Oğulcan Güzeller: “La Casa de Papel bir kurmaca, keyif almaya bakmalı”
La Casa de Papel dizisinin 4. sezonunda, Osman isimli bir Türk karakter de karşımıza çıktı. İşkenceci bir karakter olduğu için çok tartışılan Osman’ı canlandıran ise, genç oyuncu Oğulcan Güzeller’di.
Aynı zamanda Ataca Paca isminde bir müzik grubu da bulunan Oğulcan Güzeller ile Episode Dergi’nin 20. sayısında söyleştik. Bu röportajı şimdi Episode Portal’dan da okuyabilirsiniz.
Keyifli okumalar dileriz.
“500 yıl öncesinin kimlik kavramını henüz 20. yüzyılda oluşmuş ulusal kimlik tanımlarıyla açıklamaya çalışmak bizi hatalı bir yoruma sevk ediyor”
Biz ‘La Casa de Papel’de İstanbul karakteri bekliyorduk. Daha sonra Alex Pina’nın dergimize verdiği röportajda, İstanbul karakterinin hiç düşünülmediğini ama Ankara karakterinin düşünülüp vazgeçildiğini öğrendik. İstanbul-Ankara beklerken Osman geldi. Sizin ‘LCDP’ ekibine dahil olma süreciniz nasıl gerçekleşti?
Aslında bu muhatabı edildiğim ancak muhatabı olamayacağım bir soru.
Her şeyden önce İstanbul adında bir Türk karakter bekleyenlere ben naçizane bir soru sormak istiyorum: Tokyo bir Japon, Berlin bir Alman mı? Bu soru neredeyse her karakter için sorulabilir. Karakterler bir suç çetesi oldukları, devlet nezdinde ise terörist ilan edilen insanlar olacaklarını bildiklerinden, gerçek isimlerini birbirlerine dahi söylememek pahasına kod adlar seçiyorlar. Buradan hareketle, mantıken Türk bir karakter ekibe dahil olsaydı bile kod adının bambaşka bir ülkeden olmasını hep daha olası gördüm. Eğer Ankara adlı bir karakter düşünüldüyse de bana kalırsa tıpkı diğer karakterlerde olduğu gibi farklı bir uyrukta karşımıza çıkacaktı. Bu benim bir seyirci olarak yorumum.
Büyük yapımların gizlilik sözleşmeleri katı maddelerle dolu. Oyuncular dahi kendi sahneleri hariç bölüm senaryolarını okuyamıyorlar. Karavandan bir selfie paylaşmak bile sizi yüz binlerce euroluk bir ceza ödemek durumunda bırakabilir. Dizi için görüşülen her oyuncu, yapım politikası gereği sır gibi saklanıyor çünkü bu bir şov ve matematiği, insanları beklemedikleri yerden vurmak ve böylelikle kendini izletmek üzerine kurulu. Bana kalırsa Türkiye’de çıkmış haberlerin kaynaklarına bakmalı.
Ekibe dahil oluşumsa 4. sezon çekimlerinin sonlarına denk geliyor. Bu tamamen Alex Pina ve ekibinin senaryoyu, bölümleri çekiyorken yazmaya devam etmelerinden kaynaklı. Bana menajerim vasıtasıyla ulaştılar ve rolü aldıktan sonra 10 gün içerisinde set olacağını söylediler. Hızlı gelişti.
Osman’ın işkenceci bir Türk olması tepki çekti. Öngörebildiğiniz bir durum muydu? Türkiye’de çok sevilen bir dizi olmasına rağmen çok fazla tepki geldi. Tepkilere karşı neler söylemek istersiniz?
Osman ismini ilk kez 3. sezonda Alicia’nın ağzından duyuyoruz, dikkatli seyredenler hatırlayacaktır. Lakin karakterin Osman isminde bir Türk olması açıkçası benim de öngörebildiğim bir durum değildi. Gelen tepkileri toplumsal hassasiyet tarafından bakarak anlamaya çalışıyorum. Birçok ülke bu basmakalıp imgelemin kurbanı oluyor. Eleştirilere bu yönden hak verdiğimi söylemeliyim. Ama LCDP özelinde bunun Türk milletine karşı bir kasıt taşıdığını düşünmek biraz fuzuli bir hassasiyet. Kendimizi İspanyolların yerine koyalım; hikâyeye göre işkence emirlerini veren yetkili merci İspanyol gizli servisi ve bu suçu İspanyol polisi ile birlikte işliyorlar. Halkın, diziyi İspanya’nın devlet kurumlarının prestijini küresel çapta kanun tanımaz, işkenceci göstermekle yani amiyane tabirle madara etmekle itham ettiğini düşünebiliyor musunuz?
Bu kurmaca bir hikâye, keyif almaya bakmalı. Öte yandan İspanyollar için belki de en ikonik yazar olan Cervantes’in hayatında ve eserlerinde 16. yüzyılda Osmanlı egemenliği altındaki Cezayir’de beş sene savaş esiri olarak kalmasının büyük etkisi var. Ancak 500 yıl öncesinin kimlik kavramını henüz 20. yüzyılda oluşmuş ulusal kimlik tanımlarıyla açıklamaya çalışmak bizi hatalı bir yoruma sevk ediyor. Zira o dönem Cezayir’de Müslüman olup Osmanlı için çalışan herkese Türk deniyordu. Bu dinamiklerin tamamen bir tesadüf eseri yerleştirildiğini düşünmek yazarları hafife almak olur. Belki de hikâyede Osman’a ayrılan yer bu kadardır, bilemiyorum. Benim temennim ise senarist ekibin, Cervantes’ten bu yana süregelen toplumlar arası önyargılara Osman karakteri üzerinden bir yüzleşme yaşatması.
“Türkiye’de halen cinsiyetçi ve kendini tekrar eden çok fazla senaryo var. Metinlerin ise çoğu zaten uyarlama”
İspanya hikâyeniz nasıl başladı?
Konservatuvar sınavlarını ısrarla kazanamıyor ve bir yandan hukuk okuyordum. 3. senemde nihayet okulu kazanınca hukuku bırakmak istediğimi aileme söyledim. Babam emekli bir subay, annem ise öğretmen; tipik bir memur ailesinden geliyorum. Tahmin edilebileceği gibi evde küçük çaplı bir tutuşma yaşandı. Tek evlatları göz göre göre yanlış bir karar veriyor, garantisiz bir geleceğe doğru yelken açıyordu. Aileme yeni bir dil öğrenmek ve o dilde akademik kariyer yapmak üzerine sözler verdim. Konservatuvarı okurken iki yaz peş peşe İspanya’daki küçük bir şehre dil kursuna gittim. Gündüzleri derslerim oluyordu, geceleri ise günübirlik iş buldukça garsonluk gibi işlerde çalışıyordum. Dilde hâkimiyet kazanınca lisans eğitimimin son senesinde İspanya’ya taşındım. Mezun olduktan sonra yüksek lisans ve doktora eğitimime yine burada devam ettim. Eğitime şu an ara vermiş durumdayım, burada yaşamaya ve çalışmaya devam ediyorum.
İki ülkenin sektör karşılaştırmasında dikkati, iyi örülmüş dramatik metinlere çekmişsiniz. Bu konuyu biraz açabilir misiniz? Ayrıca çalışma süreleri ve çalışan hakları konusunda en dikkatinizi çeken şeyler nelerdi?
Ulusal kanallar bazında bakarsak Türkiye’de halen cinsiyetçi ve kendini tekrar eden çok fazla senaryo var. Metinlerin ise çoğu zaten uyarlama. Onlarca kanal, setleri her hafta sırf reklam kuşağında daha fazla reklam satabilmek için 180 dakika bölüm çekmeye zorluyor ve helak ediyorlar. Çalışma saatleri ve çalışan hakları ile ilgili kısım da bundan kaynaklanıyor. 2010 senesinde Türkiye’de tam 97 senaryo yazarı birleşip “Yerli Dizi Yersiz Uzun” sloganıyla bir eylem yaptılar. Çünkü ticari kaygılarla edebi ağırlıktan taviz verirseniz ister istemez tekrara düşüyorsunuz. Bu aslında benim değil, bizzat senaristlerin uzun yıllardır dikkati çektiği bir konuydu, ben yalnızca hatırlatmak istedim.
Genç bir oyuncu olarak, tüm dünyaya dizi satan, oyuncular için pek çok fırsat içeren Türkiye yerine İspanya’da çalışmanız bilinçli bir karar mı? Dil bir dezavantaj mıydı? İspanya genç bir oyuncu için ne gibi fırsatlar sunuyor?
Aslında iş imkanının Türkiye’de daha fazla olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Burada mesleğinden para kazanamadığı için başka işlerde çalışan arkadaşlarımın sayısı Türkiye’dekilerden fazla, genç bir oyuncuya sunulan fırsatlar Türkiye’ye kıyasla daha kısıtlı. Sektör daha küçük. Dil, bir yabancı oyuncunun kimi zaman lehine kimi zaman aleyhine sonuçlar doğurabiliyor. Ben kendi adıma lehime sonuçların daha fazla olması için uğraşıyorum.
Türkiye ile ilgili planlarınız var mı? Sizi bir Türk yapımında da izleyebilecek miyiz?
Ülkemde sinema yapmayı çok istiyorum. Anadilini tutkuyla konuşan biriyim. Hayalim bir ayağım yurtdışında, bir ayağım yurtiçinde bir kariyer yapmak. Şimdilik herhangi bir proje yok ama ileride olabilir.
Aynı zamanda müzik de yapıyorsunuz, Ataca Paca’yı da anlatır mısınız?
Bir keresinde bir dinleyici konserden sonra, “Her şarkınız bir futbol takımının son dakikada attığı gol sevincine benziyor,” demişti. Bir anlamda doğru. 11 kişiyiz , kimilerine göre biraz agresif bile kaçabiliyoruz, onlara da hak veriyorum. Grup, 2016’nın Aralık ayında Madrid’de kuruldu. Bazılarımız oyunculuk, dansçılık kökenliyiz ve okuldan arkadaşız. Bir diğer yarımız tamamen müzik kökenli müzisyenler. Birbirimizden çok şey öğrendik. Bu durum teatrallik ve müzikalite arasında bir köprü kuruyor diyebilirim. Ben grubun perküsyoncusuyum, 5 kişi grubun aynı zamanda solistliğini de yapıyoruz. Bu çeşitlilik ise hem solistlerin hem de seyircinin soluklanmasına imkân sağlıyor. Şu ana kadar çıkmış iki albümümüz var. 19 şarkılık son albümümüzü geçtiğimiz aralık ayında çıkardık. Merak edenler Spotify yahut Youtube’dan dinleyebilirler.
Oyunculuk ve müzisyenlik birbirini besleyen dallar da aynı zamanda. Sizi nasıl besliyor ve önceliğiniz hangisi?
Okuldan mezun olur olmaz müzik başladı. Önceleri bu kıyaslamaya ben de gidiyordum. Kendime acaba oyunculuğu özleyecek miyim diye soruyordum, ancak dönüp bakınca aslında kendi müzikli kumpanyamda çalıştığımı fark ettim. Ben elimde enstrüman da olsa bir anlamda tuluat yapıyor hissine kapılıyorum. En azından tiyatro kökenliler olarak seyirciyle müzik harici diyaloğu kuran taraf biz oluyoruz. Sahne konserlerinden önce sokaktan gelen, asıl sahnesi sokak olan bir grubuz. Bu da bizi bana kalırsa deforme edecek kadar yırtıklaştırdı bazı konularda.
Seyircinin eğlenmesi için yalnızca işitsel bir gösteri sunmanız yetmiyor. Mesela sahne hâkimiyetinde feyz almaya çalıştığım Mustafa Keser, Ayşe Taş bu konuda öyle yaman ustalar ve teatralliği müzikle öyle güzel harmanlarlar ki kendinizi onların büyüsüne kapılmış, gülümserken buluverirsiniz. Size yalnızca şarkı söylemez, o şarkıyı anlatır, adeta oynarlar. Benim de asıl öykündüğüm, yaptığım işin ne olduğuna bakmaksızın biraz bu hâkimiyet ve samimiyet.
“Bir kültürü tam anlamıyla anlayabilmek bence o dilin şiirleri ve şarkılarıyla ne kadar haşır neşir olduğunuza çok bağlı”
Başka bir ülkede yaşamak, orada bir hayat kurmakla ilgili neler söylersiniz? Kök salan biri misiniz? İki ülkede de biriktirdiklerinizi düşünürsek kültürel anlamda nasıl bir noktada olduğunuzu düşünüyorsunuz?
Bir kültürü tam anlamıyla anlayabilmek bence o dilin şiirleri ve şarkılarıyla ne kadar haşır neşir olduğunuza çok bağlı. Sokağın da içinde yaşadığınız toplumun katmanlarını analiz etmenize yarayan çok gerçek bir tarafı var. Artık İspanyolları çok iyi tanıdığımı düşünüyorum. Hatta bu tanışıklığı sahneye taşımak için tek kişilik bir gösteri üzerine de çalışıyorum, böyle bir hayalim var. Kültürel anlamda ise henüz bir noktada olduğumu düşünmekten ziyade devam eden bir çizgi üzerinde olmaya çalıştığımı söyleyebilirim.
Tüm dünyada göçmenlerle ilgili olumsuz durumlar yaşanıyor. İspanyol toplumu göçmenleri nasıl karşılıyor?
İspanya’daki Arap kökenli vatandaşlar bana kalırsa mesela Fransa’ya kıyasla topluma çok daha entegreler. Buna bir anlamda Endülüs etkisi diyebilirsiniz. İspanya renklere, farklılıklara hoşgörü gösteren ve hatta bunları seven bir ülke. İspanyol toplumuna kalsa göçmenlere insani açıdan yardım etmeye hazırdır, buna eminim ancak siyasi kararları devletler aldığından toplum vicdanı bazı başka çıkarların arkasında güme gidebiliyor.
Corona sürecinde İspanya da zor günler yaşıyor. Siz bu süreçte İspanya’da neler yaşadınız? Yaşadığınız şehirde nasıl bir gündelik hayat var, siz karantina günlerinde bir gününüzü nasıl geçiriyorsunuz?
Karantina beni evde tek başıma yakaladı, yaklaşık 2 aydır yalnızca temel ihtiyaçlar için dışarı çıkabiliyoruz. Arkadaşlarımla internet üzerinden oyun oynayarak ve psikolojim çalışmaya el verdiğinde çeviri yaparak günlerimi geçiriyorum. Haftada ortalama 4 gün çalışan birisiyken rutinim bir anda kesilince biraz bloke oldum, malesef çok üretici olduğumu söyleyemem. Günlerimi ne yaparsam yapayım, içten içe hep normale dönmeyi bekleyerek geçiriyorum diyebilirim. Şu an için olağanüstü hal ve sokağa çıkma yasağı devam ediyor ancak mayısın ortasından itibaren kademeli olarak normalleşmeyi bekliyoruz.
Türk dizileri İspanya ve İspanyolca konuşulan ülkelerde de seviliyor. Sizin bu konuda gözlemleriniz var mı? Nedir Türk dizilerinin bu ülkelerde sevilmesinin sebebi?
Çünkü şartlarımız çetin ancak bu işte iyiyiz. Yapımlar çok yüksek bütçeli olmasa dahi teknik ekip, görüntüler iyi. Oyuncularımız da çok güzel ve yakışıklı. Türk yapımlarının birçok ülkede izlenmesi gurur verici.
Ataca Paca’yı tüm okurlarımıza önerelim. Bunun dışında kimleri dinliyorsunuz?Karantina günlerinde keşfettiğiniz ya da tekrar zaman geçirmeye başladığınız romanlar, filmler, müzikler, diziler var mı? Nasıl bir öneri listesi çıkartabilirsiniz bu anlamda?
Şu sıralar 2 saatlik bir filmi baştan sona tamamlayacak takati artık kendimde pek bulamasam da İspanyol absürt mizahını merak edenler için 1989 yapımı Amanece, que no es poco önerilebilir.
Füzyon müzik dinlemeyi çok seviyorum son zamanlarda keşfettiğim en vurucu grup Calitafo 3/4 adında Sevilla’lı bir grup. Son günlerde İhtiyaç Molası’nın 1999 Milad albümlerini her defasında 20 sene önceki vizyonlarına şaşarak dönüp dönüp dinliyorum.Peyk, Taksim Trio da çok dinlediğim, bende yeri çok ayrı Türk gruplardan.
Evde konser izlemeyi seviyorum. Anderson Paak’ın herhangi bir canlı performansını önerebilirim.
Seyahatname okumayı çok seviyorum, Reinhold Lubenau Seyahatnamesi’ni kuvvetle önerebilirim. Roberto Bolaño’nun tüm kitaplarını canı gönülden önerebilirim. İspanyol sinemasından El Hoyo (Platform) ve La trinchera infinita ise uzun zamandır izlediğim en iyi işlerdi, tavsiye ederim.