‘Hellraiser 2022’: Karanlık Arzular Ustası Clive Barker ve Korku Seansı

 ‘Hellraiser 2022’: Karanlık Arzular Ustası Clive Barker ve Korku Seansı

Clive Barker; korku ve karanlık fantezi türü adına ulaşılması güç bir yerde durur. Hatta Barker zamanında Stephen King’in bile, “Korku edebiyatının geleceğini onda görüyorum,” dediği bir isimdir ancak sözkonusu Barker olduğunda bu tanımlama yeterli değildir.

Karanlık arzulara, bedenlere, zihnin dehlizlerine, metafiziğe, hayata ve ölüme dair meşum hikâyeler anlatan Barker; Edgar Allan Poe ve H.P. Lovecraft gibi isimlerin yanında görülür. Satırlarında da Poe’nun “grande literature” (büyük edebiyat) tutkusunu Lovecraft’ın kozmik tekinsizliğiyle buluşturur.

Çokyönlü bir yazar olan Barker’ın kendi hikâyesi de tutkuyla örülmüş bir hikâyedir. Üniversitede İngiliz dili ve felsefe okuyan Barker, gençlik yıllarında tiyatro oyunları yazar. Tiyatro gruplarıyla yaptığı çalışmalarla ve yazdığı oyunlarla ismini duyuran yazar, uzun süre sosyal yardımla geçinir.

Resim, çizgi roman ve görsel sanatlarla da ilgilenen Barker, 1984-85 arasında yazdığı Books of Blood (Kan Kitapları) ile ilk büyük çıkışını yapar. Antoloji olan Books of Blood, korku edebiyatında ve karanlık fantezi türünde devrim yaratacak bir yeniliğe sahiptir. Barker’ın hayal gücü karanlık yollara doğru hızla yol alır, ortalığı dehşete ve kırmızıya boyar.

Hellraiser

Kan Kitapları arkasından gelen The Damnation Game (Lanetlenme Oyunu) ve The Hellbound Heart (Cehennemlik Yürek) ise Barker için sıçrama tahtası olur. The Damnation Game ilk romanıdır ve bu romanda meta anlatı olan Faustvari bir yapı kurar. Kâbuslarını ortaya çıkaran Barker ensestle, yamyamlıkla, mazoşizmle dolu modern ve rahatsız edici bir eser ortaya koyar.

Cehennemin kapılarını hepten açtığı novellası The Hellbound Heart ise dünya çapında tanınmasını sağlar. The Hellbound Heart eserinde insanlığın “Gash Tarikatı” olarak bildiği ve emelleri insanların en büyük arzularını yerine getirmek olan iblisler üzerinden bir öykü kurar. Bu anlatının temelinde insanların isteklerinin nelere mal olabileceği vardır ve eserdeki atmosfer yaratımı da fazlasıyla sinemasaldır. Barker; cinsellik, şiddet ve ürkünçlük sarmalına okurları hapseder.

Çağdaşı Neil Gaiman ile birlikte İngiliz edebiyatında yeni sınırlar belirleyen Barker, The Hellbound Heart’tan sinemaya uyarladığı “Hellraiser” ile de kanla yazılan satırlarını görsel bir dünyaya taşır.

‘A Nightmare on Elm Street’in İzinde: Bir Korku Klasiği

80’li yılları korku sinemasının altın çağı olarak tanımlayabiliriz. Zaten o dönemin korku türü üzerindeki etkileri de devam ediyor. “Video nasty” dönemi olarak anılan bu dönemde yapılan filmlerin birçoğu günümüzde kült statüsünde yer alıyor. Dario Argento’nun Tenebrae’si, Sam Raimi’nin The Evil Dead’i, Andrzej Żuławski’nin Possesion’ı, Lucio Fulci’nin The Beyond’u gibi korku klasiklerinin yapıldığı bu dönem ekstrem vahşet unsurlarıyla da dikkat çeker.

Clive Barker’ın senaryosunu yazıp yönettiği Hellraiser da döneme damga vuran ve korku sinemasına yön veren yapımlardan biri olarak karşımızda duruyor. Hellraiser filmiyle hibrit sinema örneği sunan Barker, “B Movie” estetiğiyle öne çıkan ve Wes Craven’in A Nightmare on Elm Street’inin izinden giden bir film yaratmıştır.

Kitaplarındaki karanlık arzuları ve mitik motifleri beyazperdeye aktaran Barker, İtalyan sinemasındaki “Giallo” damarını da yakalar. Hipercinsellik, istismar, şiddet, metafizik, okültizm ve sadomazoşizm öğeleri altkültürden beslenerek izleyicinin yüzüne çarpar.

Hellraiser

Barker, metinlerinde olduğu gibi kendine has bir film inşa eder ve başka bir boyuttan gelen şeytani varlıklar olarak karşımıza çıkan “Cenobite”ler de ürkünç karakterler olarak iz bırakır. Özellikle İngiliz oyuncu Doug Bradley’nin özdeşleştiği ve Cenobite’lerin lideri konumundaki Pinhead (Çivikafa), Michael Myers, Freddy Krueger ya da Jason Voorhees gibi ikonik bir karaktere dönüşür.

Hellraiser’ın alt metninde ise aile kavramındaki ikiyüzlülük ve yobazlık vardır. Barker “perili ev” anlatısını “slasher” filmleriyle buluştur, üstüne de “Giallo” sinemasındaki sürreal imgeleri ekleyerek bu kavramlara saldırır. Aslında Cenobite’ler sadomazoşist ve acımasız varlıklar olarak insanları cezalandırırlar. Hellraiser’ın sahip olduğu bu yenilikçi aykırılık ise yapımın bir “franchise”a dönüşmesini sağlar.

90’larda ve 2000’lerdeki filmlerle birlikte seri on filmlik külliyata dönüşür. Doug Bradley de tam sekiz kere Pinhead olarak kendisini gösterir. Ancak 2018’de yapılan Hellraiser: Judgment sonrası Hellraiser’ın haklarını elinde bulunduran Spyglass Media Group seriyi yeniden başlatma (reboot) kararı verdi. Neticede Hellraiser franchise’ı korku külliyatı açısından özel bir yerde duruyor ve yapım şirketi açısından da hâlâ tabakta sıyrılabilecek bir şeyler bulunuyor.

Orijinal Yapımın Gölgesinde Bir Deneme

Aslına bakılırsa Clive Barker’ın Hellraiser serisiyle uzun süredir ilgisi yoktu. Son olarak Candyman’in ikinci filmi olan Candyman: Farewell to the Flesh’in hikâyesini yazdıktan sonra 1996 yapımı Hellraiser: Bloodline’ın yapımcısı olmuştu. Bu arada hatırlatmakta yarar var, bir başka kült korku serisi olan Candyman de Barker’ın Books of Blood’unda yer alan bir öyküden sinemaya uyarlanmıştır.

Hellraiser’a dönersem Spyglass Media Group, Hellraiser serisini yeniden başlatma kararı verince Barker yeniden yapımcı koltuğuna oturdu. Yeni filmdeki yaratıcı ekip The Night House’dan tanıdığımız ekip yani David Bruckner, Ben Collins ve Luke Piotrowski üçlüsü oldu.

Hellraiser

Yeni Hellraiser filminin hikâyesini de David S. Goyer’in yazdığını belirtmek gerekir. Goyer, senarist ve yönetmen olmasının yanı sıra bir çizgi roman yazarı. Blade, Christopher Nolan’ın Batman serisi ve Man of Steel’in arkasında da onun kalemi var; o nedenle Hellraiser’a fikren katabilecekleri ortada ama keşke senaryo da onun elinden çıksaymış. Goyer yeni Hellraiser’ın sadece hikâye çatısını oluşturmuş, esasen Hellraiser’daki çizgi roman etkisini de göz önünde bulundurunca Goyer’e daha önemli bir rol ve kreatif kontrol verilebilirmiş.

Bu doğrultuda yeni filmin orijinal filmden bağımsız seyreden bir film olduğunu söylemek gerekiyor. Yönetmen Bruckner da belli ki Hellraiser mitosunu daha modernist ve çağa uygun şekilde anlatmak istemiş. Filmdeki LGBTQ duyarlılığı ve protagonistin bir kadın olması da bundan kaynaklanıyor. Keza Pinhead’in trans bir model ve oyuncu olan Jamie Clayton tarafından canlandırılması da aynı duyarlılıktan. Açıkçası korku türünün ve hayranlarının muhafazakâr reflekslerini düşününce bu tercihlerin yerinde olduğunun da altını çizmek gerekiyor.

Barker hem edebi anlamda hem de sinemasal olarak zaten avangart ve tabu kıran bir isim. Bilmeyenler için Barker’ın ataerkil toplum düzeniyle ya da dini zorlamalarla dertleri olan bir gey olduğunu da aktarmalıyım, dolayısıyla Hellraiser’ın özünde zaten onun gey evreninin temsilleri var. Örneğin Cenobite’lerin tasarımlarının bile sadomazoşist fetiş kulüplerinden ilham alınarak yapılması boşuna değil. Lakin Barker’ın Hellraiser’ında bu temsillerin bir anlamı ve dokunduğu bir yer vardı. Barker; Hellraiser’ın kanla kaplı, vahşet dolu dünyası üzerinden tiksinti duyduğu toplumsal tabulara saldırıyordu.

Hellraiser

Maalesef yeni filmin en büyük sorunu Barker’ın kurduğu evrenin özünü anlayamamasında ve tam olarak tasvir edememesinde yatıyor. Bazı duyarlılıkları sadece formalist şekilde kullanmak da Hellraiser mitosunun sertliğini aktarmak için yeterli olmuyor. Yine de yeni filmin hikâyesinde mutlak güç ve sonsuz haz isteyen zengin, doyumsuz erkek karakterin cezalandırılması önemli bir yere oturuyor. Ama bedenleri parçalayan zincirler, “splatter” sinema unsurları ve oluk oluk akan kan bundan daha fazlasına gereksinim duyuyor.

Filmdeki karakter arklarının da iyi çizilmediğini ifade etmeliyim. Film bu anlamda süreyi de doğru kullanamıyor ve izleyicilere karakterlerini tanıtamıyor, onlarla bağ kurduramıyor. Özellikle Odessa A’zion’un canlandırdığı ve filmin başkahramanı olan Riley’ye uzak kalıyoruz.

Öte yandan filmdeki prodüksiyon tasarımının, özel efektlerin ve atmosfer kurulumunun hayli başarılı olduğunu belirtmem lazım. Orijinal filmdeki “perili ev” şablonu burada büyük bir malikâneye taşınıyor.
Bruckner da yönetmen olarak bu gotik malikâneyi layıkıyla kullanıyor, gerilim yaratmayı biliyor ve Cenobite’lerin lanetini açığa çıkarıyor.

Sonuç olarak Hellraiser serisi yeniden başlasa da 80’lerin korku ambiyansı, sosyokültürel kodları ve popüler kültürde yarattığı etki başkaydı. O yüzden Michael Myers, Freddy Krueger, Jason Voorhees ya da Pinhead gibi ikonik karakterleri rahat bırakmanın zamanı çoktan geldi.

Bu yazı, Episode’un 47. sayısında yayımlanmıştır.

Orçun Onat Demiröz

Lisans öğrenimini 2010 yılında İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesinde tamamladı. Akabinde yüksek lisans için Viyana’ya gitti ve 4 yıl kadar Avusturya’da yaşadı. 2015 yılında Türkiye’ye döndü ve çeşitli kültür/sanat dergilerinde, eklerde, bloglarda yazarlık yaptı. Aynı zamanda birçok ajansta da metin ve içerik yazarı olarak çalıştı. Hayatına yazar, yorumcu ve DJ olarak devam ediyor.

Related post

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir