“We Are The World”, AMA’in Skandal Yılı 1985 ve Bob Dylan’ın Sosyal Anksiyetesi

 “We Are The World”, AMA’in Skandal Yılı 1985 ve Bob Dylan’ın Sosyal Anksiyetesi

1985 yılında listeleri kasıp kavuran, dünya genelinde 20 milyon satışı aşarak müzik tarihinin en çok satan 9. fiziksel teklisi olan “We Are The World” şarkısının hikâyesi Pop Müziğin En Muhteşem Gecesi adıyla Netflix’te belgesel formatında izleyicilerle buluştu. Peki, bu gece gerçekten de pop müziğin en muhteşem gecesi miydi? Bazı açılardan evet ama bazı açılardan ne yazık ki hayır.

pop müziğin en muhteşem gecesi

Belgeselin Netflix kataloğunda izlemeye açıldığı tarih 29 Ocak günüydü. Bu tarihin özel olarak seçildiğini tahmin etmek müthiş bir zekâ parıltısı gerektirmiyor. Zira şarkının kayıtlarının tamamlandığı tarih bundan tam 39 yıl önce 28 Ocak’ı 29 Ocak’a bağlayan geceydi. Şarkının bir nevi 39. sene-i devriyesi diyebiliriz.

PR değeri bir hayli kuvvetli olan bu tarih aynı zamanda büyük bir skandalın da sene-i devriyesini temsil ediyordu; 1985 yılının American Music Awards (AMAs)-Amerikan Müzik Ödülleri’nden bahsediyorum. Ancak bu skandal ödül törenine dönmeden önce hikâyenin yapıtaşlarını örmemiz gerekecek.

Pop Müziğin En Muhteşem Gecesi

Önce takvim yapraklarını 1983 yılına çeviriyoruz. Daha sonra gazeteci ve tarihçilerin 1983-1985 yılları arasında kıtlık olarak adlandıracağı katastrofik bir dönem yaşıyor Afrika, özelikle Etiyopya. Kıtlık ve açlık nedeniyle günümüz verilerine göre bu dönemde 1 milyon kişinin yaşamını yitirdiği tahmin ediliyor. Bu insanlık trajedisine dur demek için yardım kampanyası zincirinin fitilini İngiltere ateşliyor. Aralarında Sting, George Michael, Boy George, Bono, Phil Collins, Simon Le Bon ve Paul Young gibi dönemin yıldızlarının bulunduğu Band Aid, “Do They Know it’s Christmas” adlı vasatın bir tık altı bir şarkı kaydederek piyasaya sürüyor. Şarkı, 2 milyon kopya satıyor ve konserler dahil elde edilen 150 milyon dolar, kıtlıkla mücadele çalışmaları kapsamında bağışlanıyor.

Çoğu filmseverin Beter Böcek soundtrack’iyle kafasında bütünleştirdiği, aslında başarılı müzisyen, besteci, oyuncu ve insan hakları aktivisti kimliğiyle tanınması gereken Harry Belafonte’nin, “Bizde (ABD’de) neden yok?” nidasıyla projenin ABD ayağı için kafalarda ilk kıvılcım çakmış oluyor.

Buraya hemen bir paraf atalım çünkü Belafonte’den biraz bahsetmemiz gerekecek. Belafonte oldukça ikonik bir figür zira 1950-1960 arasında ABD’deki ırkçılıkla mücadele amacıyla başlatılan Sivil Haklar Hareketi’nin en önemli savunucularından biri. Hareketin öncüsü Martin Luther King’in de en yakın dostlarından. Irkçılıkla mücadelenin yanı sıra Afrika’daki kolonyalizme karşı da büyük bir mücadelesi var Belafonte’nin. Belafonte sanat camiasında da saygı duyulan bir figür dolayısıyla Belafonte’nin bu projeyi başlatması sessizce köşelerinde bekleyen birçok müzisyeni kabuğundan çıkmaya zorluyor. Belafonte’nin planı bir şarkı yapmak ve bu şarkıdan elde edilen geliri USA for Africa isimli sivil toplum kuruluşuna bağışlayarak Afrika’ya gıda yardımında harcanmasını sağlamak.

Belafonte önce projeyi, ünlülerin ünlü hatta ünlülerden dahi ünlü menajeri Ken Kragen’a götürüyor. Kragen aynı zamanda Commodores’tan ayrıldıktan sonra solo kariyeriyle büyük bir ivme kazanan Lionel Richie’nin de menajeri dolayısıyla defacto olarak Richie de projeye dahil oluyor. Richie’nin ardından bir önceki yıl Thriller albümüyle yeri göğü inleten Michael Jackson, dâhi müzisyen, prodüktör Quincy Jones ve canımız ciğerimiz Stevie Wonder da projeye dahil oluyor.

Şarkının geliştirilme ve kayıt aşamaları belgeselde tüm detaylarıyla anlatılıyor. Eğer ilginizi çekerse büyük bir keyifle izleyeceğinizi garanti ederim. Ancak detaylara boğulmayacağım, beni bu yazıyı yazmaya sevk eden bağlamdan kopmak istemiyorum.

Ana ekibin oluşmasıyla Ken Kragen projeye çok daha fazla yıldızın hatta beyazların da dahil edilmesi gerektiğini söyleyince adeta dönemin yıldızlar takımı kuruluyor. Bu takımda kimler yok ki! Tina Turner, Diana Ross, Cindi Lauper, Ray Charles, Bob Dylan, Al Jarraeu, Paul Simon, Kenny Rogers, Bruce Springsteen, Billy Joel, Bette Midler, Dan Aykroyd ve daha niceleri…

Böyle bir takımı bir araya toplayıp, hepsinin uygun tarih ve saatini organize edip, hepsini aynı anda stüdyoya almanın ne kadar zor olacağını tahmin etmek zor değil. Bu yüzden hepsine uygun bir tarih olarak 28 Ocak gecesi belirleniyor. Bu tarihin seçilmesinin en büyük sebebi kayda girecek sanatçıların çoğunun o gece American Music Awards’a katılacağı gerçeği. Ödül töreninin sunuculuğunu, “We Are the World” şarkısının bestecilerinden olan Lionel Richie ikinci kez üstleniyor. Richie büyük bir başarıyla görevini tamamladıktan ve o yıl ödüllerin neredeyse hepsini silip süpürdükten sonra sanatçı dostlarını da alarak basına çaktırmadan Hollywood’da günler önce tutulup hazırlanan A&M stüdyolarına geçiyor şarkının kaydı için.

AMA ve Skandal  “Kara” Kategoriler

Ancak siyah bir müzisyen olarak iki yıldır Richie’nin sunuculuğunu üstlendiği AMA o yıl büyük bir skandala sahne oluyor. Müzik tarihine kara bir leke olarak düşecek geceden bir yıl önceye dönelim, yani 1984 yılına…Michael Jackson, yazının başında bahsettiğim gibi, Thriller çıkışıyla fırtınalar estiriyor o yıl. 1984’ün AMA’inde 20 kategori var. Michael Jackson etkisi mi demeli dominasyonu mu adını siz koyun ancak 1984 yılında bu kategorilerin 11’ini siyah sanatçılar kazanıyor. ABD’nin “hassas” kalpli beyaz müzik endüstrisi bu sonuçları hezimet gibi algılıyor ve 1985 yılında kategorileri alaşağı ederek bir skandala sebep oluyor. Yeni eklenen kategorileri altta yazıyorum; sonuca varmanız çok da zor olmayacak.

Black Male Group Video, Black Male Singer, Black Male Video, Black Single, Black Single Video, Black Album, Black Female Singer, Black Female Video, Black Female Group Video…

Bu kategorilerle birlikte kategori sayısı 28’e yükseliyor. İşin acıklı tarafı Lionel Richie (aynı zamanda gecenin ev sahibi), Tina Turner gibi isimler bu kategorilerde ödül almakta beis görmüyorlar; Cyndi Lauper, Kenny Rogers, Bruce Springsteen ve Willie Nelson da bu ayrımcı kategorilere sesini çıkarmadan ödüllerini paşa paşa alıyor ve sömürgecilikle mücadele için bir iki saat sonra stüdyoya kapanıp “We Are The World”ü kaydediyorlar.

Ha, bu arada yarışmaya dahil edilen bu kategoriler ödül törenindeki siyah dominasyonunu değiştirmiyor. 28 ödülün 14’ünü yine siyah müzisyenler alıyor. AMA yönetimi bir yıl sonra bu skandal kararı geri çekiyor ve 1986 yılında bir daha bahsi geçmemek üzere bu rezalet kategorileri rafa kaldırıyor. Ancak hafızalarda ve vicdanlarda açılan yaralar çabuk unutulmuyor tabii.

“Egonuzu Kapıda Bırakın”

Pop Müziğin En Muhteşem Gecesi belgeselinin şahane taraflarından biri de bugüne kadar hiç görmediğimiz kayıtları bizimle buluşturması. Hayranı olduğumuz müzisyenler bugüne dek gördüğümüz en doğal halleriyle oradalar, hatta bazıları epey çekingen.

Yıldızlar takımındaki hemen hemen her müzisyenle kariyerlerinin bir noktasında yolu kesişen Quincy Jones, bu egosu şişik ekipte biraz tutkal biraz stopper görevi görüyor. Zira 40’a yakın yıldızı egosantrik sanrılara kapılmalarını engelleyerek 10 saate yakın stüdyoda tutmak çok zor. Bunun farkında olan Quincy iki önemli adım atıyor. Bunlardan ilki stüdyonun girişine “Egonuzu Dışarıda Bırakın” yazması, diğeri de stüdyoya sanatçılar haricinde kimsenin alınmaması. Bu “kimse”ye sanatçıların menajerleri ve asistanları da dahil… Yıldızlar stüdyoya bir başlarına girdiklerinde adeta çıplakmış gibi utangaçlar. Kaydın ilk saatlerinde nezaketten kırılan yıldızlar saatler ilerledikçe geriliyorlar haliyle. Kimi şarkı sözlerini beğenmiyor, kimi kendine ayrılan solo bölümü… Ancak Quincy Jones ve Lionel Richie ortamı yatıştırmakta büyük bir ustalık göstererek süreci kazasız belasız tamamlıyorlar.

Dylan’ın Sosyal Anksiyetesi

İki saate yakın süren Pop Müziğin En Muhteşem Gecesi belgeselinde ilgimi çeken çok fazla detay var. Bunlardan biri; Bob Dylan ve sosyal anksiyetesi. Bob Dylan yıldızlar takımının ayrıkotu gibi, zaten ekibe katılmaya da zor ikna ediliyor. Bob Dylan müthiş bir müzisyendir ama eğri oturup doğru konuşalım, zayıf bir vokaldir. Bundan sebep midir bilinmez, Dylan stüdyoda geçirdiği yaklaşık 10 saat boyunca neredeyse bir kez bile tebessüm etmiyor. Tebessüm etmediği gibi orada olmaktan son derecede mutsuz, soğuk soğuk terliyor. Stevie Wonder’ın pozitif enerjisi olmasa şarkıdaki solosunu bile kaydedemeyecek durumda. Dylan’ın garip bir adam olduğu hepimizin malumuydu ancak Dylan’ın sosyal anksiyetesine tanık olduğumuz bu anlar beni bayağı heyecanlandırdı.

Prince vs. MJ

Projede yer almamasına rağmen belgeselde geniş yer ayrılan bir başka yıldız da Prince’ti. Prince’e bu kadar yer ayrılmasının en büyük sebeplerinden biri belgeselin anlatıcılarından birinin projeye son anda dahil edilen Prince’in perküsyonisti Sheila E’nin anlattıkları. Sheila E ile ben de bu belgesel sayesinde tanıştım ve bu kadar geç tanıştığım için biraz utandım açıkçası. “Perküsyonun Kraliçesi” olarak da anılan Sheila E müthiş başarılı bir müzisyen ve Prince’le “çalkantılı” bir ilişkileri var. Sheila kendisinin projeye son anda dahil edilmesinin sebebinin Prince’i projeye çekmek olduğunu söylüyor. Ancak Sheila E saatlerce stüdyoda olmasına rağmen sadece koro bölümlerine dahil ediliyor ve kendisine solo verilmiyor. Öte yandan Prince’e atılan bu yem de işe yaramıyor çünkü Prince o gece stüdyoya gelmiyor. Bunun en önemli sebeplerinden biri MJ ile yaşadığı rekabet. 1985 yılında Michael Jackson ve Prince arasında büyük bir gerginlik ve rekabet var. Basın sürekli bu iki müzisyeni birbiriyle mukayese ediyor ancak taraflar bu karşılaştırmadan son derece rahatsız. Dolayısıyla MJ’in hem lead vokal hem de şarkının bestecilerinden biri kimliğiyle boy gösterdiği projeye Prince dahil olmuyor ve tüm çabalar boşa çıkıyor.

Pop Müziğin En Muhteşem Gecesi, tüm bu detayları tatlı bir denge içinde işliyor. Hem müzik hem film sevenler için iki saatlik müthiş bir seyir zevki sunuyor. Hem yıldızlar takımını en doğal halleriyle görmek hem de bu ikonik şarkının üretim sürecine tanıklık etmek ekran karşısında harcanan iki saate sonuna kadar değiyor. Belgesel bittiğinde 1985’in 28 Ocak’ına Pop Müziğin En Muhteşem Gecesi demek kulağa çok da yanlış gelmiyor, tüm skandallara rağmen…

Bu yazı, Episode Dergi’nin 54. sayısında yayımlanmıştır.

Mert Şuşut

1989 yılında İzmir’de doğan Mert Şuşut’un hayatı 5 yaşındayken VHS kasetten Bettlejuice filmini izlemesiyle değişti. İletişim lisesi çıkışlı olan Mert, bu yıllarda analog fotoğrafçılık, senaryo yazımı ve film okumaları hakkında bol bol okuma ve pratik yaptı. Eğitim hayatına Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde devam etti. Lisans döneminde siyasete ve yazmaya olan tutkusu iyice açığa çıktı. Türkiye’deki neredeyse her ana akım mecrayı gezdiği 10 küsur yıllık gazetecilik serüveni de böylece başlamış oldu. Bu süreçte profesyonel uzmanlığının ana odağı olmasa da kültür-sanat yazıları yazmaya ve röportajlar yapmaya devam etti. Bu süreçte Marmara Üniversitesi’nde sinema üzerine yüksek lisansını tamamladı. Dijital platformların hayatımıza girmesiyle film tutkusunun yanına diziler de eklendi. Profesyonel hayatına iletişim danışmanı olarak devam eden Mert, filmler, diziler ve popüler kültür hakkında yazmaya ve bir diğer tutkusu olan müzikle ilgilenmeye devam ediyor.

Related post

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir