Don McKellar: “Savaş hikâyelerini anlatma şeklimize bakalım ve onu biraz sarsalım”

 Don McKellar: “Savaş hikâyelerini anlatma şeklimize bakalım ve onu biraz sarsalım”

Bugün BluTV‘de gösterime giren HBO dizisi The Sympathizer, Vietnam Savaşı’na alışılmadık bir bakış sunuyor. Dizi, Vietnam Savaşı’nın son günlerinde başlıyor ve çift taraflı bir casusun başından geçenleri konu alıyor. Koreli usta yönetmen Park Chan-wook’un da yönetmenleri arasında yer aldığı dizinin oyuncu kadrosunda ise Robert Downey Jr. ile beraber pek çok Vietnamlı oyuncu rol alıyor.

Biz de dizinin yapımcılarından ve yaratıcılarından Don McKellar ile The Sympathizer üzerine bir röportaj yaptık. Dünyanın dört bir yanından gazetecilerin sorularını sorduğu bir yuvarlak masa söyleşisi şeklinde gerçekleşen bu röportajda Don McKellar, dizinin yapım sürecinden vermek istediği mesaja kadar birçok noktaya temas etti.

Keyifli okumalar dileriz!

“Bu savaşları incelerken bir adım geri çekilmek ve her savaşın en az iki tarafı olduğunu fark etmek sempati, empati ve tevazu gerektirir.”

Bu dizi nasıl ortaya çıktı? Park Chan-wook, Robert Downey Jr., Vietnamlı oyuncular… Tüm bu isimler nasıl oldu da bir araya geldi?

İyi bir soru. Ben de kendime bunu soruyorum! Aslında bu süreç Park Chan-wook ile tanışmamla başladı. 10 yıl kadar önce bir senaryo yazarken onunla çalışmıştım… Bir süre önce Blindness (Körlük) diye sadece Brezilya’da popüler olan bir filmin senaryosunu yazmıştım. Park da İngilizce bir film yapmak istiyordu ve sanırım Körlük‘ten dolayı benimle bağlantı kurdu. Senaryonun adı The Ax‘ti. Şimdi galiba bu filmi Korece çekecek. İşte bu filmde onunla çalıştım ve çok iyi anlaştık. Hayatımın garip bir dönemiydi. Bana çok yardımcı oldu ve eğlenceli zaman geçirdik. Kolay sohbet ettiğimizi fark ettik. Benzer zevklerimiz vardı. Onun filmlerini kesinlikle takdir ediyorum. Onlara bayılıyorum. Ve yazarken, en çok isteyeceğiniz şey, heyecan duyduğunuz bir yönetmen bulmaktır. Bazen yazarken, “Ah, işte bu tam Park Chan-wook’luk bir an!” derdim.

Bu yapım başladığında da Vietnamlı yürütücü yapımcılarımızdan biri, dizinin uyarlandığı kitabın yazarı Viet (Thanh Nguyen) ile konuştu. O da kitabın kısmen Park Chan-wook’un filmlerinden esinlendiğini ve hayalindeki yönetmenin o olduğunu söyledi. Sonra Kanadalı yapımcımız Niv Fichman bana geldi ve “İkiniz birlikte çalışmaya ne dersiniz?” diye sordu. Böylece Park ile anlaştık!

Bize bir oyuncu seçimi sürecinden bahseder misiniz? Özellikle başkarakter The Captain için en uygun ismi nasıl belirlediniz?

Dizinin en iyi yanlarından biri çoğunlukla Vietnamlı oyunculardan oluşması. Tüm başrollerimiz Vietnamlı. Üstelik rol vermek zorunda olduğumuz devasa Vietnamlı yıldızlar olmaması da harikaydı. Elbette Vietnam toplumunda ünlü oyuncular var. Ancak Amerikalı izleyiciler için gitmek zorunda olduğumuz bariz isimler yok. Bu da temelde kimi istersek onu oynatabilmemiz demekti ki bu büyük bir nimet. Böylece Vietnam diasporasının olduğu her yere büyük bir uluslararası oyuncu çağrısı yaptık. Avrupa’da, Avustralya’da, Kanada’da ve Asya’da oyuncu ajanslarımız vardı. Tabii ki Vietnam’dan da oyuncu seçtik. Vietnam toplumunda haber oldukça hızlı yayıldı ve Vietnam topluluk merkezlerine, kulüplere ve gruplara ulaştık. Her yerden insanlar aldık. Amerika için meşaleyi taşıyan Robert Downey Jr. oldu. Başrolümüz Hoa Xuande, Vietnam asıllı bir Avustralyalı. Onun canlandırdığı The Captain’ın iki arkadaşı, Fred (Nguyen Khan) ve Tien (Pham), Kanadalı. Sandra Oh, Kanadalı. Yönetmenlerimiz de her yerden.

Robert Downey Jr.’ı birden fazla rolde görüyoruz. Bu fikir nereden çıktı? Onu farklı karakterlere hazırlama sürecinden de bahseder misiniz?

Bu tamamen Park’ın fikriydi. Kitapta sürekli tekrar eden figürlerin, Amerikan düzeninin arketiplerinin, ataerkil karakterlerin nasıl tekrar tekrar karşımıza çıktığını konuşuyorduk. İdeolojik olarak farklı olsalar da belli nitelikleri paylaştıklarından bahsediyorduk. The Captain ile ilişkileri ve onun eğitilmesi. Hepsi yardımsever ama aynı zamanda patronluk taslayan, güvenilmez akıl hocaları. Hepsinin birbirine bağımlı olduğunu ama birbirinin tekrarı olmadığını nasıl gösterebiliriz sorusu üzerinde düşündük. Sonra da Park, hepsinin aynı aktör tarafından canlandırılması fikrini ortaya attı. Ben de bunun harika olduğunu düşündüm çünkü bu, tematik olarak söylemeye çalıştığımız şeyi, konuya girmeden söylüyordu. Asla didaktik olmak zorunda kalmadan bu adamların hepsi birbirine benziyor diyebiliyorduk. O karakterlerin hepsi ortak çıkarları paylaşıyor. Bu aynı zamanda tüm beyaz erkeklerin aynı göründüğüne dair bir tür ters-ırkçı şaka! Ayrıca dizinin The Captain’ın bakış açısından anlatıldığını da izleyiciye hatırlatmaya yardımcı oluyor. Çünkü onun için bunların hepsi aynı adamlar.

Kitabı okuduğunuzda ilk ne hissettiniz ve uyarlamanızda anlatının türünü değiştirme ihtiyacı duydunuz mu?

Kitaba bayıldım. Kitaba gerçekten kişisel bir tepki verdim ki bu garip. Bir nevi 70’li yıllardaki genç bir adam olarak tepki verdim. O yılları ve gençliğimi hatırladım. Bir tür politik olgunlaşma ve kendi hayatına yabancılaşma hissini yaşadım. Tüm hikâyeyle kişisel bir bağ kurdum. Ama anlatının türüyle ve tarzıyla ilgili de televizyonculuk yönünden bir tepki verdim. Park, casusluk unsurunu zorlamamızı ve biraz daha sıkı hale getirmemizi, görevi bir şekilde The Captain için daha öncelikli hale getirmemizi istedi. Bu tür şeylerin televizyonda daha iyi karşılık bulacağını düşündü ki ben de onunla hemfikirdim.

Ayrıca daha önce de söylediğim gibi, ilk tepkim, “Bu harika bir Park Chan-wook sahnesi!” oldu. Mesela birinci bölümde, bira bahçesinde arka planda arkadaşları Bon kavga ederken The Captain ile diğer arkadaşının çok ciddi bir konuşma yapması ve kavgaya dikkat bile etmemeleri fikrine bayıldım. “Park buna bayılacak!” diye düşündüğümü hatırlıyorum.

