Savaşta Hangi Taraftasın: Bir ‘The Good Fight’ İncelemesi
Siyahlardan kurulu bir avukatlık şirketinin demokrat beyaz ortağı Diane Lockhart’ın Trump Amerika’sına açtığı savaşın dizisi The Good Fight yaratıcılığıyla hayran bırakıyor
The Good Fight dizisinden bahsetmeden önce onun ablası The Good Wife’ı anmamak konuya hâkim olmayanlar için haksızlık olur sanırım.
2009 yılında yayınlanan ve toplam yedi sezon süren The Good Wife hukuk ve adliye dizisi sevenler için yeni bir dönemi başlatmıştı diyebiliriz. Yaratıcıları olan King ailesinin, yani Michell ve Robert King’in alametifarikası, Amerika’da o dönem hangi hukuk davası gündemdeyse onun bir benzerini alıp Chicago’daki hukuk şirketine ya savunmaları ya da karşı çıkmaları için getirmeleriydi. Aynı zamanda gerçekte yaşanan tüm bu davalar Amerikan toplumunun nasıl şekillendiğini de gösteriyordu ve dizi tam anlamıyla bize bu karmakarışık ve kafası epey bunalmış Amerika’ya dair politik bir manzarayı da epey geniş bir açıyla sergiliyordu. Demokratların, Cumhuriyetçilerle epey kaygan bir politik zeminde yaptıkları tangoydu diyebilirim The Good Wife için.
The Good Wife’ın final yapmasının ardından King ailesi bir spin-off çekmeye, yani dizinin içindeki karakterlerden birinin hikâyesini alıp ondan bambaşka bir şov yaratmaya karar verdi. The Good Wife’tan seçtikleri karakter ise şirketin über demokrat ve Chicago’nun en güçlü kadınlarından biri olan ortağı Diane Lockhart (Christine Baranski) oldu.
Çok şaşırtıcı değildi aslında bu seçim. Çünkü Diane Lockhart zaten tüm şov süresince fanatiklerin en sevdiği karakterlerden biri olmuştu. Güçlü ve başarılı kadının sözlükteki karşılığı olabilecek bir isim Diane. Spin-off dizilerin başarısız olma ihtimali epey yüksektir çünkü hayranlar, alıştıkları şovdaki insanların çoğunun değiştiği yeni ortama ve odak noktasının artık başka bir yere kaymasına kolay adapte olamazlar. Aynı şey The Good Fight için de geçerliydi. Tamam, Diane’i çok seviyorduk ama sadece Diane üzerine kurulu bir şov bizi ne kadar tatmin edecekti?
King ailesi ilk sezonun yayınlamasıyla birlikte cevabı ağzımızın ortasına çarptılar. Evet, bu sefer yine bir şekilde The Good Wife’ı andıran ama ondan tamamen bağımsız ve yepyeni bir diziyle karşımıza geldiler. Yaratıcılıklarının ve bu işi nasıl böyle yapabildiklerinin ciddi bir şekilde hayranıyım.
The Good Fight’ın ilk sezonu Amerika’nın son başkanlık seçimleriyle paralel zamanda yayınlandı. Malum seçimlerde Hillary Clinton-Donald Trump’la karşı karşıyaydı ve tüm dünya bu seçimi Hillary’nin kazanacağından emindi. King ailesi de bu konuda emin olsa gerek ki ilk sezon Hillary’nin kazanması ihtimali üzerine kurulu bir senaryoyla başladılar The Good Fight’a. Daha sonra sandıklardan çıkan sonuç hepimiz gibi onları da yerle bir etmiş olsa gerek. Sandıktan bir palyaço galip çıktı ve Donald Trump, Amerika’nın yeni başkanı seçildi.
(Bu sürpriz sonucun ardından The Good Fight’ın ilk sezonunun açılış sahnesinin yeniden yazıldığı söyleniyor).
Dizide Hillary Clinton’ın destekçisi ve yakın arkadaşı olan Diane kutlama yapmaya hazırlandığında Donald Trump’ın kazandığını öğreniyor ve ağzındaki şampanyayı püskürtüyor. Bu korkunç kazanın ardından ise emekli olup Fransa’ya taşınmak istiyor fakat yakın bir arkadaşı tarafından dolandırıldığını öğrenip tekrar çalışmak zorunda kaldığını anlıyor. Ve King ailesi Diane’e ortak olacağı yeni hukuk şirketi olarak eski konumundan epey uzakta bir yerde, orta ölçekli ama büyümek isteyen ve neredeyse tamamının siyah ortaklardan oluştuğu bir şirkete gönderiyor. Pırıl pırıl bir beyaz demokrat olan Diane şirketin tek beyaz ortağı olarak göreve başlıyor ve sonrası meydan muharebesi.
Sisteme ve Trump Amerika’sına olan inancı epey sarsılan Diane kendisine bu savaşta bir taraf seçiyor. Karşısında yer alan ise Donald Trump ve onun Amerika’ya “kazandırdığı” her şey oluyor. King’ler The Good Fight’ın odaklandığı davalar olarak da bu sistemin getirdiklerini seçiyor bu sefer. Irkçılık, göçmen sorunu, sosyal adaletsizlik, başkanın seks skandalları, susturulan gazeteciler gibi gündemde hangi olay varsa yine benzeri bir davayla karşımıza geliyor.
Ve artık anladığım kadarıyla sektörde epey güçlü bir hale gelen King ailesine kanal ve yapımcıları tarafından da açık çek verilmiş durumda. Çünkü The Good Fight’ı yaratırken epey şov yapıyorlar. Her sezon bir öncekinin üstüne çıkan yepyeni ve yaratıcı fikirlerle dolu. Bölüm aralarında animasyon kısa filmlerden tutun da Melanie Trump’ın hayali boşanma davasına kadar yok yok dizide.
Yaratıcılığın ne boyutta olduğuna dair şöyle bir örnek vereyim: The Good Fight geçtiğimiz günlerde dördüncü sezonunu yayınladı ve ilk bölüm tamamen, seçimi Hillary kazansaydı ne olurdu üstüne. Yani aslında paralel bir evrende Diane, seçimi Hillary’nin kazandığını ve yaşadıklarının kötü bir kâbus olduğunu anlıyor. Tabii ki çok mutlu, ofise geldiğinde ise onu yeni müşterisinin beklediğini söylüyorlar ve o müşteri Harvey Weinstein. Evet, seçimleri Hillary kazanmış ama #MeToo hareketi başlamamış, Weinstein’ın tacizleri ortalığa serilmemiş ve sektörün hâlâ en güçlü insanı.
Dördüncü sezonda bir bölüm daha yayınlayan (o da olağanüstü bür bölüm bu arada) The Good Fight, virüs krizinin yer açtığı teknik zorluklar nedeniyle tüm bölümleri çekmiş olmalarına rağmen kısa bir ara verdiklerini duyurdu kapanış jeneriğinin ardından.
Şimdi dünyadaki tüm hayranları yaratıcılığının zirvesindeki The Good Fight’ın ekrana döneceği anı bekliyor. Kişisel tahminim, bu sezon olmasa bile bir sonraki sezonda pandemi sırasındaki Amerika’nın içler acısı halini Chicago’daki bu avukatlık şirketi üzerinden göreceğimiz yönünde.
King’lerin bu fırsatı ıskalayacaklarını hiç sanmıyorum. Krizleri fırsata çevirmek onların işi ve aynı zamanda Çincede kriz ile fırsat aslında aynı kelimedir!
Yiğit Karaahmet’in bu yazısı Episode Dergi’nin 20. sayısında yayımlanmıştır.