2017 Listemden: Beni İyileştiren Diziler I Didem Tekeli
[highlight]Kafamı boşaltmak için kendimi oyalarken bana dizilerin eşlik etmesi hoşuma gider. Böylelikle dizi izlemek benim için iyileştirici oluyor. 2017’de listeye eklediğimden daha fazlasını izledim, buraya yazsam Bağdat’a yol olurdu. Gelecek yılın bu denli şifaya ihtiyaç duymadığımız bir yıl olmasını dilerken, Episode Dergi’yi açıp hiç duymadığım yapımlarla karşılaşmanın güzelliğini vurgulamalıyım. Çünkü 2018 için pek çok çılgın projem var. Onları hayata geçirirken izleyeceğim öykülere, oyunculara, yönetmen ve yapımcılara ihtiyacım olacak…[/highlight]
Uzun uzun anlatmak, tatlı tatlı tartışmak istediklerim
2017’ye güzel bir başlangıç: The Young Pope
Jude Law, belki dünyanın en güzel adamı. Law, Lenny Belardo, yani genç Papa Pius XIII olarak Vatikan’da göründüğü ilk bölümün ilk dakikalarında güzelliğini tüm çıplaklığıyla ortaya koydu ve sezon boyunca yalnız erkeklerden hoşlananların değil, televizyon eleştirmenlerinin de yüzünü güldürdü. Sergilediği performans övgüler aldı. Çokbilmiş, zeki, mesafeli Papa’ya, Diane Keaton, Silvio Orlando ve Javier Camara gibi isimler, izlemeye doyulmaz performanslarıyla eşlik etti. Her bir bölümü film niteliğindeki dizinin yönetmeni Paolo Sorrentino. Prömiyerini 2016 Uluslararası Venedik Film Festivali’nde yapan ilk televizyon dizisi The Young Pope, inanç-inançsızlık, dürüstlük-kandırmaca, özgürlük-yobazlık, aşk, seks, şehvet, sevgi, hasret, acı, mutluluk; kısacası hayata dair hemen her şeyi kapsıyor. Bölümler boyunca karakterler değişiyor, dönüşüyor, olgunlaşıyor. Karşılaşmaların sonunda değişim yoksa o ilişki neye yarar? Dizide ayrıca şiir gibi görüntüler, birbirinden çok farklı müzikler, Vatikan, Roma, İtalya, İtalyanca var. The Young Pope, mutlaka izlenmesi gereken müthiş bir iş.
Eski bir dost: Sherlock
Steven Moffat ve Mark Gatiss, kaç sezon çıkarırsa o kadar Sherlock izlerim çünkü yaptıkları işle ilişkilerini seviyorum. Büyük bir disiplinle çalışıyorlar, derin bilgi birikimlerini iyi kullanıyorlar. Bu önemli iki unsurun üzerine mizahı, oyun oynamanın ferahlığını koyuyor, üstelik kendilerini fazla ciddiye almıyorlar. Her sezon, “Öyküyü nasıl anlatırız?” sorusuna yeni cevaplar bulup karşımıza getiriyorlar. 2017’de Dr. Watson’ın rahmetli karısına yaptığı itirafların beni benden aldığını itiraf etmeliyim. Bunları eşler hayattayken söylemeli!
Cinsel şiddet, kadınlar, arkadaşlık üzerine: Big Little Lies
Nicole Kidman, Reese Witherspoon, Laura Dern, Shailene Woodley ve Zoe Kravitz, güzel fotoğraflar veren Monterey’de bir araya geliyor ve cinsel şiddet üzerine yazılmış öyküyü gerçekçi biçimde hayata geçiriyorlar. Big Little Lies, çok sıfatıyla tanımlanabilir. Dizi çok güzel görüntülere sahip, çok bilinen güçlü oyuncularla çekilmiş, çok güzel müzikleri içeriyor ve çok ödül aldı. Belki bu yüzden 2017’nin sonlarına doğru hemen herkes bir biçimde bu yapımdan söz ediyordu. Söz etmesi önemli çünkü dizinin ana teması cinsel şiddet. Nicole Kidman’ın canlandırdığı Celeste Wright ile kocası Perry (Alexander Skarsgård) arasındaki ilişki dinamiği, bazen erkekler tarafından yanlış okundu. Eleştirmenlerin yazılarına bakınca erkeklerin şiddete “Şiddet,” demekte zorlanabildiğini gördük. Cinsel şiddet bir şiddet türüdür ve aması olmaz. Dizide müzik ustaca kullanılıyor ve bizi geçmişe, geleceğe, şimdiki zamana getirip götürürken giriş-gelişme-sonuç akışını bozmaya çalışıyor. Bu çabayı bir televizyon dizisinde görmek heyecan verici. Ha unutmadan, işin içinde cinayet de var.
İzledikçe daha fazla izlemek istediğim dizi: Strike
Buradaki ilk yazım bu dizi üzerineydi. J.K. Rowling’in aynı adlı romanından uyarlanan yapım, Londra’dan bir dedektif hikâyesi anlatıyor. Anlattığı bireyler okuyucusundan uzak dünyalarda yaşasa bile Rowling’in kahramanları, hemen ilişki kurulabilecek özellikte oluyor, bu da onun en büyük başarısı belki. Strike‘ın kahramanları sempatik, sıcak. Üstelik dedektif Cormoran Strike’ı canlandıran Tom Burke ve onun işe yeni başlayan partneri Robin Ellacot rolündeki Holliday Grainger, samimi, anlaşılır oynuyor. Çok güzel bir kadın-erkek ilişkisini de barındıran bu öyküyü kaçırmayın.
Kuzeyde, adalarda neler oluyor? Shetland, Broadcurch, Liar
Birleşik Krallık’ta geçen bu üç polisiye diziyi şu anda rafta olan Episode’un 7. sayısında, cinsel şiddeti nasıl ele aldıkları üzerinden yazmaya çalıştım. Aynı yıl içinde her üç yapımın da cinsel şiddet konusuna değinmesinin tesadüf olmadığına inanıyorum. Televizyon dizileri, kitlelere ulaşan önemli bir kanal. Bu fırsatı kullanıp pek dillendirilmek istenmeyen bir konuya odaklanmış olmaları çok önemli, çok anlamlı. Kuzeyde yaşayan adalıların hayatlarını ortaya seren, bizi pek tanımadığımız insanlarla yakınlaştıran ve izlenmeye doyum olmayan mekânlarda geçen bu dizilere şans vermeli.
2017’yi mutlulukla kapatmamı sağlayan Peaky Blinders
Dört yıl boyunca her sezonunu merakla beklediğim, “Bölümler uzayıp gitse,” diye izlediğim yapım. I. Dünya Savaşı’ndan sonra Birmingham’ın erkeklerinden sağ kalanlar memlekete dönüyor, iş hayatına girmiş kadınlarla yan yana yeni bir yaşama başlıyor. Veya gangster Tommy Shelby’nin (Cillian Murphy) söylediği gibi; hiçbiri geri dönemedi. Peaky Blinders, 1800’lerin sonuyla 1900’lerin başında Birmingham’da gerçekten varlık göstermiş bir çeteden ilhamla, kırık, yoksul, hırpalanmış insanların hayatını anlatıyor, bu yaşamdan zor kullanıp yolsuzluk yaparak sıyrılmaya çalışan Shelby Ailesi’ne odaklanıyor. Zeki, açıkgözlü Tommy, hem şanslı bir adam hem de 3-5 hamle sonrasını hesaplayan sinsi bir oyun kurucu. Bu özelliği dört sezon boyunca izleyiciyi hop oturup hop kaldırdı, ailesini ise Amerika’ya dek uzanan servete boğdu. İzlediğimiz tüm bölümlerde oyuncular, oyunculuk bir numara. İkinci sezonun son sahnesi, televizyon tarihine damgasını vurmuş olmalı. Yapım ve oyuncular dört yıl boyunca pek çok ödül aldı. Müziklerin öykü anlatıcısı, masalcı gibi kullanıldığı bu dizi, yıldız oyuncu kaynıyor. Buz gibi gözleriyle etkileyici Cillian Murphy’nin yanı sıra, Helen McCrory, Paul Anderson, Sam Neill, Tom Hardy, Adrian Brody ve Aiden Gillen’i sayabiliriz. 5. sezonunu da göreceğimiz Peaky Blinders‘ı ayrıca konuşmalı.
Üzerine 1-2 satır yazmak zorunda hissettiklerim
The Fall
Hiçbir seri katil, hiçbir karanlık zekâ bu denli cazibeli olmasın. Tüm polisiye diziler baş kahramanlarını, sahip oldukları tüm hata ve yanlışlarıyla, bu denli gerçek çizebilsin.
Mindhunter
İnsan ilişkileri üzerine düşünmek için çok zorlayıcı bir zemin sunuyor. İnsan, senin aklından neler geçiyor? Gerçekten!
Ozark
Herkes kendi istek ve tercihlerine göre karar almakta özgür olmalı. Bir defa kararını verince de sonuçlarına katlanmalı. Güzel… Peki her şey bu denli basit mi? Ozark, insanı beklenmedik durumlarla, sorularla başbaşa bırakıyor; çekici…
The Affair
Olan biteni, görebildiğimiz ve anlayabildiğimiz üzerinden anlamlandırabiliyoruz ya. Sonuca göre hareket ediyoruz ve hiçbir şey ak-kara değil, olan tek bir olay bile onlarca dalga yaratıp etki ediyor. Buradan başlayıp aile, güven, yol arkadaşlığı gibi konularda güzel konuşan bir diziyken sorunlu bir adamın öyküsüne dönmeye başladı sanki The Affair. Acaba ekranda kalmak için varlık nedeni olan temadan uzaklaştı mı?
House of Cards
Bazen öyküler uzamamalı, güzel başlamış olsalar dahi…
İzlemeye başlayıp devamını getiremediklerim
The Americans
Ajan hikâyesi olmaktan çok, sevgi, güven, aile üzerine yazılmış bir öyküydü. 2017’de izlediğim bölümler, bu konularda dizinin daha önce söylemediği yeni bir şey ortaya koyamadı. Üstelik tempo düşüktü, zaman zaman arkası yarın izlediğimi sandım. Hayatın normal akışını tüm sıkıcılığıyla izlemeye varım ancak o vakit başka unsurlara ihtiyaç var. O unsurları bulamayınca bu diziyi erken sonlandırdım.
This Is Us
Henüz ilk bölümünde insanları ağlatmak için yazılmış bir senaryoya sahip olduğunu düşünmüştüm. Buna rağmen ilk sezonu izledim, pek çok sahnede çenemin titremesine izin verdim. Ron Cephas Jones’un canlandırdığı William “Shakespeare” Hill ölünce, dizi de benim için öldü. Bu yıl ilk bölümünü izledikten sonra ağlamak için This Is Us‘a ihtiyaç duymadığıma karar verdim.
Kapak görseli: The Young Pope