Başrollerinde Ayça Ayşin Turan ve Furkan Andıç’ın Yer Aldığı ’39 Derecede Aşk’ın Fragmanı Yayınlandı
Kafalarımız Oldukça Sıcak – Mert Gürer & Zeynep Gürer
İçinde bulunduğumuz dönemde yaşanan salgın hastalıklar, ekonomik kriz, çevre sorunu, savaşlar ve artan şiddet gibi pek çok olay hepimizi derinden etkileyen ve kafamızı oldukça meşgul eden gelişmeler. Tüm bu olayların peş peşe nefes aldırmadan yaşanması da ısınan kafalarımızın soğumasına maalesef imkân tanımıyor. İşte tam da böyle bir atmosferde yayınlanan Sıcak Kafa bize nasıl bir ayna tutuyor?
Diziye geçmeden önce distopya anlatısını irdelemek faydalı olacaktır. Bugünden yarını anlayıp yorumlayarak, umutsuz bir mekân ve daha kötü bir gelecek anlatısı ortaya koyan metinleri distopya olarak tanımlayabiliriz. Ancak bu, distopyanın bir umut öğesi barındırmadığı anlamına gelmez. Distopyalar, ütopyalardan beslenerek mutlu ve ideal düzene bir eleştiri olarak ortaya çıkar ve düzeni yeniden inşa etme ülküsüne dayanır. Distopya, geleceğe dair olumsuz bir portre sunsa da toplumsal huzura ulaşmanın toplumsal gelişmelerden geçtiğinin fark edilmesine yol açar. Sunulan geleceğin üretilmiş bir gerçeklik olmasının yanı sıra içindeki mutsuz ve huzursuz ortamdan kurtaracak bir olasılığın olduğuna dair umut barındırır.
20. yüzyılda ütopyadan distopyaya değişen içerik yönelimi, bilimkurgu türünün edebiyat, sinema ve televizyondaki örneklerinde görülmektedir. Distopik hikâyeler, anlaşıldığı üzere genellikle hegemonik yönetimler, doğa olaylarının ürettiği sorunlar, kontrol edilemeyen salgın hastalıklar ve yapay zekâ ile teknoloji hâkimiyeti gibi konulara dayanan bir anlatı zeminine dayanmaktadır. Gerçekliğe dair belirsizlikler, karakterler üzerinden kurgulanan toplumsal yaşamı ve bundan beslenen izleyicinin yorumlama sürecini etkilemektedir. Postmodern dünyada distopik durumlar, olanı anlama sürecinde yaşanan zorlukları sunmanın yanında bu durumlara karşı da sorgulayıcı bakışı beslemektedir.
8 bölümden oluşan distopik Sıcak Kafa dizisinde de gündeme dair göndermeleri okumak mümkündür. Konusuna gelirsek; konuşma yoluyla (dizi tanıtımında iletişim yoluyla deniyor ama iletişim çok geniş bir kavram) bulaşan salgın hastalık ile insanlar “abuklanıyor”. Yani bir abuğa belli bir süre maruz kalmak insanların bilincini kaybederek abuk sabuk konuşmasına yol açıyor. Toplumda başıboş gezen bu abuklar salgının kontrol altına alınmasını da güçleştiriyor. Bu sebeple insanlar kamusal alanda ses geçirmeyen kulaklıkla dolaşmak zorunda kalıyorlar. Sokaklar, evler, kamu binaları salgının başladığı ilk dönemdeki şekliyle kalmış. Her şey eski. Tüketim malları sınırlı ve ekonomi kötü; insanlar sadece ayakta kalabilmek için mücadele ediyorlar. İnsanlar arası etkileşim azalmış, bireyler birbirinden uzaklaşarak yaşamlarını sürdürüyorlar. Bu sahneler bizim COVID döneminde yaşadıklarımızı anımsatıyor. Fakat tüm bu kötü şartları iktidara dönüştüren SMK (Salgınla Mücadele Kurulu) adında bir yapı ve bunu kendi çıkarı için kullanan Marmara bölgesinin başındaki Fazıl Eryılmaz karşımıza çıkar. Halkı bu salgından korumak(!) için aldığı bütün tedbirler aslında kendi iktidarının sarsılmaz işleyişini sağlayabilmek için uygulanıyor. Bireylerin temel hak ve özgürlükleri ellerinden alınmış, haber alma tek bir kanaldan SMK’nin izin verdiği ölçüde gerçekleştiriliyor, telefonlar dinlendiği için bireylerin iletişimi kısıtlı, insanlar sürekli izleniyor yani merkezin, kitleleri denetim altında tuttuğu tam bir panoptikon toplumu. İstanbul bölgelere ayrılmış ve bölgeler arası geçişler sıkıntılı. Bunlardan biri de 6. Bölge. Bu bölgedeki insanlar toplumun geleceği için mücadele eden, SMK’nin uygulamalarına başkaldıran, salgının düzelmeyeceği yönünde umutsuzluğa hapsedilen halkı uyandırmak ve onlara ışık olabilmek için mücadele eden aktivistlerin bölgesi. Bu çizilen distopik ortam hem George Orwell’ın 1984’üne hem Huxley’nin Cesur Yeni Dünyası’na metinlerarası geçiş imkânı sunuyor. Dizinin kahramanı ise dilbilimci Murat Siyavuş, arkadaşı Özgür (uçuk kaçık bir karakteri olan ve çılgın deneyler yapan bilim insanı) sayesinde abukluktan kurtuluyor fakat onda birtakım yan etkiler kalıyor. Zihinsel aktiviteleri oldukça gelişmiş ve herhangi bir abuğa maruz kalınca ateşi yükseliyor ve başı ısınıyor ama hiçbir şekilde abuklanmıyor. Bu özelliği hem 6. Bölge’nin hem de SMK’nin peşine düşmesine sebep oluyor. O, tüm bunlardan kaçarak kendi sade yaşamını devam ettirme çabası içine girse de olaylar bir şekilde 6. Bölge’nin tarafına geçerek SMK karşısında savaşmasına ve baştan gönülsüz de olsa kahramanlaşmasına yol açıyor.
Bu hikâye aslında yakın zamanda ne kadar distopik bir dönemden geçtiğimizin de göstergesidir. Tüm dünyayı etkisi altına alan salgının ilk dönemleri kurgusal bir gerçekliğe götürmüştü herkesi. Kontrolü eline almak isteyen hükümetler, dışarı çıkma kısıtlamaları, bir araya gelme yasakları, maske takma, aşı ya da test yaptırma zorunluluğu vb. Ayrıca iktidarların hasta ve ölüm oranlarıyla ilgili veriler üzerindeki inandırıcılıkları bize kurgusal anlatıdaki SMK’yi çağrıştırmıştır. Aslında o dönemde yaşanan dezenformasyonlar da birçok insanın “abuklamasına” yol açan bir başka boyutu oluşturmaktadır. Salgın döneminde özellikle sosyal medya ağlarıyla viral olan, bilimsellikten uzak paylaşımlardan pek çok insanın etkilendiği de aşikârdır. Bu insanların varlığı tıpkı SMK’de olduğu gibi merkezi yönetimler açısından da önemlidir çünkü kolay manipüle edilebilir bir yapıya sahiptirler. İletişim çağında eleştirel süzgeçten geçmeyen/geçemeyen, analitik düşünceden uzaklaşan her tür ileti yanlış yorumlama mekanizmaları ve aktarım hızı sayesinde insanların bilincini “abuklamaktadır”. Salgından kurtulmanın tek yolu da ses geçirmeyen kulaklık takmak yerine doğru bilgiye ulaşabilmek için tüm duyu organlarımızı aktive etmekten geçmektedir. Bu bağlamda medya okuryazarlığı toplumun maruz kaldığı iletileri yorumlama-anlamlandırma pratiklerinin geliştirilebilmesi adına önemlidir. Özellikle bizim gibi paternalizme yatkın topluluklar için medya okuryazarlığı, gelen her iletiyi doğru kabul etmeden önce sorgulama mekanizmalarının çalışmasına da yol açacaktır. Belki bu sayede kafalarımızın daha serin kaldığı ve daha az abuklandığımız bir dönemin kapısını aralayabiliriz.
Bu yazı, Episode’un 47. sayısında yayımlanmıştır.