Özel Röportaj | Giray Altınok: “Bir antikahraman mizahı Türkiye’de kolay yapılmıyor”

 Özel Röportaj | Giray Altınok: “Bir antikahraman mizahı Türkiye’de kolay yapılmıyor”

Siz de tarihi güldürülere meraklıysanız Prens ile tanışın! Biraz deli dolu, biraz kibirli, sivri mi sivri dilli, ürkek ama vahşi bir kelebek o. Bongomya tahtının vârisi, Haşarya’nın sevgili ağabeyi, ailesine düşkün, sakat bir soylu. Giray Altınok’un canlandırdığı ve bir sosyal medya fenomeni olarak başlayıp diziye uyarlanan Prens, namı diğer Vahşi Kelebek, kuşkusuz yerli dizi tarihimizin en eğlenceli karakterlerinden. Elbette onun maceralarını konu alan Prens dizisi de Monthy Phytonvari anakronik komedisiyle yerli komedilerimiz arasında müstesna bir yere oturuyor.

Merakla beklenen ikinci sezonu nihayet BluTV‘de izleyicilerle buluşan Prens dizisini, yaratıcısı ve başrol oyuncusu Giray Altınok ile konuştuk. Tabii Prens dizisiyle de kalmadık ve komediden, dizi sektöründen, Giray Altınok’un adını herkese duyuran Güldür Güldür programından, tiyatrodan, çok daha fazlasından da bahsettik.

Keyifli okumalar dileriz!

Tam bir hayran sorusuyla başlayalım çünkü çok merak ediyoruz… Prens‘in yeni sezonunda bizi neler bekliyor?

İlk sezonu çok kritik bir yerde bırakmıştık. Savaşın ortasında kalmıştı Prens. İkinci sezon, savaştan 6 ay sonrasında başlıyor. Savaş bitmiş ve savaşın etkilerini görüyoruz Bongomya’da. Bizimki tekrar kral olmuş, sezona kral olarak başlıyor. Ancak her şey yolunda giderken kritik bir karar veriyor ve kuzeye gitmek zorunda kalıyor. İşler işte orada sarpa sarıyor.

Biraz evrenimiz genişledi ikinci sezonda. Korsanlar, yeni ülkeler, yeni krallıklar hayatımıza giriyor… Macar Krallığı gibi eski krallıkları da koruyoruz. Ama Prens yeni düşmanlar ediniyor. Prens’in en iyi yaptığı şey düşman edinmek! Bir ara isyan ediyor zaten, “Yeter! Ne kadar ülke varsa düşman olduk. Bir tane dost lazım bize,” diye.

Bu yeni giren krallıkların hepsi tarihi krallıklar mı yoksa Bongomya gibi kurgu ülkeler de var mı?

Hepsi gerçek, tarihi krallıklar yine. Prens, kuzeye gidiyor ve o dönem orada İsveç çok güçlü. Orada bir akrabalık ilişkisi kurmak istiyor ama harika bir düşman ediniyor.

Kral Olaf mı?

Evet, Kral Olaf. Engin (Benli) abi aramıza katıldı bu sezon. Kral Olaf’ı o canlandırıyor. Prens, Kral Olaf’la düşman oluyor. Onun dışında, tanıdığı diğer ülkelerle zaten düşmandı. Bir iki tane daha yeni düşman kazanıyor. Bir de bu sezon aslında denizlere açılıyor biraz…

Denizdeki sahnelerin çekimlerini nerede yaptınız?

MGX’te yaptık. Çekimlerin yüzde sekseni MGX’teydi. Gerçekten çok enteresan bir teknoloji. Tabii ki çekerken orada hiçbir şey olmuyor, çekim sonrasında görüyorsunuz sahneyi… Montaja girdiğimizde bazı görüntülere inanamadım.

Peki, hiçbir şeyin ortasında çekerken role nasıl giriyorsunuz?

Platformumuzun arkasında dev bir ekranımız var. Platformun üstüne, dekora kuruluyor ve biz oynuyoruz. Genelde oynadığımız taraf kameraları ve set ekibini gördüğümüz taraf oluyor. Yani arkadaki ekranı göremiyoruz. Görmeden oynuyoruz. Bir tiyatro gibi aslında; seyirci var karşında. Burada da kamera ekipmanları, onlar, bunlar, herkes… İlk sezonda herkes çok zorlanmıştı ama artık alıştık. Zaten çekim biter bitmez, monitöre gittiğimizde her şeyi görüyoruz. Hah, diyoruz, olmuş.

Sonuçta MGX çok enteresan, bence çağ atlatacak bir teknoloji. Çünkü sınırsız imkân sağlıyor size. Dünyanın neresini isterseniz oradaymış gibi çekim yapabilme imkânı veriyor. Doğru yapılanma ve doğru dekorla elbette. O yüzden her zaman söylüyorum: Müşvik Bey olmasaydı biz Prens‘i yapamazdık. Çünkü böyle bir işe gerçek dekorlarla kimse girmek istemezdi. Maliyet açısından çok büyük bir risk. Bir Osmanlı dizisi değilseniz bu riski almak çok saçma geliyor yapımcılara.

O yüzden ikinci sezonda da dünyamızı genişletirken yine o teknolojinin nimetlerinden faydalandık. 17-18 metrelik bir korsan gemisi yapıldı sanat ekibimiz tarafından. O korsan gemisinin içinde, arkaya denizi vererek, yanlarından hafif hafif salladık… Çıkan sonuca inanamıyor insan. Tabii ki ben set ekibini görüyorum yanda gemiyi sallarken ama monitöre geçtiğimizde çok tuhaf bir şeye dönüşüyor o iş. Hele efektleri ve sesleriyle hava durumu da eklenince… Çünkü üstte de dev bir LED ekran var. Işığı oradan alıyoruz. Gemide giderken ışık kısılınca bir anda hava kapatmış oluyor ve bulutlar geliyor. Çok gerçekçi oluyor.

Denizde fırtına sahnesi falan var mı?

Var. Yani çok büyük bir fırtına çıkmıyor ama bizimkilerin başına çok büyük bir iş açacak kadar büyük… Fırtınayı da bu teknolojiyle yapabildik. Arkada gök gürültüleri, şimşekler, yağmur…

Korsan deyince hemen Jack Sparrow geliyor. Aslında Prens’in hal ve tavırları Jack Sparrow’a da biraz benziyor.

Aynen. Bizim korsan deyince en hızlı satın aldığımız şey Jack Sparrow. Bütün dünyada olduğu gibi. O yüzden biz birazcık o dünyanın, o sevdiğimiz dünyanın da Prens‘in içine yavaş yavaş dahil olmasını istiyoruz. Bu anlamda denizlere çıkınca yapabileceğimiz en güzel şey tabii ki korsanlarla karşılaşmaktı! Ama bizdeki korsanlar gibi değil, Jack Sparrow gibi korsanların dünyasını yarattık.

giray altınok

Az önce dediniz ya, Osmanlı dizisi olmadığı zaman kimse o maliyetlere girmek istemiyor çünkü Osmanlı dizisine dayadığın zaman insanlar alıyorlar bunu diye… Prens karakterinin ülkesi, Bongomya, belli ki Avrupa’da ama tamamen kurgusal bir ülke. Niye örneğin Osmanlı’ya bağlı, tarihteki bir krallık tercih etmediniz? Kaldı ki Macaristan, Fransa falan var…

Biz açıkçası çok bizden bir tarafa girmek istemedik özellikle ilk iki sezonda. Çünkü Türkiye’de bazı konular çok hassas. Aslında Prens dizisini yaratırken Kerem ile birlikte hep şunu düşündük: Öyle Osmanlı dizileri izliyoruz ki hiç hata yapmayan, dili sürçmeyen padişahlar izliyoruz… Peki, Zigetvar seferinde padişah 40 bin kişilik orduyu toplamış, onlara son bir konuşma yapacak, attan inerken atın mahmuzuna ayağa takılsa da tekleyerek inse ne olur? Herhalde kimse buna açıkça reaksiyon gösteremez ama mutlaka arkalarda iki asker birbirini çaktırmadan bir dürter, “Gördün mü ayağı takıldı!” diye. Birazdan ölecek bile olsa güler. Çünkü hayatın içinde, en gergin anda bile mizah var. Prens‘in bütün mizahı da buradan çıkıyor aslında.

Tabii Prens müthiş bencil, korkak, kompleksli de bir karakter: Antikahraman olmanın tüm özelliklerini taşıyor. Öncelikle kendisiyle dalga geçebiliyor zaten bütün hırslarının yanında. Sonra herkesle dalga geçiyor. O yüzden bizim Prens‘te yapmak istediğimiz şey aslında tehlikeli bir şeydi. Bir antikahraman mizahı Türkiye’de kolay yapılmıyor. Doğru doneleri koymazsanız çok itici bir hale gelebiliyor. Prens de halka, “Alt tabaka” diye bile sesleniyor… Ama onu kahraman yapan tek bir özelliği var: Günün sonunda doğru şeyi yapıyor. Zaten, “Biz Bongomyalıyız, bizde aileye yamuk olmaz,” diyor; onlar bir aile, birbiri için ölürler. Gerçekten birbirlerine bütün kötülükleri yaparlar saray içinde. Ama Prens, günü geldiğinde Haşarya için ölmesi gerekirse defalarca ölebilir. Hiç gözünü bile kırpmaz kardeşi için. Böyle de bir aile yapıları var. Bütün bu delirmişliğin ortasındaki işte o aile duygusunu sevdirebildiğimiz zaman zaten başarmış olacaktık. O yüzden seyirci ailenin tamamını sevdi; sadece Prens’i değil, onun etrafındaki herkesi sevdi.

Prens televizyonda yayınlansa aynı beğeni ve ilgiyle karşılaşır mıydı?

Hayır. Bu, ulaşman gereken bir dizi. Bunu izleyicinin önüne birdenbire çıkarırsan çok kolay harcanabilir. Birinden duyup, merak edip, zaman ayırıp izlersen sevebilirsin Prens‘i.

Bir de televizyonda olsaydık çok kritik bazı şeyleri yapamazdım. Dilimiz rahat olmazdı. Karakterlerimizi bu kadar istediğimiz gibi ortaya çıkaramazdık. O yüzden tam bir dijital işi… Kaldı ki Prens televizyonda olsaydı herhalde ilk sezonunda Osmanlı ile birleşir, Osmanlı dizisi olarak devam ederdi.

giray altınok

Prens, bir sosyal medya projesi olarak başlamıştı. En başta dizi yapma fikriniz var mıydı yoksa sonradan mı gelişti?

Yoktu, sonradan gelişti. Bongomytv hesabında birçok karakter yapıyordum. Prens bence aralarında en dizi olamayacak karakterdi ki hiç aklımızda yoktu. Yine günün sonunda maliyet işine geliyordu… “Bize kimse bu parayı verip ben size bu diziyi yapayım demez,” diye düşünüyorduk. Diyecek, bu deliliğe inanacak birini bulduk! Yoksa orada birkaç tane başka pilot karakteri vardı. Oğluyla sıkıntısı olan bir baba falan. Onlar bir sinema filmine ya da diziye daha kolay çevrilebilecek karakterlerdi. Prens çok maliyetliydi. Ama biri bu maliyeti karşılamayı kabul edince hayal her şeyin önüne geçti. Çünkü aslında içten içe benim en çok hayata geçirmek ve ilerletmek istediğim karakter Prens’ti.

O sosyal medya videolarını çektiğinizde ilk kiminle paylaştınız?

Ev arkadaşım vardı, Kemal Uçar, o da oyuncudur. Kemal televizyon izliyordu. Ben de arkadaki masada oturuyor, telefonu koyup pelerinimle falan bir şey yapıyordum… 35 yaşında, koskoca adam! Kemal, “Oğlum emin misin bak? İyi bir kariyerimiz var,” dedi. Sonuçta sonra silmek zor olabilir bunu yani… İfşan çıksa daha az üzülürsün! Ama dedim ki, “Kemal, deneyeceğim ben bunu.” Ondan sonra ilk o güldü. Tavsiyeler bile vermeye başladı.

Yazılı bir metin var mıydı?

Yok. Kafamda belirliyor, sonra o belirlediğim cümleleri 10-15 kere tekrarlıyordum. Bir süre sonra tempo da oturdu. Eskiden 1 dakika sınırı vardı. En başta bir video 1 dk. 15 sn. falan sürebiliyordu. Sonra tam 59. saniyede bitirmeye başladım, kendiliğinden, otomatikleşti.

giray altınok

Yılmaz Gruda gibi usta bir isimle de çalıştınız.

Evet. Sondan bir önceki işi Prens oldu Yılmaz amcanın. Çok şanslıydık, bize bir sezon ders verip gitti. Allah rahmet eylesin. Bu iş nasıl yapılır, işe nasıl saygı duyulur, gösterdi. 93 yaşındaydı bizimle çalışırken ama hep kemik ezber gelirdi. Uzayan setlerde asla gıkını çıkarmazdı. İşe benden bile fazla sahip çıkmış bir karakterdi. Onunla çalıştığımız için çok şanslıyız. Ondan birçok anı da dinledik. Sadece oyunculuk da değil, o kadar titri olan biri ki, yazar, yönetmen, çevirmen, şair… Ondan tüm o anıları dinlemek, onunla çalışma fırsatı yakalamak harikaydı. İkinci sezonda da tatlı bir sahneyle andık Yılmaz amcayı.

Dijital platformlarda sanki yeni bir komedi anlayışı gelişiyor. Gibi bunun en bariz örneği. Prens‘in konsepti tamamen farklı olsa da belirli yakınlıklar görüyorum. İki sorum var: Birincisi, Türkiye’de dijital platformların işe dahil olması komedi anlayışında nasıl bir değişikliğe yol açıyor? İkincisi, Prens‘in komedi anlayışını biraz Monthy Phython‘a benzetiyorum ve buna “anakronik komedi” diyorum. Siz Prens‘in komedi anlayışını nasıl tanımlarsınız?

Bu konuyu Ölümlü Dünya 2‘nin setinde Feyyaz’la da çok konuştuk. Bence Feyyazlar da biz de şöyle bir risk aldık: İkimizin mizahı da bugüne kadar gördüğümüz mizahtan farklı. Yani 20 dakika boyunca hiç olmayacak bir konunun üzerine uzun uzun konuşmalar falan… Herhangi bir yapımcı bunu sıkıcı bulabilir. Bunun bir mizah olduğunu anlamak, bir tür olduğunu anlamak için bunu yapmak ve hayata geçirmek gerekiyordu. Onlar da bu fırsatı buldular ve bunun hiç de seyirciyi sıkan bir şey olmadığı anlaşıldı. Bu mizahın seyircinin çabucak sahipleneceği bir tür olduğunu ancak yapılınca gördük. O açıdan Feyyazlar bir yol açtı. O yolda başka diziler de yapıldı, başka fikirlere alan açıldı. Biz de kendi çapımızda, tek bir karakter üzerinden ilerleyen, “one-man show” gibi gözüken ama aslında çok ciddi ensemble işi olan bir tarihi komedi yaptık. O bakımdan Monthy Phyton‘a benziyor, evet. Ama tarihi komedi bizde unutulmuştu. Komedi unutulmuştu. Çünkü yurtdışına satmıyor diye kimse komediye girmek istemiyor.

Artık bütün duygumuz bir şeyi satmak üzerinden, bütün duygumuz parayla ilgili. Tabii ki bu bir ekonomi, anlıyorum. Ama bir şey yurtdışına satılır mı, satılmaz mı üzerinden yola çıktığınız zaman işte bu kadar kötü işler izliyorsunuz arkadaşlar. Üç bölümde, beş bölümde yayından kalkıyor… Üç beş bölüm bile çok onlara. Çünkü o kadar aynı hikâyeleri seyirciyi salak yerine koyarak anlatıyorlar ki… Dijital bize bir alternatif olduğunu gösterdi. Bizim gibi yaratan insanlara da, “Fikriniz varsa gelin burada yapın,” dendi. Eskiden televizyonda mahalle dizileri vardı. Mahallenin Muhtarları, Bizimkiler… On sene sürdü Bizimkiler. Düşünebiliyor musun? Bir komedi dizisi ve on sene devam ediyor. Müthiş bir şey. Şimdi ise komedi deyince, “Abi satmaz,” diyorlar.

Giray Altınok: “Sonuçta dijital bize ve yeni fikirleri olan insanlara bir alan açtı.”

Tarihi komedi denince de Elveda Rumeli vardı mesela.

Harika bir işti. O kadar fırsat veriliyordu ki bu tarz işlere… Çünkü Türk izleyicisine yapıyordu. Şimdi artık globale satabilir miyim diye bakılıyor. Global için komedi üretmek zor. Ama Prens bence buna en yakın işlerden biri. Çünkü bu ülkeye dair hiçbir şey anlatmıyor aslında. Her ülkede izlenebilecek, kötü yönetilen bir krallığı anlatıyor. Prens‘i yaparken bize ait doneleri, kodları kullanmamaya çalışmamızın bir nedeni de buydu.

Sonuçta dijital bize ve yeni fikirleri olan insanlara bir alan açtı. Dijital olmasa komedi üreten insanlar başka işler yapmak zorunda kalırdı herhalde artık. Çünkü gerçekten televizyonda hiç yapılmıyor. Bir tek Güldür Güldür ve Çok Güzel Hareketler Bunlar‘a komedi dizisi ödülleri veriyorlar. Halbuki bunlar dizi değil, komedi programı. Ama komedi dizisi o kadar yok ki o kategorinin ödülleri bu işlere gidiyor.

Öte yandan dijitalde de şimdi büyük bir sıkıntı var, sektör birkaç yapımcı ve oyuncu özelinde daralmaya başladı. Yani bütün dijital platformlar birkaç yapım şirketi özelinde dönmeye başlıyor yavaş yavaş. Bir iş tutuyor, onun gibi 5 iş daha yapalım deniyor. Neyse ki bizimki biraz tuhaf bir iş olduğu için taklit etmeye çekiniyorlar. Halbuki Türkiye’de en çok izlenen işlerden biri Kahpe Bizans filmiydi. Çok iyi bir tarihi komediydi.

Ama sizin yaptığınız komedi gibi bir komedi yazacak çok isim de yok açıkçası.

Bizim şansımız yazan kişinin oynuyor olması. Kerem’le yazarken biz bütün sahneleri oynuyoruz bir yandan. Bir şeyin çalışıp çalışmadığını çok hızlı test edebiliyoruz. Avantajımız o. Ama senaryo anlamında da çok ciddi bir sıkıntı var Türkiye’de. Yine satıp satmayacağı düşünülüyor sadece.

Uyarlamaların sayısı da çok arttı.

Kore’nin yarısından çoğunu yaptık herhalde. Bahar da Kore uyarlaması örneğin. Ama onun çok iyi bir cast’ı var. Demet Evgar’ı, Buğra Gülsoy’u, Mehmet Yılmaz Ak’ı izlemek çok büyük keyif. Hikâyesi aslında basit bir hikâye; Amerika’yı yeniden keşfetmiyor yani, o anlamda basit. Ama oynayanlar ve çekenler o kadar iyi ki izletiyor kendini. O yüzden de iyi uygulamak, iyi uyarlamak da önemli. Biz onu iyi yapabiliyoruz. Dışarıda yapılmış bir şeyi kendimize uydurmayı çok güzel beceren bir ülkeyiz. Dublajda da çok iyiyiz mesela.

Popülerlikle aranız nasıl? Herkesin yoğun bir ilgisi var… Fark ediyor musunuz bunu?

Görüyorum, seviniyorum buna. Benim 3 senelik bir Güldür Güldür geçmişim vardı. Aslında geniş kitlelere ulaşmam Güldür Güldür ile oldu. Güldür Güldür’ün şöyle bir handikapı oluyor: Bir yerden sonra sen artık kayboluyorsun ve oradaki karakterinin adı neyse sana onunla hitap etmeye başlıyorlar. Ben onu görünce eyvah dedim. “Çok güzel bir şey yapıyoruz ama yarın yeni bir şey yapmaya kalksam Feridun’un yeni dizisi diyecekler,” diye düşündüm. Bu yüzden yaptığım işleri mümkün olduğunca çeşitlendirmek istedim.

Prens de çok üste yapışabilecek bir karakter değil mi? Sokakta Prens diye ya da Vahşi Kelebek diye seslenen oluyor mu?

Hayır ama daha enteresan bir şey oluyor, Prens’in replikleriyle sesleniyorlar. Mesela yolda yürüyorum, merhaba bile demeden “Kudur köpek!” diyor bana. (Gülüyor) “Anlamadım?” diyorum. “Diziyi izliyorum,” diyor. Diziyi izliyorum desene o zaman, “Kudur köpek!” diye bağırıyorsun, herkes bize bakıyor! (Gülüyor)

Bizim insanımız özellikle tarihi dizilerde kurguyla gerçeği ayırt etmekte de bir sorun yaşıyor…

Evet, kesinlikle. Burak Özçivit bir oyuncu arkadaşlar. Tarihte Burak Özçivit yok, Osman Gazi var. (Gülüyor) Çok enteresan bir durum. Özellikle Anadolu’da bu tip işler dizi değil de belgesel gibi izleniyor. Bütün kurgusal anlatılar da tarihi gerçeklik olarak hafızalara kazınıyor. Neyse ki Prens’te öyle bir şey yaşamıyorum. O kadar ruhsuz bir karakter ki, o kadarı da yoktur diye düşünüyorlar. Ama seyirciyle kurduğumuz bağ gerçekten muhteşem. Yaptığımız işi kabullendiler.

“Giray Altınok: Nereye giderse gitsin, sonu ölüm olsa bile kendinden hiç taviz vermeyen bir geri zekâlı Prens! Çünkü tek odağı, yapmak istediği şey.”

Peki, Prens ne kadar daha devam edecek? Üçüncü, dördüncü sezonlar olacak mı?

Ben bir işe tutunup hep onunla devam etme yanlısı biri hiçbir zaman olmadım. Bir yerde kopup gidiyor benden. Çünkü kafamın içinde, “Hadi yeni bir şey dene!” diye konuşan biri oluyor. O yüzden bir şeyi yeşertiyor, büyütüyor, sonra kenara koyuyorum. Ama Prens‘ten bir sezon daha çıkar çünkü hikâye yarım kaldı. İkinci sezonda bıraktığımız yer de tuhaf. Galiba üçüncü sezonda yolumuz artık Osmanlı devletiyle kesişecek. Çünkü tarih olarak da 1400’lerin ortasındayız, Fatih’in İstanbul’u fethettiği yıllardayız…

Burak Özçivit konuk olur mu üçüncü sezona?

Neden olmasın! Seve seve. Seviyormuş Prens‘i de duyduğuma göre. Tabii işin içine Osmanlı devleti girince senaryoda hassas olmamız gerekecek. Zaten bizim Osmanlı devleti ile bir şaka yapmamız sözkonusu değil ama Prens, neresi olursa olsun her girdiği ortamda umursamaz biri… O, gerçeklerle alay etmiyor; bulunduğu ortama yabancılaşıyor. Fransızlarla da alay etmiyordu mesela.

Nereye giderse gitsin, sonu ölüm olsa bile kendinden hiç taviz vermeyen bir geri zekâlı Prens! (Gülüyor) Çünkü tek odağı, yapmak istediği şey. İstediğimi alayım da birini kırdım mı, üzdüm mü, kellem gider mi; hiç düşünmüyor. Karşı taraf da bu seviye karşısında biraz şoka girip onun ritmine ayak uyduruyor ister istemez. Prens, insanı öyle bir seviyeye indiriyor ki sen orada hiçbir şey yapamıyorsun ona, savaşamıyorsun onunla. Bunu Osmanlı’ya taşıdığımızda da belirli bir dozda yapsın istiyoruz.

İlk sezonda benim ilgimi şu çok çekmişti: En başta Prens çok ciddiyetsizdi. Ama Haşarya’yla esir düştüler ve bir baktı memleket elden gidiyor… Birdenbire krallığını kurtarmak için planlar yapmaya başladı, biraz daha ciddileşti, bir dönüşüm geçirdi.

Aslında söylemeye çalıştığım şey de bu. Günün sonunda Prens doğruyu yapar. Herkesi kurtarır, hepimizi rahatlatır. “Bunca kötülük yaptı, ne namussuz!” dediğimiz adam sezonun sonunda mutlaka gözümüzden kalpler çıkaracak bir şey yapar. Zaten bir antikahramanın en önemli özelliği budur. Prens’in seni yarı yolda bırakmayacağını bilirsin. İkinci sezonda da bu var.

Machiavelli, bizim Prens ile karşılaşsa ona ne önerirdi?

Kitabını yırtardı adam… “Edebinle dur,” derdi herhalde. (Gülüyor) Bu arada geçenlerde biri Machiavelli’nin kitabının kapağına Prens’i koymuş, çok güldüm, çok hoşuma gitti.

Sohbetimizin sonuna doğru biraz da geçmişinize gidelim. Sosyoloji okumuşsunuz. Sosyoloji okumak yazarlığınızda ve komedi anlayışınızda ne kadar etkili oldu?

Hep söylerim, oyunculuk yapmak isteyen veya oyunculuk okuluna girememiş biri sosyoloji okumalı. Yazarlık yapmak isteyen veya dramaturji okuyamayan biri ise kesinlikle sosyoloji okumalı. Eğer araştırmayı gerçekten seviyorsan sosyoloji kadar insanı besleyen bir bölüm yok… Ben Pamukkale Üniversitesi’nde okudum, çok iyi hocalarımız vardı. Hasan hocamın kulakları çınlasın, işine bu kadar hâkim bir insandan ders almak yazarlığımı çok etkilemiştir. Öyle kitap önerileri vardı ki benim bütün kalemimi değiştirmiş, ufkumu açmıştır.

Oyuncu olmaya üniversitede mi karar vermiştiniz?

Evet. Futbol oynuyordum eskiden. Bir sakatlık yaşadım. Futbol kariyerimi sürdüremeyeceğimi düşündüm artık. Zaten sporculuk kariyeri bana göre değil; o antrenman programı falan… Dedim ki ben ne yapabilirim? Şaka yapabiliyorum. Biraz yazarlığım da olunca, üniversite tiyatrosunda oyunlar yazmaya başladım.

Şimdi birkaç çerez soruyla bitirelim. Alaaddin’in cini gelse ve “Dilediğin yönetmenle çalışabilirsin,” dese kimi seçerdiniz?

Alfred Hitchcock’u çok severim. Hitchcock’la ilgili çok fazla okumuştum. Çok tuhaf bir insan Hitchcock, hakkında bir sürü tevatür var. Hangisi gerçek, hangisi değil çok merak ediyorum. Ancak onunla çalışsam öğrenebilirim gibi geliyor. O yüzden de Hitchcock’la çalışmak isterdim.

Peki, bir günde bitireceğiniz, bir başladınız mı bırakamadığınız dizileriniz var mı?

Seinfeld, benim için de Kerem için de bir dizi değil, din. Biz durum komedisi anlayışımızı Seinfeld‘in temel dinamikleri üzerine kurup geliştiriyoruz. Öyle bir matematik üretmiş ki Jerry Seinfeld… Friends olsun, How I Met Your Mother olsun, Big Bang Theory olsun, hepsi Seinfeld‘in kurduğu bu sistem üzerine oturtuyor.

The Office?

The Office biraz onlardan ayrı. O da çok iyi bir tür. Hatta bunu söylemen garip. Bu ara Office matematiğinde, tek bir deli karakteri, etrafındaki yedi-sekiz karakterle bir yere sıkıştırıp bir iş yapmayı düşünüyoruz. Benim de hayran kaldığım bir işti Office. Modern Family de öyle. Ama Seinfeld hepsinden önde benim için… 9 sezonluk bir dizi ve ben 24 saat izleyebilirim onu. Herhalde 13-14 kere bitirmişimdir Seinfeld‘i, artık tüm şakaları ezbere biliyorum.

Röportaj: Oben Budak&Onur Bayrakçeken
Fotoğraf: Mesut Adlin
Styling: Bedirhan Taşçı
Makyaj: Uğur Kıral
Mekân: Haliç Tersanesi
*Röportaj, Episode’un 56. sayısında yayımlanmıştır.

Onur Bayrakçeken

1994 yılında İstanbul'da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nden mezun oldu. Annesinin başucunda okuduğu kitaplarla okumayı, ilkokul hocasının teşvikiyle yazmayı sevdi. İflah olmaz bir müzik tutkunu. İki şiir kitabı var (devrilmiş fil hüznü, devingen gömüt), bir de "Prekazi: Vurdu, Gol Oldu!" (Mylos Kitap, 2019) nehir söyleşi kitabını hazırladı.

Related post

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir