Defending Jacob: Artık Geriye Kalan Bir Büyük Kalp Ağrısı

 Defending Jacob: Artık Geriye Kalan Bir Büyük Kalp Ağrısı

Ebeveynlerin çocuklarıyla ilişkilerine çok sert bir hikâyeden bakmayı tercih eden Defending Jacob şu soruları soruyor aslında: Çocuklarınızı ne kadar tanıyorsunuz? Onları doğru algılayabiliyor musunuz? Sizin genetik kodunuzla doğan bir çocuğun sizden daha iyi olmasını beklerken, travmalarınızın da ona miras kalmayacağınızdan emin misiniz?

William Landay’ın 2012 yılında yayımlanan ve aynı adlı romanından uyarlanan Defending Jacob, Apple Tv+’ta sekiz bölüm olarak yayınlandı. Türünün alıcısı olmayan izleyiciyi bile oyuncu kadrosuyla ekran karşısına geçirmeyi başaran Defending Jacob, kalbin ortasına dert yükü bırakan bir yapım. 

Bölge savcı yardımcısı Andy Barber (Chris Evans) ile çocuklara hizmet veren bir vakıfta çalışan Laurie Barber’ın (Michelle Dockery) 14 yaşındaki oğulları Jacob Barber (Jaeden Martell), okul arkadaşlarından birinin öldürülmesi üzerine, cinayet şüphelisi olarak göz altına alınır. Tutuksuz yargılanmak üzere kefaletle serbest bırakılır. Bütün olaylar bununla birlikte katmanlarına ayrılır. Karakterler de bu olayın etrafında şekillenir. Kimisi yolunu çizer, kimisi ise yolunu kaybedip gider. 

Bir uyarlama olmasına rağmen kitaba pek de sadık kalmayan senarist Mark Bomback, oldukça özgür bir alanda kendi dünyasını yaratmış. Bir röportajında bu durumu, “Ben kitabın sadece ruhunu aldım çünkü birinci tekil şahısla, baba Andy Barber’ın ağzından yazılmış bir kitap, okur için lezzetlidir ancak ekrana taşımaya uygun değildir,” diye açıklıyor. Hikâyenin oldukça büyük farklarla uyarlanma meselesini kitabın yazarı bile umursamazken izleyici olarak bunu dert etmemizin sorumlusu senarist Mark Bomback’tır.

Bu aslında gayet zekice bir hareket. Dizinin finalinde Mark Bomback’ın Barberlar için yazdığı son, temiz bir sayfa yerine boş bir sayfa olunca sekiz bölüm boyunca hikâyenin aksak yanlarını unutuyoruz ve kendimizi tuhaf bir boşluğun içinde buluyoruz. Çareyi kitabın sayfalarında bulma telaşımız o zaman başlıyor. Kitabın bu derece farklı uyarlanması işte tam da bu noktada çok canımızı sıkıyor. Aradığımız cevapları kitapta da bulamayınca kendi inandığımız ya da inanmak istediğimiz sonu o boş sayfaya yazarak kurtuluyoruz boşluktan. İşte senaristin başarısı tam da bu noktada ortaya çıkıyor. Kendi hikâyesinde sana yer açıyor çünkü kitabın yazarı da hikâyesinde ona yer açmıştı. 

Türkiye’de Genetik Miras adıyla yayımlanan Defending Jacobs, suç işleme potansiyelinin genetik kodlarla aktarımına dair çalışmalardan söz ediyor. Fakat kitaba adını veren bu detay, dizide yine ilgi çekmeyi başaramıyor.

Senaryonun alt katmanlarına, diyaloglara indiğimizde ise ne yazık ki özenli bir işçilik göremiyoruz. Yönetmenin yarattığı gri ve türevi renkteki kederli atmosfere uzun uzun bakışmaları, ağır ağır konuşmaları pompalamak çoğu zaman sıkıyor. Biraz gösterişe kaçan bir üslupla yapılan bilimsel konuşmalar ise hiç ilgi uyandıracak türden değil. Türkiye’de Genetik Miras adıyla yayımlanan Defending Jacobs, suç işleme potansiyelinin genetik kodlarla aktarımına dair çalışmalardan söz ediyor. Fakat kitaba adını veren bu detay, dizide yine ilgi çekmeyi başaramıyor. Laurie Barber’ın zamanında sanat tarihi okuması, bazı sahnelerde resim sanatçılarından konuşulması, terapi için gittiği kliniğin bekleme salonundaki bir tabloya her gittiğinde dakikalarca bakmasının altından da bir şey çıkmıyor. Ortaya saçılmış bu bilgiler birer dağınıklık olarak kalıyor. Gizemi çözmek adına her işareti takip etme eğilimindeki izleyiciye bunun yapılmasına içerlesek de sanata ve bilime çakılan selamınızı gördük, aldık.

Kitapta daha geniş yer bulan mahkeme sahneleri, dizide çok fazla alan kaplamamakla bize iyi bir şey yapıyor çünkü iyi bir örneğini izlemiyoruz. Çekişmeli, heyecanlı mahkeme sahnelerini iyi bilenler buradaki sahnelerden büyük olasılıkla tatmin olmayacaktır.

Dizinin türünü suç, polisiye-dram gibi görmeyip bir aile dramı olarak ele alırsak suçun araştırılması, delillerin bulunması kısmından daha az rahatsız oluruz. Bir Müge Anlı izleyicisi bile cinayet soruşturması konusunda bu kadar bilgiliyken buradaki soruşturmanın ele alınış şekline katlanmak için Amerikan kuralları deyip geçmeye çalışalım.

Bir ailenin parçası olduğumuz için zaten hikâyeye hemen dahil oluyoruz. Sonrasında travmalarımız, rollerimiz, vicdanımız ve seçimlerimizle şekillenen hayatımızı kaşıyan bir yolda yürümeye başlıyoruz.

Bir senaristin ve yönetmenin, hatta oyuncunun iştahını kabartacak bir çatışmayı hikâye motifi olarak seçen Defending Jacob’ı izlerken, yaşanan duyguların çeşitliliği sizi şaşırtacak. Bu duygusal çeşitliliğin içine yukarıda sözü geçen diyalogların yetersizliğini, bazı sahnelerin klişeye kurban gidişini, bazı oyuncuların sahnenin gücüne yetişemeyişini de ekleyin tabii. Fakat şu bir gerçek ki, izledikten sonra bir süre etkisinden kurtulamayacaksınız.

Bir ailenin parçası olduğumuz için zaten hikâyeye hemen dahil oluyoruz. Sonrasında travmalarımız, rollerimiz, vicdanımız ve seçimlerimizle şekillenen hayatımızı kaşıyan bir yolda yürümeye başlıyoruz. Sizi hangi yaranızdan yakalayacağını, hangi travmanızla yüzleştireceğini kestiremediğiniz bir yolculuk bu. 

Savcı yardımcısı olan, adalet temsilcisi bir baba, bir anda sanık babası olunca çocuğuna karşı takındığı tutumu yorumlama işi seyirciye düşüyor. İşte o yorucu süreç de başlamış oluyor.

Çocuğunun suçsuzluğuna sonuna kadar inanan bir baba sizce çocuğunu çok iyi tanıdığı ve asla böyle bir şey yapmayacağına inandığı için mi böyle davranıyor yoksa bir savcı yardımcısının oğlunun katil olmasına inanmak istemediği için mi?

Bu süreçte Jacob’ın annesi Laurie ise Andy’den farklı davranıyor ve oğluna bir soru soruyor: Cinayeti işledin mi? Asıl mesele de zaten verilen cevaba bir türlü inanmamasıyla başlıyor. 

Ebeveynlerin çocuklarıyla ilişkilerine çok sert bir hikâyeden bakmayı tercih eden Defending Jacob şu soruları soruyor aslında: Çocuklarınızı ne kadar tanıyorsunuz? Onları doğru algılayabiliyor musunuz? Sizin genetik kodunuzla doğan bir çocuğun sizden daha iyi olmasını beklerken, travmalarınızın da ona miras kalmayacağınızdan emin misiniz?

Laurie’yi izlerken nasıl bir kadın, anne, eş olduğunu çözmek biraz güç. Daha sonra kitapta anne karakterinin olmadığını öğrenince senaristin bu konuda savrulma nedenini daha iyi anlıyorsunuz. Bir babanın, hatta bir erkeğin dilinden yazılmış bir kitabı yine bir erkek senaryolaştırdığında, anne karakterine yeterli özenin gösterilmediğini düşünüyorum. Bu özensizlik üzerinden de bir kadını ve bir anneyi eleştirmeye dilim varmıyor.

Dizinin kıymetlisi elbette J.K Simmons. Yine küçük bir role dünyaları sığdırmış.

En etkileyici oyuncu ise Jaeden Martell. Rolünün anlamı ve yükü karşısında eğilmemiş, mis gibi taşımış. Takip edilip radardan çıkarılmayacak kadar iyi.

Diziyi izlerken başka yönetmen, senarist ve oyuncularla yeniden çekilmesi konusunda güçlü bir istek duymamak mümkün değil. Bu kadar iyi bir konu böyle tek seferde, bu ellerde bitip gitmemiştir umarım. Bir Türk yapım şirketinin ilgisini çekmesini de dileyerek mevzuyu şimdilik kapatalım.

İyi seyirler…

Devrim Toyran

1973 doğumlu. İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi mezunu. Yıllardır hep bir şeyler yazmasına rağmen “Yazmak, benim yaşam biçimim,” cümlesini kuramadı gitti. Mali işler kariyerine son verdikten yıllar sonra senaristlik dersi alıp aklını, fikrini bu sektöre yormaya başladı. Londra'da yaşamasıyla İngiliz dizilerine hayranlığının alakası yoktur…

Related post

2 Yorum

  • Güzel bir yazı olmuş teşekkürler

  • Cok tesekkurler.

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir