Başrollerinde Ayça Ayşin Turan ve Furkan Andıç’ın Yer Aldığı ’39 Derecede Aşk’ın Fragmanı Yayınlandı
Distopyada Yaşamak: Kadınların Gerçekliği
Deniz Turgay’ın distopyada kadınlar ile ilgili bu incelemesi, Episode’un 26. sayısında yayımlanmıştır.
Geçtiğimiz yüzyılın en iyi bilinen yazarlarından Virginia Woolf, Kendine Ait Bir Oda isimli meşhur makalesinde tarih boyunca kadınların kendini ifade etmesinin önündeki engellerden bahsederken anonim eserlerin önemli bir kısmının muhtemelen kadın yazarlara ait olduğunu söyler. Kadınların kendi sözünü söyleme hakkını elde edebilmek, eylemlerini hür iradeyle ifa edebilmek için günümüzde hâlâ sürdürdüğü bu mücadelenin izlerini elbette sanattan edebiyata pek çok yaratıcı eserde de bulabiliyoruz. Dergimizin bu sayısının çıktığı dönemde 4. sezonu yayınlanacak The Handmaid’s Tale, kadınlık halleri ve kadın haklarına dair belki de en bilinen, aynı isimli spekülatif kurgu türündeki romanının uyarlaması.
Kitaba veya diziye aşina olmayanlar için konuyu kısaca özetleyelim: Yakın bir gelecekte çevre kirliliği ve radyasyon gibi nedenlerle doğum oranlarının hızla düştüğü ABD’de Sons of Jacob isimli köktendinci bir grup darbeyle yönetimi ele geçiriyor ve tüm doğurgan kadınları “damızlık” olarak kullanmak üzere üst düzey yöneticilerin evlerine yerleştiriyor. Hepsi erkek olan yöneticiler aslında evli ama çiftler kendi isimlerini kullanmalarına dahi izin verilmeyen bu doğurgan kadınlar olmadan çocuk sahibi olamıyor. İsmini İslam’ın da peygamber olarak kabul ettiği ve eşlerinin yanı sıra hizmetçilerinden de çocuk yapıp soyunu devam ettiren Yakup’tan alan bu grup, beyazlar dışındaki etnik kökenden grupları farklı bölgelere ve kolonilere sürerek, öldürerek veya sınırdışı ederek yine İncil’de bahsedilen bir bölgeye referansla Gilead isimli yeni bir devlet kuruyor. Irk, cinsiyet ve sınıfa göre katı kurallarla ayrılmış katmanlardan oluşan Gilead, George Orwell’in Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ünün Okyanusya’sı ve Aldous Huxley’nin geçen sene dizisini izlediğimiz Cesur Yeni Dünya’sının Dünya Devleti ile beraber en sık anılan distopik toplum.
Kanadalı yazar Margaret Atwood bu kitabı (kaderin bir cilvesi olsa gerek) 1984 yılında Batı Berlin’de yaşarken kaleme almış. Atwood, daha çok yaşlı kadınların ve Alman ordusuna katılmak istemeyen erkeklerin yaşadığı, genç ailelerin ve haliyle çocukların pek bulunmadığı ve Soğuk Savaş nedeniyle insanların tanımadıkları kişilerle konuşup sosyalleşmekten çekindiği bu şehrin Gilead’ın atmosferine ilham olduğunu söylüyor. Dönemin global havasını da hatırlayalım: 1980’lerle neredeyse tüm dünyada protest akımlar sönmüş veya söndürülmüş ve reaksiyoner hatta irticai hareketler yükselişe geçmişti. Atwood, Reagan hükümetinin din ve gelenekler adına cinsiyet ve cinsel yönelim odaklı toplumsal politikalarının kendisini ABD’nin geleceğinde neler olabileceği üzerinde durmaya yönlendirdiğini söylüyor. Bu kara kara düşünme hali fazla mı tanıdık geldi? Konu günümüze ve bize gelmeden önce merkezine kadınları koyan distopyalar üzerine biraz daha konuşalım.
Tetikleyen olay ve sonuçları düşünüldüğünde Damızlık Kızın Öyküsü’ne en yakın kültürel eser olarak Mad Max: Fury Road’u anabiliriz. Çevresel felaketlerin iyice çöle döndürdüğü ve insanların kısıtlı kaynaklarla hayatta kalmaya çalıştığı Mad Max serisinin bu dördüncü halkasında dünyanın sınıfsal ve ekonomik koşullarından sonra cinsiyetin oynadığı rolü izliyoruz.
Basitçe bir sınıflandırma yapmak gerekirse istenmeyen, gerçekleşmesinden korkulan ve totaliter toplumları anlatan kurgusal metinler distopya yazını olarak tanımlanıyor ve genellikle bilimkurgu ve/veya spekülatif kurgu türü kapsamında yer alıyor. Tahmin edileceği üzere, insanlığın erişmeyi arzuladığı eşit toplum tahayyülü olan ütopyanın karşısında konumlanıyor. Ursula K. Le Guin’in anarşist Ay kolonisini anlattığı Mülksüzler de dahil olmak üzere pek çok romanını ve para kullanmayan, çevreci ve galaksiler arası Birleşik Gezegenler Federasyonu’nu konu edinen Star Trek serilerini en bilindik ütopya örnekleri arasında sayabiliriz. Bu yazı kapsamında bahsedeceğim distopyaları ise dünyadaki mevcut yaşama benzer veya tek bir önemli olay nedeniyle kırılma yaşanmış toplumları anlatanlar arasından seçtim.
Tetikleyen olay ve sonuçları düşünüldüğünde Damızlık Kızın Öyküsü’ne en yakın kültürel eser olarak Mad Max: Fury Road’u anabiliriz. Çevresel felaketlerin iyice çöle döndürdüğü ve insanların kısıtlı kaynaklarla hayatta kalmaya çalıştığı Mad Max serisinin bu dördüncü halkasında dünyanın sınıfsal ve ekonomik koşullarından sonra cinsiyetin oynadığı rolü izliyoruz. Çölün ortasında bir vahada su kaynağının mülkiyetini ele geçiren Immortan Joe, bir odaya kapattığı beş genç kadın üzerinden üremeyi de tekeline almış. İlk başta Joe’ya eş olması için seçilen Imperator Furiosa, çocuk doğuramadığı anlaşılınca bu toplumun bir başka önemli kaynağı olan benzin ve mühimmat transferiyle görevlendirilmiş. Furiosa bir görevi sırasında Max’le karşılaşıp bir ittifak kurar ve beraber bu beş kadını gizlice tankere alıp Joe’dan kaçırmaya çalışırlar. Kadınların firar ederken arkalarında bıraktığı “Bebeklerimiz savaş beyi olmayacak”, “Dünyayı kim mahvetti?” ve “Biz eşya değiliz” yazılamaları geçmişe, bugünlerine ve geleceklerine dair düşünce ve arzularını oldukça net yansıtıyor. Seriye ismini veren Max’in filmin neredeyse ilk yarısı boyunca hiç konuşmaması ve yalnızca kadınların hedefine ulaşmasına yardımcı olması, senaryonun asıl başrolünün Furiosa olduğunu onaylıyor.
İnsan soyunun tehlikeye girdiği kıyamet sonrası evrenlere bir başka örnek olarak Y: The Last Man çizgi romanını verebiliriz. Bu sene nihayet FX’te yayınlanması beklediğimiz bir dizi uyarlaması olan bu çizgi roman, Y kromozomu taşıyan tüm insan ve hayvanların bir anda ölmesiyle başlıyor. Geriye yalnızca Yorick isimli genç bir adam ve Ampersand isimli bir erkek Kapuçin maymunu kalmış. Yorick’in annesi ABD Temsilciler Meclisi’nin bir üyesi ve nüfuzunu kullanarak oğlunu ve maymunu bir ajana emanet edip bu yok oluşun nedenini araştırabilecek genetik bilimci Dr. Allison Mann’e gönderiyor. Gezegenin dört bir köşesine savruldukları bu yolculukta erkeklerin ortadan kaybolmasından memnun bazı örgütler, Yorick’i öldürmeye bile çalışıyor. Serinin yazarı Brain K. Vaughan okura ölümlerin kesin bir nedenini sunmuyor ama hikâyenin teorileri arasında insanlığın devam etmesi için artık erkeklere gerek kalmadığı da var. Dr. Mann’ın serinin sonunda Yorick’i klonlaması ve bu klonlarla eşlerinin çocuklarından (ve onların klonlarından) insanlığın devam etmesi, bu teoriyi doğrular gibi.
Tek cinsiyetli veya cinsiyetsiz ütopya ve distopyalara pek çok başka örnek verebiliriz. Bunlar arasında feminist bilimkurgunun en önemli isimlerinden Joanna Russ’ın 1970’te yazdığı The Female Man de bulunuyor. Dört paralel evrenden dört kadını dinliyoruz: Bizimkine benzer bir dünyada yaşayan Joanna; Büyük Buhran’ın hiç sona ermediği, II. Dünya Savaşı’nın yaşanmadığı ve muhafazakâr dünyadan Janet; tüm erkeklerin yaklaşık bin sene önce öldüğü ütopik bir gelecek toplumundan Janet ve son olarak iki cinsiyetin ayrı toplumlar halinde yaşadığı ve kelimenin tam anlamıyla savaşta olduğu distopik bir dünyadan Jael. Farklı toplumlarda yaşayan bu kadınlar, birbirlerinin dünyasıyla karşılaştıkça kadın olmanın ne anlama geldiğini, kendilerinin “kadınlıklarını” ve toplumsal cinsiyet normları sorgular. Özellikle Jael’in toplumunun düşman erkeklerle ticaret yaparken çocuklarını takas ettiği düşünülünce kadın üreme haklarının merkezde olduğu ikinci feminist dalganın zirvesinde yazılan bu romanın zamanının okurlarını ne kadar dehşete düşürdüğü aşikâr.
Peki, kadın distopyaları hep üreme üzerine mi kurulu? Kadınlık deneyimi üremeyle sınırlı olmadığı için bunun ötesine giden eserler de elbette mevcut. Bir başka çizgi roman Bitch Planet, tam böyle bir örnek. Ekranlardan sürekli ideal kadın propagandası yapılan, gelenekçi, cinsiyetçi ve totaliter bu dünya toplumunda, itaat etmeyi reddeden kadınlar gezegenin yörüngesindeki bir uzay gemisi olan hapishaneye gönderiliyor. Dünya’nın baba, uzayınsa hor görülen evlatlarına kucak açan anne olarak anılması, Le Guin’in ütopik bilimkurgu hikâyelerine distopik bir yanıt gibi. Bu düzende hiçbir kadın uysal olduğunda bile güvende kalacağını sanmasın; heteroseksüel veya natrans olmamak, kilolu olmak, aldatan eşinin davranışlarına itiraz etmek ve daha nicesi Tali İtaat Karakolu’na gönderilmek için yeterli nedenler arasında. Dünya televizyonlarının reytingini artırmak için Megaton isimli tehlikeli sporda profesyonel sporcularla kıyasıya yarışması istenen kadın mahkûmlar, her anlamıyla özgürlükleri için mücadele ederken şiddete başvurmaktan kaçınmıyor, ne de olsa amaçları her an şiddete maruz kaldıkları bu karakolu ve elbette onu yaratan düzeni ortadan kaldırmak.
Bu noktada şiddeti bile isteye araç olarak kullanan kadınların başrolde olduğu bir başka spekülatif kurgu film Born in Flames’i anmadan geçmek olmaz. Birkaç sene önce İKSV Film Festivali kapsamında beyazperdede izleme olanağı bulduğumuz 1983 tarihli bu kurgu belgesel, demokrat sosyalistlerin yönetimde olduğu yakın gelecek ABD’sinde geçiyor. Distopik bir kurguyla işlenmesinden Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’e yöneltilen eleştilerin iddia ettiği gibi sosyalizmin insanlık için kötü olacağına dair bir tezi olduğu sanılmasın. Yalnızca sosyalizmin uygulamasında olası bir kör noktaya işaret ediyor: Toplumsal sorunlara çözüm olarak sunulan politikaların daha derin sorunlara yol açabileceğini ama bunun sürekli denemekten vazgeçmek için bir neden olamayacağını izliyoruz.
Kadın hareketi eşit bir dünyaya ulaşmanın yöntemlerinde görüş ayrılıkları nedeniyle farklı fraksiyonlara bölünmüş ve her bir fraksiyon bu nihai sonuca bir an önce ulaşmak için canla başla çalışıyor. Hükümetin kadınlara “pozitif ayrımcılık” yapılarak istihdam oranlarını artırmaya yönelik çabalarına erkekler sert tepki gösterince yeni politika olarak ev işine karşılık ücret ödenmesi öneriliyor. Birtakım feministler bunu kadınların evde çocuk bakmaya mahkûm edilmesinin yeni bir yöntemi olarak itiraz ederken, kimisi de alternatifin sadece düşük ücretli bedensel işçilik olmasını eleştiriyor. Tacizci erkekleri düdük ve bisikletlerle kovalayarak mağdurlara kol kanat germek, kaçak radyo yayınlarında ideolojilerini tartışmak, hatta tecavüzcüleri tekrar topluma kazandırmak için onarıcı adalet kurumları olan rehabilitasyon merkezlerine saldırmak gibi çeşitli ton ve yöntemlerde eylem yapan feministler, filmin sonunda bir araya geliyor ve ABD başkanı, kadınlara ev işi için maaş ödeneceğini canlı yayında duyururken Dünya Ticaret Merkezi’nin tepesindeki uydu antenini bombalıyor. Kadınların devrimci şiddet kullanma arzusunu gözler önüne seren bu film, bizim gerçekliğimizde bu binaların 11 Eylül 2001’de yıkıldığı düşünüldüğünde bu yüzyılda çok daha vurucu bir etkiye sahip.
Tüm bu eserlerin farklı nedenlerle günlük yaşantımızı ve çeşitli dünya toplumlarını çağrıştırması elbette kaçınılmaz. Ne de olsa en başarılı bilimkurgu örnekleri geleceği “doğru” tahmin edenler değil, her şeyden önce kendi yazıldığı dönemi iyi analiz edebilen metinlerdir.
Fransız eleştirmen Hélène Cixous 1975 tarihli Medusa’nın Kahkahası isimli makalesinde kadınların ataerkil düzene tepki göstererek kendi yazım biçimlerini geliştirmesinin gereği olarak açıkladığı écriture féminine (kadın yazını) ismini verdiği teorisini ortaya koyar. Kendi bedenlerinden, arzularından ve toplumsal deneyimlerden ilham almanın, geleneksel erkek anlatısının zincirlerini kırararak metinle kadın yazar arasındaki bağı kuvvetlendireceğini vurgular. Damızlık Kızın Öyküsü’nde de ismi bile alınmış Offred’in kendini ifade edebileceği, tek başına var olabileceği tek alanın bedeni olduğunu sık sık görüyoruz. Offred yaver Nick’le ilk defa evin hanımı Yvonne hamile kalmasını istediği için birlikte oluyor ama daha sonra isteyerek Nick’le sevişmeye başlıyor; çünkü tahakküm altında tutulmasının nedeni olan doğurganlığını tekrar kontrolüne alabilmesinin tek yolu bu. Tecavüzden sakatlamaya pek çok korkunç şiddet türüne maruz kalan “damızlıklardan” Ofglen’in intihar bombacısı olarak (Born in Flames’in aktivistlerini çağrıştırarak) hükümet toplantısına saldırı düzenlemesi de trajik bir kendine, hatta bedeninin kaderine sahip çıkma eylemi.
Tüm bu eserlerin farklı nedenlerle günlük yaşantımızı ve çeşitli dünya toplumlarını çağrıştırması elbette kaçınılmaz. Ne de olsa en başarılı bilimkurgu örnekleri geleceği “doğru” tahmin edenler değil, her şeyden önce kendi yazıldığı dönemi iyi analiz edebilen metinlerdir. Aynı Westworld androidlerinin aslında insanlıktan çıkarılmış ve neredeyse makineleştirilmiş proletarya olması gibi. Androidlerin yapısı gereği cinsiyeti olmasa da mahkûm edildikleri parkta onları kullanan, suistimal eden insanların toplumsal algılarına uygun olarak cinsiyetlendirilmesi ve buna göre seksten avcılığa kadar görev dağılımı yapması günümüz toplumunun yaklaşımını ve arzularını yansıtıyor. Bugün en sık haberinin yapıldığını gördüklerimizin seks robotları ve ordu, polis ve genel olarak “düzen koruma” amaçlı kullanılan robotlar olması şaşırtıcı değil. Spekülatif kurgulara dönmemize gerek kalmadı, biz zaten distopyada yaşıyoruz; üstelik geçen yüzyılın tahayyülüyle tasarlanan neon cyberpunk estetiğinden de mahrumuz. Bu da bizi İstanbul Sözleşmesi’nden “hikâye bu ya, bir gecede” imza çekildiği, itaat etmeyenlerin sokaklarda polisin saldırısına uğradığı, uygun bulunmayanların ücra hapishanelere gönderildiği günümüze getiriyor: Bizim eylem planımız ne?