Apple TV+’ın Silo Serisinin 2. Sezonundan İlk Fragman Yayınlandı
Kaan Urgancıoğlu ile Karantina Günleri
Kaan Urgancıoğlu ile bir stüdyo ya da belirlediğimiz bir çekim mekânında tüm ekip buluşamadık bu kez. Ancak mart ayından beri yaşadığımız bu olağanüstü durum, kapak için heyecanlanmamızı ve çalışmamızı engelleyemedi. Korona günlerine özel fotoğraflar ve röportajımız sizinle. Fotoğraflar için Zeynep Oymak’a teşekkürlerimizle…
Nasıl gidiyor karantina?
Beklediğimden daha iyi gidiyor. Birtakım rutinler geliştirdiğimiz için zaman epey hızlı geçmeye başladı. Zaten evde zaman geçirmeyi severdim, üstüne şehrin sesinin azalması daha da keyifli bir hale getirdi bunu. Mutfak becerilerimiz gelişti ve önceye kıyasla daha iyi beslenmeye başladık.
Neler keşfettiniz bu dönemde? Çoğumuzun daha fazla içe döndüğü, dünyanın gidişatıyla ilgili de daha fazla düşündüğü bir dönemdeyiz, sizde neler uyandırdı ve düşündürdü bu süreç?
Evet, ilginç bir süreç yaşıyoruz gerçekten. Sanki geçmiş bir zamana ışınlanmışız gibi geliyor arada, bununla birlikte elimizin altında da tüm teknolojik cihazlar kimsenin tecrübe sahibi olmadığı, herkes için yeni, kendi başına bir keşif zamanı yaşıyoruz. Bu süreçle içe dönmüş olarak görmüyorum kendimi, bir süredir kendi normalime göre içe dönük yaşamaktaydım ancak şimdilerde zihnimin daha dinginleşip berraklaştığını hissediyorum.
Dünyanın gidişatıyla ilgili çok düşündüğümü söyleyemem. En azından bu süreçte kesinlikle böyle. Daha çok bugünde kalmaya çalışıyorum. Bir iş planı yapmak zorunda değilsek böylesinin halimizi iyi muhafaza etmek için daha doğru olduğu kanısındayım. Çevremde de gelecek konuşulduğu gibi, bir endişenin hâkim olduğunu gözlemledim. Şimdilerde geçmiş hatalarımıza, eksikliklerimize odaklanmamız daha akılcı geliyor. Lakin bu seviyeyi bitiremedik daha.
Dünya nereye gidiyor bilmiyorum ama elimden geldiğince uzun süre bu yolculukta birlikte olmak niyetindeyim. İhtimallere düşmektense elimizdekilere sarılmış durumdayım. Yine de hissimi söylemem gerekirse evet, zor zamanlar geçireceğiz ama sonrasında çok güzel zamanlar bizi bekliyor.
En çok neleri yapmayı özlediniz bu dönemde?
Çok şey var. Doğayı, arkadaşlarımı, gürültülü olmayan kalabalık yerleri, geniş sofraları, annemi, anneannemi, teyzemi, dayımı, kuzenlerimi, eniştemi, özgürlük hissini özledim ve evimi özlemeyi özledim.
“Evet, zor zamanlar geçireceğiz ama sonrasında çok güzel zamanlar bizi bekliyor.”
Episode’un 4. sayısında da kapak konuğumuzdunuz, bir stüdyoda buluşmuş, keyifli bir fotoğraf çekimi ve röportaj yapmıştık. Şimdiyse tüm bunları uzaktan organize ediyoruz. Fotoğraflarınız da içinden geçtiğimiz günleri anlatıyor. Peki, evde bir gününüz nasıl geçiyor?
Az önce bahsettiğim gibi birtakım rutinler gelişti kendiliğinden. Sabahları kahve, kahvaltı faslı bitince bir süre bu ara çok takıldığım videolardan izliyorum. Bir ev dekorasyon uygulaması indirdim, orada günün dekorasyonunu yapıyorum. Bu arada önceki gün yaptığım tasarımın oy sonuçları alıyorum. Öğle yemeği sonrası kitap zamanı, uzanıyorum bir köşeye, okuyorum. Akşamüzeri yine uygulama üzerinden yönettiğim futbol takımının maçını izliyorum, kaybettiysem bir ince söyleniyorum. Yiyeceğimiz mönüye göre benim uzmanlığımdaysa yemek hazırlıyorum. Yemek yeniyor, sosyal medyaya bakılıyor bakılacaksa, günün dizi yada filmi seçiliyor, izleniyor ya da yazı yazacağım günse o yazılıyor ve kapanış.
Sinema ve dizi sektörünü çok etkileyen bir süreç bu, kalabalık ekiplerle iş yapıldığı için. Uzun yıllardır sektörün içinde birisi olarak dünyada ve ülkemizde sektör nasıl etkilenecek sizce, dönemin yarattığı avantajlar ve dezavantajlar neler olacak?
Önümüzdeki süreçte virüsün hayatımızı nasıl etkileyeceğini, nelerimizi kısıtlayacağını ya da tümden kurtulup kurtulamayacağımızı kestirmek zor tabii. Ancak bu süreç bizlere hayatın değerli olduğuna, yaşamın nasıl bir lütuf olduğuna dair bir erdem katmış olursa insanları televizyon başında tutabilmek için derinliği olan, detayları iyi düşünülmüş projelerin üretileceğini, daha az sayıda daha kaliteli yapımın talep göreceğini düşünüyorum.
“Gelecekte ne olur bilemiyorum ama uluslararası işbirlikleri, yaptığımız iş sayesinde ortak bir dil konuşma becerimiz beni daima heyecanlandırıyor.”
Oyuncuları nasıl etkiliyor bu süreç sizce?
Oyunculuk, bir iki örneğini görüyor olsak da evden yapılamayacak bir iş olduğundan herkesin mesleğini çok özlediğini, setlere, tiyatrolara daha da büyük bir aşkla döneceklerini düşünüyorum.
Tüm dünya bu karantina ve salgın dönemini atlattıktan sonra ilk neler yapmayı hayal ediyorsunuz?
İlk önce İzmir’e gidip ailemle uzunca bir süre vakit geçirmeyi hayal ediyorum. Ne zaman olur bu evden çıkış bilmiyorum ama şöyle havaların çok sıcak olmadığı bir günde bir ormanın içine yürürken hayal ediyorum kendimi.
Oya Doğan’a verdiğiniz röportajda bir şeyler yazmaya başladığınızı söylemişsiniz. Biraz detaylandırmanızı isteyeceğiz…
Evet, başıma gelmiş bir olaydan yola çıkarak kurgu bir senaryo yazma denemem var. Şu aşamada bu senaryonun filmleştirilmesiyle ilgili bir tasarrufum yok, sadece yazma sürecini deneyimlemek, eksilerimi artılarımı anlamak ve yazmak üzerine bir şeyler kazanmak adına bu işe giriştim.
Yaklaşık on sene önce, benim için işlerin iyi gitmediği bir zamanda iki arkadaşımla birlikte günübirlik bir kayak tatili için yola çıktık. Fakat işler hiç düşündüğümüz gibi gelişmedi ve felaketler birbirini kovaladı. İlginç bir şekilde de bu seyahat, kötü giden hayatımın raya oturmasını sağladı. Bu konu üzerine arada düşünür, hayatın çalışma prensibine dair bir bilgi ararım. Hâlâ gizemini korumasına karşılık bu konuda bir teorim oluştuğu için yazmaya bu konuyla başladım.
Kara Sevda’dan sonra hangi projede olacağınız merak konusuydu. Episode’un 4. sayısındaki kapak röportajımızda, “Bir rolü oynamam için zaaflarını, dezavantajlarını bilmem lazım,” demiştiniz. Love 101 ile döndünüz. Süreç nasıl başladı, nasıl dahil oldunuz projeye? Sizin için karakter ve dizinin genel dünyası açısından en etkileyici unsurlar nelerdi?
Evet, Kara Sevda’dan sonra uzun süre bir ara verdim. Bu kadar uzun olmasını ben de beklemiyordum ancak doğru proje, karakter ya da zamanlama denk gelmedi. Aşk 101’in güzel bir dönüş projesi olabileceğini düşündüm. Bunun öncelikli sebepleri, Ay Yapım’ın ilk Netflix prodüksiyonu olması, yönetmen koltuğunda Ahmet Katıksız’ın oturması, ki sonraki dört bölümü Deniz Yorulmazer çok başarılı bir şekilde yönetti ama diziye dahil olma sürecinde kendisini tanımıyordum. Ayrıca projeyi okuduğumda benim de keyifle izleyebileceğimi düşünmem oldu. Ahmet’le ilk görüşmemizde projenin gençlik dizisi gibi göründüğünü ancak hedefinin çok geniş bir yaş grubuna hitap etmek olduğunu söylediğinde kafamda hiç soru işareti kalmadı.
Kemal’e gelecek olursam, diziye girişi iletişim kurmayı reddederek başlıyor ve neredeyse tüm sezon, hakkında çok fazla bilgi edinemiyoruz. Bir sakatlık geçirmiş ve okula basketbol koçu olmuş ama neden? Kemal’in ne düşündüğünü, yazarımız Meriç Acemi’nin senaryoda verdiği ipuçlarından yola çıkarak oluşturmaya çalışma fikri hoşuma gitti ve projeye dahil oldum.
90’lar sizin için ne anlam ifade ediyor? 81 doğumlusunuz, lise yıllarınızı geçirdiğiniz yıllar. Şimdiden baktığınızda toplumsal doku, kişisel hayatlar, keşifler, teknoloji, ilişkiler, okullar… Nasıl görünüyor size?
İzmir’de büyüdüm, İzmir her ne kadar büyük bir şehir olsa da genellikle aynı çevre içinde doğup büyüyüp yetişirsiniz. Anaokuldan itibaren arkadaşlarımın çoğuyla üniversiteye kadar ayrılmadık. Hatta üniversitede de aynı şekilde devam ettik diyebilirim.
Çok güzel bir lise hayatım oldu. Şimdi olduğu gibi kimsenin gördüğümüzün ötesinde sosyal bir kimliği olmadığından yüz yüze yaşanırdı ilişkiler. Telefon mesajları yoktu. Kelimeleri yazarak değil, tonlayarak anlaşırdık. Emojileri yaşamak gerekirdi. Gruplaşmalar olsa da birlikte duracağımız zamanları çok iyi bilirdik. Hakkımızı arardık, sözümüzü sakınmazdık ve sınırlarımızı her daim test ederdik. Ayrıca yüzyıl önceyi yaşamış gibi anlatmamı sağlayan bu hızlı teknoloji dönüşümünü yaşadığım için çok şanslı olduğumu düşünüyorum.
90’lardan favori şarkınız, favori mekânınız, takip ettiğiniz dergi, vazgeçilmez obje vb nelerdir?
Jamiroquai / Cosmic Girl, Cranberries / Zombie, Oasis / Wonderwall favori şarkılarımdandı. Favori mekânım İzmir Atlıspor Kulübü, kapalı olan pazartesileri hariç orada olurdum genelde. Obje deyince aklıma okul çantamdan başka bir şey gelmiyor, onunla yatıp onunla kalkardım.
17 yıl önce üniversiteli gençlerin yaşadıklarını anlatan Kampüsistan dizisinde başroldünüz, bugünse 90’ları anlatan Love 101‘desiniz. Bu 17 yılda sizde, yaptığınız işe yaklaşımda, senaryolarda neler değişti, neler yaşandı?
Kampüsistan zamanı bir üniversite öğrencisiydim ve oyunculukla ilgili hatta hayatla ilgili hiç uzun vadeli planlarım yoktu. Sete zamanında gitmek, kimseyi bekletmemek gibi alışkanlıklarım olmasına rağmen senaryoyu uzun uzun çalışmak gibi bir huyum yoktu. Diziler dublajdı ve repliklerimizi de ezberlememiz gerekmezdi. Bir öğrenci gibi, en azından kendi öğrenciliğim gibi sınıfı geçebilecek kadar konuya hâkim olmakla yetinirdim. Rahat olabilmek için hafife almak gibi bir yaklaşımım vardı sanırım. Aksine gereğinden fazla çalışarak gerçek anlamda rahat olunabileceğini öğrendim geçen 17 yılda. Şimdiki aklım olsaydı rolümü ve sahnelerimi çok daha ciddiye alırdım.
Perihan Abla, Gülşen Abi, Yeditepe İstanbul gibi pek çok eski dizi de tekrar yayınlanmaya başladı, ilgiyle izleniyorlar. 90’ların müziği, modası zaten bir süredir çok ilgi görüyordu. Sizce eskiye dönük bu ilginin, tutkunun nedenleri neler? Ve tabii sizin özlediğiniz neler var bu dönemlere dair?
Aşk 101’i izleyen birçok arkadaşımdan mesajlar aldım. Dizinin kendilerini geçmişe götürdüğünden, o zaman verdikleri kararları irdelediklerinden, genç olmanın zorluklarını hatırladıklarından ve bunun onlara çok iyi geldiğinden bahsettiler. İnsanın arada geçmişteki kendini hatırlamaya ve şimdiki haliyle karşılaştırmaya ve ne yol aldığını görmeye ihtiyacı oluyor. Kimi zaman çok uzun süredir görmediğim eski bir arkadaşımla muhabbet ettiğimde hem ne kadar değiştiğimizi, hem de neleri unuttuğumuzu anlamamız için fırsatımız oluyor. Sanırım eski dizilerin de insanlar üzerinde böyle etkileri olabilir. Şimdi siz sorunca Kara Şimsek’in yayınlanmasını nasıl heyecanla beklediğimi hatırladım. Olsa da izlesem bir sezon.
“Hikâyeler hayatı anlayabilmemiz, irdeleyebilmemiz için oluşturulmuş hayallerdir, hiçbir şey kendi hayat tecrübelerimizden daha değerli değildir.”
Özellikle Kara Sevda’nın yayınlandığı ülkelerde ilgiyle takip ediliyorsunuz, ayrıca bir Los Angeles deneyimi yaşadınız, Miami’ye gittiniz… Tüm bunlar size ne hissettiriyor, neler yaşatıyor?
Yaptığınız işin beğenilmesi, onay görmesi, başka bir dili konuşan insanlar tarafından takdir edilmesi çok mutluluk verici. Bununla birlikte sizi bunu devam ettirmek, kendinizi geliştirmek yönünde motive ediyor. Kara Sevda’nın ilk bölümü çekmemizden yaklaşık 5 yıl sonra Miami’den böyle bir davet gelmesi, geçmişten bir hediye paketi gibi bir his yaşattı bana. Bir TV dizisinin bu kadar uzun ömürlü olması daha önce tecrübe etmediğim bir şeydi. Çok güzel ağırladılar ve bizlere işimize nasıl bir hayranlık duyduklarını çok güzel hissettirdiler. Los Angeles’ta ise oradaki işleyişi anlamak ve dahil olmak üzere 6 ay geçirdim. Birkaç auditiona girme, çok iyi anlaştığım bir menajerle anlaşma şansı buldum. Çok güzel dostluklar kurarak döndüm.
Jack Ryan dizisinde rol aldınız. Yurtdışına dair hedefleriniz, öngörüleriniz, görüşmelerinizi de dinlemek isteriz…
Burada Kara Sevda çekimleri devam ederken Fas’ta çekilmekte olan Jack Ryan dizisinde çok kısa bir rol için gönderdiğim audition beğenilerek çekimlere dahil oldum. Biraz sıkışık ve riskli bir programdı fakat gerek Ay Yapım gerek senaristlerimiz gerekse Hilal Saral büyük kolaylıklar sağlayarak gitmeme yardımcı oldular. Kara Sevda’nın da o sırada Fas’ta izlenmesinden dolayı otel personeli olsun, geldiğimi öğrenen dizi takipçileri olsun çok yoğun ilgi gösterdikleri için çok komik anekdotlar da yaşandı. En önemlisi Lost’un yaratıcısı Carlton Cuse’yle tanışmama vesile oldu.
Gelecekte ne olur bilemiyorum ama uluslararası işbirlikleri, yaptığımız iş sayesinde ortak bir dil konuşma becerimiz beni daima heyecanlandırıyor. Birbirimizin kültüründen beslenebileceğimizi ve ortak noktalarımızı ve farklılıklarımızı keşfederek zenginleşeceğimizi düşünüyorum.
Bu dönemde hepimiz bazı okuma, izleme keşfetme listeleri, programlar yapıyoruz. Ne kadar uyabiliyoruz tartışılır ama sizin böyle programlarınız, listeleriniz var mı?
Evet, dediğiniz gibi listerim mevcut. En son Lawrence Durrell’in İskenderiye Dörtlüsü’nü listeye aldım. Program olarak bizim sektörümüzle ilgili herkese Hollywood Reporter’ın “Round Table”larını ve Variety’nin “Actors on Actors”ını tavsiye ederim. Sinema olarak ise bir süredir TRT 2 sinema kuşağını kaçırmamaya çalışıyorum, çok güzel bir seçkileri var. Netflix’te de son olarak Tiger King, Last Dance ve AJ and The Queen izledim, tavsiye ederim herkese.
Bu röportaj ayrıca İngilizce olarak da yayınlanacağı için yurtdışından sizi takip edenlere, sevenlere neler söylemek istersiniz, onlarla ilgili en ilginç anınız neydi?
İlk olarak onlara teşekkür etmek istiyorum. Tahmin ettiklerinden çok daha fazla güç veriyorlar bize. Umuyorum ki onların beğenilerini sürdürmeyi başaracak projeler üretmeye devam edebiliriz.
Ve röportajı buraya kadar okumayı sürdürebilmiş olanlardan bir ricam var; hikâyeler hayatı anlayabilmemiz, irdeleyebilmemiz için oluşturulmuş hayallerdir, hiçbir şey kendi hayat tecrübelerimizden daha değerli değildir. Küçük ya da büyük ekranlara hapsolmasınlar ve hayatlarını yaşasınlar, hayal etmeyi unutmasınlar.