Farah Zeynep Abdullah: “Dizilerin Etkisi Sandığımızdan Büyük”
[highlight]Dizi kültürü dergisi Episode Dergi’nin ilk sayısında yayımlanan Farah Zeynep Abdullah röportajının tam metnini okuyorsunuz.[/highlight]
[blockquote size=”fourth” align=”left” byline=””]Röportaj: Heja Bozyel[/blockquote]Bir derginin ilk sayısının hazırlanması -klişe olsa da- çocuk doğurmak gibidir. Biri elinizden tutar, diğeri bebeğin başını. Episode doğarken bizim elimizi tutan kişi Farah Zeynep Abdullah oldu. İşine saygısı ile, “Bu dergi tam da işimi konuşabileceğim dergi,” dedi. İşe inanan ve gerçek anlamda profesyonel bir oyuncu yanımızda olunca heyecanımız doruğa çıktı.
Ama size anlatacağım hikâye başka. Biri anlatsa, “Hadi canım!” derdim. Yaklaşık 6 saat süren çekimden sonra yemek ve röportaj için yola çıktığımızda gideceğimiz otel, navigasyona göre 9 dakika uzaktaydı. Ancak 45 dakika sonra, Balat’ta bir işkembecideydik! Çünkü Farah, “İşkembe içsek, üstüne de kokoreç mi yesek?” dediğinde önce kısa bir sessizlik yaşadık sonra, “Hadi!” dedik. Evet, okuyacağınız satırlar işkembecide başladı, nargilecide devam etti.
Muhteşem Yüzyıl Kösem’deki dövüş sahnelerine nasıl hazırlandın?
Yaz başından beri dövüş sahnelerine hazırlanıyorum, dersler aldım. Farya’nın kılıcı olarak birçok kılıç deneyip iki elle kullanılan katanayı seçtik. Katana ile kendimi çok iyi hissettim. Farya’nın katanalı sahneleriyle ilgili okuduğum yorumlarda, bir kadın kılıç kullanarak 7-8 kişiyi nasıl öldürür gibi şeyler vardı. Öncelikle o sahnelerde Farya’nın kendisini savunduğunu söylemeliyim. Dövüş ve savunma eğitimi almış bir karakter Farya. Dolayısıyla uzun süre böyle bir eğitim almış biri, kadın ya da erkek fark etmez, bedenine ve silahına fazlasıyla hâkim olacağından, evet, 7-8 kişiyle aynı anda dövüşebilir ve hepsinden kendini kurtarabilir.
Peki, sana nasıl hissettirdi dövüşebilen bir kadını oynamak?
Çok iyi hissettirdi. Hem fit olmak hem de koordinasyon açısından işime yaradı. Eğitmenim Mehmet Ali Alakuş, bu konuda yetenekli olduğumu ve siyah kuşağa kadar ilerlemem gerektiğini söyledi. Kişisel olarak da özellikle bu ülkede kadınların kendilerini savunacak kadar bilgilerinin olmasının gerektiğini düşünüyorum. Muhteşem Yüzyıl Kösem’e gelirsek, tarihte yaşanmış olayların ve gerçek karakterlerin üzerine kurgusal olaylar ve karakterler yaratılarak inşa edilen bir proje.
Yanlış, kötü yorumlar motivasyonunu etkiliyor mu?
İyi yorumlar da kötü yorumlar da motivasyonumu etkilemiyor. Motivasyon kaynağım yorumlar olmadı hiçbir zaman. Öte yandan, düşünmeden yapılan yorumlar beni durum adına üzüyor, sorgulamaya itiyor. Kimse televizyonda silah gösterip kan göstermemeyi sorgulamıyor. Sigara, alkol gösteremiyoruz ama silah gösterebiliyoruz. Kemal Sunal’ın “eşşoğlueşşek”i bile bipleniyor ama tecavüz, taciz, kadınlara uygulanan her türlü duygusal ve fiziksel şiddet ekranda gösterilebiliyor. Eğer bu yasakların amacı özendirmemek ise olayın bütün çirkinliğinin tam tersine, caydıralım derken elinde tabancasıyla karizmatik pozlar veren insanlara başka türlü bir özendirme hali içine giriliyor. Eğitimli toplumlarda, dizilerin kimseye kötü örnek olacağını düşünmüyorum. Diziler bir eğitim aracı değildir, olmamalıdır. Belli bir saatten sonra, çocukların zaten uyumuş olması gereken zamanda, televizyonun bu konularda daha özgür olması gerektiğine inanıyorum.
Eski bir röportajında, “Bir daha dizide oynamayı düşünmüyorum,” demişsin. Fikrin nasıl değişti?
Düşünmüyordum. Üstten söylenen bir cümleymiş gibi görünmekle birlikte bunu, dizileri küçümsediğim için söylemedim. İnsanın her şeyden önce kendi işine saygı duyması gerektiğine inanıyorum. Genel bir sorgulama dönemine girmiştim. O dönemde New York’ta B&H’te telefonda bir arkadaşımla lensler hakkında konuşuyordum, konuştuklarımı duyup gelen bir Türk çalışan bana çok yardımcı oldu hatta telefonda konuştuğum kişi ortak tanıdığımız çıktı. “Biz sizi izleyerek vatan hasretini gideriyoruz,” derken ağlamaya başladı. İnsanın etkilenmemesi mümkün değil böyle bir tepki karşısında. Mesela çoğu senarist, yetişkin bir erkeğe bu ağlama sahnesini yazmaz, inandırıcı bulmaz. Yer aldığım diziler sonrasında değişik milletlerden, ülkelerden çok fazla geri dönüş oldu. Dizilerin etkisi sandığımızdan çok daha büyük. Muhteşem Yüzyıl Kösem’e gelince, Tims ayrı bir güven duygusu verdi bana; çalışma koşullarının, saatlerinin ne kadar düzenli olduğunu duymuştum. Ama beni asıl etkileyen şey Farya’nın ta kendisiydi. Metin Akdülger birlikte oynamak istediğim oyuncuların başında geliyordu, Nurgül Yeşilçay zaten herkesin oyunculuğu ve duruşuyla hayran olduğu bir kadın… Çağatay Tosun’u ayrıca takip ediyordum, kendisiyle ve ekibiyle tanışınca da kesinlikle bu ekipte olmalıyım diye hissettim.
Seni daha önceden dizilerden soğutan sebepler neydi?
Çok yorulmuştum. Set şartları, çalışma saatleri için hazır hissetmiyordum kendimi.
Sinema filmlerinde aylarca uğraşıp çektiğimiz kadar süreyi 1 haftaya sığdırma telaşı, az zamanda çok iş yapma zorunluluğu bana bir daha böyle bir tempo içine girmek istemediğimi düşündürtmüştü.
Ayrıca özellikle kadınlara biçilen roller beni bir oyuncudan öte, bir izleyici olarak cezbetmiyordu.
Nedir kadınlara yazılan rollerde seni rahatsız eden?
Doğaya bakınca erkek hep en süslü, en gösterişli olandır çünkü dişi tarafından seçilmeye uğraşırlar. Dizilerde, televizyon programlarında ise genellikle tam tersi oluyor. Senaryoları okurken, içgüdüsel olarak hikâyenin bütününe ve karakterlere ilk önce kadın açısından bakıyorum. Kadınların senaryolarda konumlandırılmalarına bakıyorum, yazılmış olan kadın rolleri çoğunlukla edilgen birer karakter olarak kalıyor. Daha öteye gidip boyutlu ve etken karakterler olamıyor. Kadınların sadece ağlayarak duygularını gösterebildiklerinde ısrar ediyor çoğu senarist ve yönetmen. Mesela ben üzüldüğümde durabilirim, gülebilirim, sinirlenebilirim ya da mutlu olunca da sevinçten ağlamayabilirim, çoğu zaman mutluluğu bile ağlayarak yaşattırıyorlar karakterlere. Genel bir boyutsuzluk sözkonusu sanırım; hâlâ kadın rolleri, erkek rolleri diye bir konu olması bile can sıkıcı.
Sen yazmayı düşünmedin mi?
Yazıyorum. Bunu iki sene sonra mı, on sene sonra mı yaparım bilmiyorum ama yazıyorum ve çekeceğim.
Peki, sence bu sadece televizyonda gördüğümüz mü yoksa televizyon zaten var olanın yansıması mı?
Ben bu fikirlerimi söylerken bir arkadaşım, “Etrafına bir bak, televizyonun aynısı,” dedi. Bu bir paradoks haline geldi; televizyon mu insanları yönlendiriyor, insanlar mı televizyonu? 4 kadının 1 erkeğe yemek yaparak kendilerini beğendirmeye çalıştıkları, kayınvalidelerin de gelin adayı genç kızları değerlendirdiği programlar var. Kadınlar bunun kendilerine yapılmasına izin veriyorlar, sonra vakti gelince onlar da diğerlerine öyle yapacak ve bu böyle devam edecek. Aynı zamanda evlatlarını da bu düşünce biçimiyle yetiştiriyorlar, erkek seçer ve her dediğinde haklıdır zihniyeti böylelikle her yere yayılıyor. Dolayısıyla bilemiyorum, televizyon var olanın yansıması mı… Tek diyebileceğim ve umduğum kızlarımız okusun, çalışsın, kimseye ihtiyaç duymadan tek başlarına ayakta durabilme güçleri olsun. Benim ailemden öğrendiğim de bu.
Kadınların en çok baskı altında olduğu Ortadoğu ülkelerinde Türk dizilerinin bu kadar çok sevilmesi de kadının olduğundan daha güçsüz görünüyor olması mı acaba?
Ben bizim dizilerimizin, kadını olduğundan daha güçsüz gösterdiğini söylemiyorum. Dünyanın dört bir yanında Türk dizileri izlenirken, etkisi bu kadar güçlüyken dizilerde yer alan kadın rollerinin çok daha boyutlu olması gerektiğini savunuyorum. Bunu söylerken başka coğrafyalarda yaşayan birçok kadına da Türk dizilerinin cesaret verdiğini biliyorum. Ortadoğu’da bizim dizileri izleyerek araba kullanmaya başlayan, dizilerden aldıkları cesaretle eziyet gördükleri eşlerinden boşanabilen kadınların olduğunu biliyorum. Şahit olmadığımız için farkında değiliz bu hikâyelerin. Ortadoğu’da dizilerimizin çok sevilmesinin nedenlerinden biri, dizilerimizdeki kadınların o kültürdeki kadın yaşantısından daha özgür olması olabilir.
Senin jenerasyonundaki oyuncularda sektörle ilgili aynı şikâyetler var mı?
Dizi süreleri uzun, dolayısıyla set saatleri de. Bunu bilerek kabul ediyorsun bir dizide yer almayı. Düzelmesini tabii ki isterim ama bunun sadece şikâyet ederek düzeleceğine inanmıyorum. Benim jenerasyonumu izleyici olarak da çok seviyorum, çok şeyin bizim jenerasyonla değişeceğine inanıyorum. Birbirimize saygımızı, birbirimizi takdirimizi, kıyaslama yapmayıp birbirimize destek olmaya çalışmamızı çok değerli buluyorum.
Filmlerin başarıları gişeyle değerlendiriliyor, dizilerinki reytingle. Sen işin başarılı olup olmadığını nasıl anlıyorsun?
Gişe ya da reytingler elbette bir referans olabilir fakat asıl bakışlardan, yaklaşımlardan anlıyorum galiba. Filmi izlerken insanların yüz ifadeleri, sokakta bakışları… Annemle babam da çok objektif olabiliyorlar. Rakamlar net iyiyi veya net kötüyü belirlemiyor bence. Bir şeyi iyi yaptıysanız, neticesini yıllar içerisinde de görebiliyorsunuz. Özellikle sinema filmlerinde vizyon aşamasında o kadar çok sıkıntı yaşanıyor ki; dağıtımcı sorunları, salon bulamamak… Çok iyi gişe elde etmiş filmleri izleyip nasıl bu film bu kadar çok izleniyor ya da reytingi çok yüksek olan bir diziyi izleyip bu dizi nasıl çok izleniyor diyebiliyorum ya da tam tersi, bu nasıl izlenmez dediğim de çok oluyor. Her şey eleştirilebilir, hatta yapılan objektif eleştiriler hem izleyene hem yaratıcı tarafa çok şey katar; önemli olan, tüm bunları konuşurken konunun çok göreceli olduğunu unutmayıp farklı görüşlere saygı duymak.
Rollerine hazırlanırken gözlem yapıyor musun, o senaryonun geçtiği tarz yerlere gidiyor musun?
Oyuncular gözlem yapar, oyuncu dediğin her rolü oynar gibi ezber cümlelere karşıyım. Her rol, her senaryo başka bir çalışma gerektirebilir. Ben genelde senaryoyu okuyup, kayıttan önceki haftaya kadar elime almıyorum. Bu bana iyi geliyor, bilmiyorum, belki kuluçkaya yatıyor beynim, olgunlaşıyor fikirler. Onun dışında daha çok tek başıma gezerken hayatla haşır neşir oluyorum, yeni insanlarla tanışıyorum, fırsat oldukça üniversite öğrencileriyle buluşuyorum. Alışılmış oyunculuk yöntemleri ve bu yöntemlerin kulaktan kulağa yanlış yayılmaları, oyunculuk alanımızı kısıtlıyor gibi hissediyorum.
“İlk İşimi 9-10 Yaşındayken Yaptım”
Set çalışanlarının şikâyetleriyle ilgili ne düşünüyorsun?
Öncelikle set çalışanlarının hakları, şefleri tarafından talep edilmeli ve korunmalı. Bunu her sette söylüyorum. Önce kendileri, sonra şefleri onları koruyacak. Çalışma saatlerinin uzunluğunun hesabını şeflerine soracaklar. Ekibini kendinden daha fazla koruyup kollayan şefler de tanıyorum, yapılamayacak bir şeyden bahsetmiyorum yani. Ekibinin yemek ve uykusuna önem vermeli iyi bir şef; önce iş güvenliği değil, can güvenliği demeli. İşinde kendine güvenen insan sayısı çok az, dolayısıyla hemen yerim doldurulur diye düşünüp seslerini çıkarmıyorlar. İyilerin alternatifi çok yok ve bunun farkında olsalar, kendilerine güvenseler belki kendi şartları da çalıştıkları setin şartları da düzelecek.
Üniversiteden önce garsonluk ve barmaidlik yapmışsın. Çalışmanın her alanında emeğin değerini bu kadar iyi bilmende bu deneyiminin de etkisi var mı acaba?
Kesinlikle etkisi var. Önce ilk çalışma deneyimimi anlatayım: Ortaokuldayken yan binadaki jingle şirketi, müzik öğretmenimize jingle seslendirmek için birini sormuş, o da beni söylemiş ve böylelikle ben bir süt reklamı jingle’ı seslendirdim. İlk işim ve ilk kazandığım paraydı, 200 TL kazanmıştım, çok sevinmiştim. Sonrasında lisedeyken bir pubda ve bir giysi mağazasında çalıştım. Üniversitedeki yerim kesinleştikten sonra ise bir yıl izin aldım üniversiteden, çalışmak ve para biriktirmek için. Sabahları İtalyan restoranında garsonluk, akşam bir gece kulübünde barmaidlik yaptım. En zevklisi İtalyan restoranıydı. Çok güzel yemekler yiyordum, çalan müziğe de ben karar veriyordum. İş arkadaşlığını, işini severek, isteyerek yapmanın neticelerini ilk o yaşlarda deneyimledim. Çok güzel günlerdi. Bence küçükken çalışmaya başlamanın çok faydası var. Hakkınla, zamanını vererek, emeğinle kazandığın para, küçük miktar da olsa o kadar güzel bir his veriyor ki… Farklı farklı insanlar tanıyorsun. İlerleyen yaşlarında deneyim olarak alıyor insan, küçükken çalışmasının meyvelerini.
“Yılmaz Erdoğan’ı yavru ördekler gibi takip ettik”
Ekşi Elmalar’da şiveyle ilgili sorun yaşadın mı?
Herkes Hakkariliydi zaten ve çok yardımcı oldular. Yılmaz Erdoğan’ı yavru ördekler gibi takip ettik. O nereye götürdüyse oraya gittik. Ekşi Elmalar benim için eşsiz bir deneyimdi. Yılmaz Erdoğan’a zaten hayranım, onunla çalışmak hakikaten çok gurur verici.
Yılmaz Erdoğan’ın çok konuda titiz olduğunu biliyoruz ama kamera arkası görüntülerinde paylaşılan, kızların suda olduğu sahnelerdi. Hâlâ, “seks satar” mantığıyla mı gidiyoruz?
Paylaşılan tanıtım amaçlı görüntüler, seksi olmaktan ziyade üç kız kardeşin hayatlarında ilk defa gördükleri şampuanla Hakkari’nin harika doğasında, gözlerden ırak, komik, tatlı anlarının görüntüleri. Filmimizden alakasız, genel olarak “seks satar” mantığıyla ilgili kendi gözlemim; sanki kimse seks yapmıyormuşçasına, hatta doğamıza aykırıymışçasına ayıp ve yasak gösterilen seksin yerine aslında altmetni yine seks olan “güzellik satar” mantığının kabul gördüğü.
Hollywood’da kadınlar ayrımcılıktan şikâyetçi. Yeterli kadın yönetmen olmadığı, kadının hâlâ seks objesi olduğu söyleniyor röportajlarda. Türk oyuncular hiçbir röportajlarında bu konuda konuşmuyorlar. Kimse bundan rahatsız değil mi gerçekten?
Seks objesi olarak görünmeyi tercih eden, bundan kazanç sağlayan kadınlar her yerde var, Hollywood’da da Bollywood’da da. Eğer kadın oyunculara biçilen rollerle ilgili seks objesi olma durumunu soruyorsanız, Hollywood için buna katılmadığımı söyleyebilirim. Özellikle son zamanlarda izlediğimiz kadın rolleri sadece seks çağrıştıran kadından uzak, ayağı yere basan kadın rolleri. Türkiye açısından ise zaten bir seks objesi rolü durumu olduğunu düşünmüyorum; daha çok evimizin kızı imajı ve tatlı kız, gelin olacak kız tiplemelerimiz var. Kadın yönetmenler konusundaysa yönetmen derken önüne kadın koymak zorundaymışız gibi geliyor çünkü maalesef yönetmen deyince çoğunlukla erkek algılanıyor. Ama ben kadın yönetmen demenin başlı başına ayrımcılık yapmak olduğunu düşünüyorum, nasıl ki kadın marangoz, kadın mimar denmiyorsa bir yönetmenin kadın olduğunun altı çizilmesi gerekir mi? İnsan, kendini bir mesleğe adarsa elbette layığını bulur sonunda, kadını da erkeği de. Hollywood’da da burada da kadın oyuncuların erkek oyunculardan daha az kazandığı başka bir gerçek, fakat bu konuda da kimse konuşmuyor. Oyuncularımız, genel olarak röportajlarında herhangi bir konu hakkında rahatsızlıklarını belli eden cümleler kurmuyor, öyle sorular da karşılarına pek çıkmıyor sanırım. Bir de doğal olarak ülkenin genel durumu, çoğu zaman kişisel veya sektörel sözlerin hep önüne geçiyor…
Hâlâ anneannenle mi yaşıyorsun?
Saadet’im, yılın yarısında İngiltere’de, yarısında benimle. Burada olduğu zaman yaptığı yemekleri sefertasıyla sete götürüyorum, en güzel yemekleri ben yemiş oluyorum. Çok şanslıyım, hayatımda olduğu için.
SÜRPRİZ PROJE
Müzikle ilgili bir şeyler yapacak mısın?
Daha önce bu soruya kararlı cevap veremezdim fakat İlber Ortaylı’nın, bir konuşmasında, “Para kazanabilirsin, hayatta düşündüğün her şeyi kazanabilirsin, fakat zaman tek kazanılamayacak şeydir,” cümlesi beni çok etkiledi, çok düşündürdü. Daha fazla beklemeye gerek yok, 11 yaşından beri beste yapıyorum, müziği çok seviyorum. Şimdi sevdiğim şarkıların coverlarını yapmakla başlayacağım, sonra kendi şarkılarıma geçeceğim. Aklımda projeler var. Kime ulaşabiliyorsa ulaşsın, benden bir şeyler kalsın geriye. Müzik bambaşka, daha özgür olduğum bir yer. O yüzden müziği artık bekletmek istemiyorum.
Çocukların için videolar çekiyormuşsun…
Çekiyorum. En kötü günümde de en mutlu günümde de. Bazen aradan aylar geçiyor ama yine devam ediyorum. Onlar doğup büyüyene kadar epey birikmiş olur. Müstakbel eşim için de çekiyorum, kendim için de. Çocuklarıma, “Her şeyden önce kendiniz olun, anneniz size istediğini söylesin, bakın işte o da buydu bir zamanlar,” diyorum, bunun beni de gençliğimle bir yapacağını düşünüyorum çünkü insanlar unutuyorlar bir zamanlar genç olduklarını. Zamanın ne kadar çabuk geçtiğini hem onlara hem de kendime hatırlatıyorum.
Galiba ailenden öğrendiklerin de bunlar…
Evet, annemle babam benim hayatıma hep saygı duydular, beni özgür bıraktılar.
Hem anne-babanın hem anneannenle büyükbabanın tanışma hikâyeleri romantik komedi filmi gibiymiş. Bunlar, aşka bakışını çok romantikleştirdi mi?
Dedem Erzincanlı, 39 depreminden sonra İstanbul’a göç etmiş bir aileden, anneannemler ise Yugoslav göçmeni. İkisi de İstanbul’da Sosyal Sigortalar’da çalışırken bakışmalarla başlamış her şey. Bir şirket gezisinde dedem, anneannem denizde boğulmak üzereyken onu kurtarmış ve sonuç dedemin vefatına kadar 46 senelik müthiş bir evlilik olmuş. Annemle babamın hikâyesi ise annemin 17 yaşında, babasının arabasını kaçırdığı gün trafik kazası yapmasıyla başlamış. Ailesine nasıl söyleyeceğini düşünürken çarptığı otomobilin sahibi, şirketlerinde çalışıp borcunu ödemesini teklif etmiş. Annem okulu bitirdikten sonra çalışacağına söz vermiş ve çalışmaya başladığında babamla tanışmış. İşte kader, annemi ve babamı böyle bir araya getirmiş ve 35 senedir hâlâ büyük bir aşkla birlikteler. Soruna gelirsek; hayır, daha romantikleştirmedi beni. Ama bazen hayatın romantizmini işime fazla odaklanmaktan dolayı kaçırıyor gibi de hissediyorum. 27 yaşındayım ve bir çocuğum olsun isterdim aslında. Hayat koşuşturması içinde doğamızı erteliyoruz. Çok geciktirmeden genç bir anne olup aile kurmak istiyorum.
Hayatındaki en sert eleştirmen kim?
Annemle babam. Babamın, oynadığım bir dizinin bir bölümü için, “Kusura bakma da uyudum kızım, çok sıkıcı,” demişliği var. İlkokul arkadaşlarım Gizem, Melis, Cem, annemle babam, anneannem için kişisel deneklerim diyebiliriz. Anneannem her senaryoyu benden önce okuyor. Muhteşem Yüzyıl Kösem’i izlerken arkadaşlarım bir şey sorduğunda anneannem cevaplıyor.
Oynadığın karakterlerin kıyafetlerinden sakladıkların oluyor mu?
Hepsinden var! Ne yapacağım onları bilmiyorum ama tüm karakterlerden 1-2 parça var.
“Dergi, Tarihe Bırakılan Belgedir”
Seni çok fazla dergide ya da gazetede görmüyoruz ama iyi bir okursun bildiğim kadarıyla…
Dergi gibi çalışmalar, tarihe bıraktığın yazılı belgeler aslında. Eski dönemlerin dergilerini açıp bakınca o dönemin konuşma dilini, yaşama tarzlarını anlıyorsun, çok değerliler.
İnsanların dergiciliğe, gazeteciliğe bakışı, “Ne yapıyorsun ki zaten oturup yazıyorsun, çayını içerken sohbet ediyorsun, bu iş mi?” şeklinde…
Bu, dergilerle de alakalı. Bugün çekimde, kostümün senden daha fazla el üstünde tutulmadığı bir yerde olmak çok güzel, diye düşündüm. Keşke günler süren kostüm toplantıları kadar, çekimi yapılacak kişiye sorulacak sorular içinde hazırlık yapılsa… Takip ettiğim kişilerin röportajlarını okuyorum ve sonuç olarak bir şey anlatmayan, okuduğun zaman sana bir şey katmayan, merak ettiğin kişiyle ilgili hiçbir merakını gidermeyen soru-cevaplar görüyorum. Çoğu dergide herkes birilerine benzetilmeye çalışılıyor; boyutsuz bir güzellik algısıyla, birbiriyle uzaktan yakından alakası olmayan insanlar bir bakıyorsunuz, fotoğraflarda neredeyse aynılar. Dediğiniz gibi, çok fazla dergi veya gazetede yokum çünkü kendim gibi olabileceğimi hissettiğim çok az mecra var… Sinema dergisi zaten çok az, Film Arası’nı çok seviyorum, geçen ay onlarla röportaj yapmıştık. Sizin gibi bir dergi büyük eksiklikti. Ülkede en çok konuşulan konulardan biri televizyon ve diziler olmasına rağmen yalnızca bu konuyla ilgilenen yazılı mecramız yoktu. İnşallah çok güzel gider. Ayrıca teşekkür ederim, ilk defa bir dergi çekiminde bu kadar rahat ve kendim gibi hissettim.
Dijitalin dizi sektöründe bir şeyleri değiştireceğine inanıyor musun? Sonuçta müzikle ilgili projen de dijital olacakmış. Gelecek dijitalde mi, televizyon devam edecek mi?
Müziğin daha geleneksel olmasını seviyorum ama yayınlayacağım mecra dijital. Gündelik hayat telaşını düşününce dijital artık daha mantıklı çünkü kimse, “Aaa, dizim var,” diyerek eve yetişmek istese de yetişemiyor. O yüzden dijitaldeki yer ve zaman koşulsuzluğu büyük özgürlük.
[highlight]Farah Zeynep Abdullah Röportajının Backstage Görüntüleri İçin TIKLAYIN[/highlight]