Belki de özellikle genç Amerikalılar ya da genel olarak gençler için Vietnam Savaşı tarihte kaldı ya da sadece filmlerdeki versiyonunu biliyorlar. Bu hikâye ile onlara ve bize neyi hatırlatmayı, öğretmeyi ya da fark ettirmeyi umuyorsunuz?

Haklısın. Savaşın üzerinden 50 yıl geçti. Ama bunun gerçekten hiç küllenmemiş bir savaş olduğunu düşünüyorum. En azından Amerikalıların hayal gücünde, popüler kültürde, filmlerde tekrarlanmaya devam ediyor. Belki de en çok filmlerden tanıdığımız savaş bu, ki bu da eşsiz bir şey. Bu hem bir lütuf hem de bir lanet diyebilirim çünkü savaşla ilgili pek çok önyargının defalarca tekrarlanıp durduğu anlamına geliyor. Ama aynı zamanda Amerikan dış politikasında ve uluslararası ilişkilerde bir dönüm noktası olduğu hissinin de hiçbir zaman ölmediğini düşünüyorum. Watergate Skandalı ve Vietnam Savaşı’ndan sonra her şeyin yeniden gözden geçirilmesi gerekiyordu. Ve öyle de oldu ama bu ders tekrar tekrar öğretilmeye devam ediyor gibi görünüyor. Her savaşta Vietnam ile paralellikler gündeme getirilmeye devam ediyor. Bunu yazmaya başladığım zamanı hatırlıyorum, Afganistan’dan çekilmenin hemen akabindeydi ve tüm gazeteler, “Tıpkı Saigon’un düşüşü gibi” diyordu.

Bu açıdan bakıldığında ne yazık ki çok güncel bir konu ve bence izleyicilere şöyle bir seçenek sunuyor: Bu, duyduğunuz bir savaş. Bazı hikâyeleriniz var ama bir de diğer taraftan bakın. Eğer Vietnamlı değilseniz bu savaş Vietnam’da yaşandı. Ölen insanların büyük çoğunluğu Vietnamlıydı. Bu onların topraklarındaydı, bir şekilde Amerika tarafından damgalandı ama bu bir savaşla ilgili aptalca bir şey. Başka bir taraf olduğunu görmek ve o tarafta da karmaşıklıklar ve bölünmeler olduğunu anlamak… Sanırım ana mesajın şu olmasını umuyorum: Bu savaşları incelerken bir adım geri çekilmek ve her savaşın en az iki tarafı olduğunu fark etmek sempati, empati ve tevazu gerektirir.

Öyleyse bu dizi, daha çok popüler kültürden tanıdığımız Vietnam Savaşı’na yeni bir perspektif sunmayı amaçlıyor denebilir mi?

Evet. Vietnam Savaşı’na ilişkin imajımız çoğunlukla popüler kültür üzerinden şekilleniyor. Bu korkunç bir şey ama aynı zamanda savaştan tamamen ayrılamaz. Bu nedenle kitap ve dizi, savaşların ve Amerikan popüler kültürünün yumuşak diplomatik gücünü ve bunun savaşlara bakışımızı nasıl etkilediğini yeniden ele alıyor. Ve, evet, bence bu proje bir nevi şöyle diyor: Savaş hikâyelerini anlatma şeklimize bakalım ve onu biraz sarsalım.

Onur Bayrakçeken

1994 yılında İstanbul'da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nden mezun oldu. Annesinin başucunda okuduğu kitaplarla okumayı, ilkokul hocasının teşvikiyle yazmayı sevdi. İflah olmaz bir müzik tutkunu. İki şiir kitabı var (devrilmiş fil hüznü, devingen gömüt), bir de "Prekazi: Vurdu, Gol Oldu!" (Mylos Kitap, 2019) nehir söyleşi kitabını hazırladı.

Related post

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir