet adresinde de mevcut. Buna rağmen yönetmen Schnabel, kayıp deftere özel bir parantez açıyor ve yeni bir öykü kurguluyor. Vincent van Gogh’a ait olduğunu öne sürdüğü kayıp çizim defterini ilk kez 2016 yılında bulunmuş gibi sunuyor.

Kimi diyaloglarda van Gogh’a nasıl geçindiği, resimlerinin satılıp satılmadığı, neden resim yaptığı gibi sorular sorulurken senaryoda tekrarlara düşülmesi, sanatçının iç dünyasını sarsan dramatik anlarda zihinde yankılanan diyalog kullanımı, baştan sona Fransa kırsalında geçen filmde Fransız karakterlere bile İngilizce konuşturulması rahatsız edici diğer unsurlar. 37 yaşındaki bir ressamı, 63 yaşındaki bir aktörün canlandırması da ayrı bir tartışma konusu. Buna rağmen etkileyici bir performans sunan Dafoe’nun Venedik Film Festivali’nde En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü kazandığını, ayrıca Oscar’a aday gösterildiğini de hatırlatmadan geçmemek gerek.

Sonuç olarak; Van Gogh: Sonsuzluğun Kapısında, tabloların içinde yaşayan, “kötülüğün masum yüzü” çocukların bile aşağıladığı bu yalnızlaştırılmış adamın kalbini bize açmak istiyor ama bu iyi niyetli çabada taşlar yerine bir türlü oturmuyor. Gri olan her şeyden kaçmaya çabalayan van Gogh Sarısı’na gömülü bir ruh, tıpkı rahibin beğenmediği bir resmi –kimse o “çirkinliğe” bakmak zorunda kalmasın diye- ters çevirmesi gibi bir köşede yalnız bırakılıyor. Tıpkı yaşarken olduğu gibi…

Editör

Aralık 2016'da yayın hayatına başladı. Spinoff'u, prequel'i, sequel'i, remake'i, eşi benzeri muadili olmayan, Türkiye'nin tek DİZİ KÜLTÜRÜ dergisi ve web platformu...

Related post

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir