‘The Penguin’: Gotham İçinde Açılan Farklı Kapılar ve ‘The Sopranos’a Göz Kırpan Bir Mafya Hikâyesi
Psikanaliz: ‘The Boys’ – Esra Koçak
Amazon Prime Video’nun anti-süper kahraman dizisi The Boys klişe bir konuyu alıp eğip bükerek bambaşka bir hikâyeye dönüştürmüş. “Süper”, yıllardan beri hayranlıkla ve heyecanla izlenen hikâyelerin başrolünde iyicil, yardımsever, iç çatışmalarıyla baş etmeye çalışırken daha iyiye yönelen kişiler olarak sunulur hep. Kurtarılma ya da kurtarma fantezilerine araç olan bu imge gerçek midir sorusunu soran çizgi roman uyarlaması çok ilginç bir perspektif sunuyor izleyicilere.
Dizideki süper kahramanlar -gayet gerçekçi biçimde- benmerkezci, güçle zehirlenmiş, rekabetçi ve hatta zalim karakterler. Dünyada gücü ele geçiren hatta güce yaklaşan birçok kimsenin güçle zehirlenip birer zalime dönüşmesi gibi, süper kahramanların birçoğu da güçlerini ötekini umursamadan ve sadece kendi arzularını tatmin için kullanan kişiler. Hikâyelerse çoğu pek de kahraman olmayan süperlerin bu yüzünü gören ölümlüler ve süperler arasında geçiyor.
Bu kişiler, süperlerin zarar verdiği insanları sevenler yani kişisel bir intikam hikâyesi giriyor devreye. Ötekiler ise süperleri, medyada ve sosyal medyada gördükleri yüzüyle birer kahraman olarak gören kişiler. Kitlelerin medya/ sosyal medya tarafından nasıl da güdüldüğünü kara mizah kullanarak bize anlatan dizi savaşların gerekliliğini, terörist denilenlerin aslında terörist olup olmadığını, asıl düşmanın karşımıza koyulanlar mı yoksa yanımızda gözükenler mi olduğunu sorgulatıyor izleyicilere. Bir sahnede terörist olarak sunulan Kimiko asıl iyi olanken kahraman olarak sunulan Stormfront ırkçı ve kötüdür, olaydaki tüm yıkımın, ölümlerin sorumlusudur. Televizyon, bilgisayar ve telefon ekranında gördüklerimizin aslında ne kadarı gerçektir, ne kadarı inanmamız istenendir? Dizi buna dair doneleri tüm sahnelere serpiştirerek süreğen bir medya/sosyal medya eleştirisi yapıyor.
Stormfront’un ilk göründüğü bölümde yaptığı sosyal medya yayınında, savaş ortamında bir askerin yanında olduklarını söyleyen iki süper -Homelander ve Queen Maeve- aslında bir set ortamında, şirketlerinin onlar için arzuladığı kârlı bir pozisyon için reklam yapmaktadır örneğin. Starlight bir kasaba kızına uygun kahraman giysisi yerine çok daha fazla ten gösteren erotik tınılı bir kıyafet giymeye zorlanmaktadır. Biseksüel olduğu ortaya çıkan Maeve’in üstünden LGBTİ topluluğuna yönelik reklamlar ve sahneler çekilmektedir. Yani her kâr fırsatı muhakkak inekten süt sağarcasına sağılmakta ve gerçekler, gücü ve kârı koruma amacıyla çarpıtılmaktadır. Tabii gücü korumak için en önemli unsur, çok güçlü bir süperdir, ki Homelander neredeyse ölümsüz bedeni, uçma becerisi ve gözlerinden çıkan ve uçakları bile ikiye bölebilen lazerle bu ihtiyacı karşılar.
Dizinin en önemli karakteri olan antagonist Homelander, ABD bayraklı pelerini, sarı saçları ve mavi gözleriyle başta günümüz ABD’si ve Hitler Almanya’sı olmak üzere batı uygarlıklarının idealize ettiği erkek modelidir. Dizideki eylemleri ve söylemlerine bakınca benzerliğin sadece görüntüde olmadığını anlarız. Homelander bir alegoridir, aslında kendi varlığı ve gücünden başka hiçbir şeyi umursamayan, ötekileri hunharca öldürmekten imtina etmeyen ve bütün bu hikâyenin sonunda “asıl kahraman sizsiniz” diyen Homelander, sömürgeci batı uygarlıklarının bir alegorisidir. Nasıl ki ABD, barış ve demokrasi getirme söylemiyle dünyayı kontrol etmeye çalışır, Homelander da asıl kahraman sizsiniz deyip sözde iyilikler yaparken asıl derdi kendisi ve en güçlü, en durdurulamaz olmaktır. Homelander sosyopolitik düzlemde ABD/ batı uygarlıklarının bir görünümüyken psikolojik perspektiften bakınca narsisizmin kişileşmiş halidir.
Homelander’ı, ABD ve narsisizmi aynı potada eriten bir karakter olarak yaratmak gerçekten çok akıllıcadır. Kaptan Amerika’nın bir negatifi, görüntüde kurtarıcı, iyicil, yardımsever, “asıl kahraman sizsiniz” diyen alçakgönüllü bir kahramanken aslında habis ve yıkıcı bir kötü olması, bu ikiliğin çeşitli politik ya da sosyolojik görünümlerini vurgulayan iyi bir tasarımdır gerçekten de.
Peki, psikolojik perspektif? Bu açıdan da tasarım ve bu tasarımın bize sunuluşu oldukça başarılıdır. Homelander neden olduğu kişidir? Yani bu denli habislik nereden gelmektedir? Bu sorunun cevabı onun “yaratılış” hikâyesinde yatar. Homelander bir çeşit deneydir. Laboratuvarda üretilmiş, tasarlanmış ama bunun üstüne laboratuvarda yetiştirilmiş bir çocuktur. Bir bölümde bir reklam için Homelander için yazılmış çocukluk hikâyesi çekilir. Odasındaki yatağın üstünde battaniye durmaktadır. Bunu gören Homelander çıldırır, aşırı derecede sinirlenir. Anne ikamesi olarak gördüğü Madeleine onu yatıştırır ancak. Bunun nedeni laboratuvarda bir deney faresi gibi görüldüğü, temastan uzak zamanlarında o battaniyenin onun için bir anne ikamesi, bir yakınlık kaynağı olmasıdır.
Burada, 1960’ların başında Harry Harlow isimli deneysel psikoloğun rhesus maymunlarının yavrularıyla yaptığı bir psikoloji deneyinden bahsetmek istiyorum. Harlow bu deney için maymun yavrularını annelerinden ayırır ve bir odaya alır. Odanın bir köşesinde metal tel ve tahtadan yapılmış memelerin olduğu yerde birer biberon olan bir maymun, diğer köşesinde ise peluştan yapılmış ama biberon barındırmayan bir maymun vardır. Maymunlar istisnasız şekilde peluş maymunu tercih eder. Çok acıkırlarsa gidip biberondan süt içerler ama hemen peluş maymuna dönüp sarılmaya devam ederler. Harlow bu deneyle o dönemin davranışçı ekolünün öne sürdüğü temel ihtiyaçların karşılanması ve yakınlığın olmadığı bir disiplinle çocuk yetiştirme fikrini çürütmüştür. Tüm primatlar gibi insanlar da duygusal yakınlıkla gelişir ve serpilirler. Yine 1940’larda Rene Spitz, yetimhanelerdeki çocuk ölüm oranı fazlalığının fiziksel bakım yetersizliğine değil, duygusal bakım eksikliğine bağlı olduğunu, duygusal yakınlık görmeyen çocukların hem fiziksel hem zihinsel açıdan yaşıtlarının gerisinde kaldığını göstermiştir.
Bu temel ihtiyaçtan yani duygusal bakımdan mahrum büyüyen Homelander, yakınlık ve sıcaklığın olmadığı, donuk diyeceğimiz bir laboratuvar ortamında büyürken yanındaki bilim insanlarıyla yakınlaşmaya çalışsa da bu kişiler onu bir çocuk değil, bir denek olarak görerek yakınlığa karşılık vermezler. Çevresinde yakınlık kurabileceği kimse bulamayan Homelander, ilişki kurmayı öğrenecek imkândan yoksundur. Gösterdiği yakınlığa karşılık alamadıkça hissettiği süreğen hayal kırıklığı, onu tüm içsel yatırımını dünyadan geriye çekerek kendisine yapmaya zorlar. Zaten “özel” bir çocuktur, tasarımı onun başkalarında olmayan güçlere sahip olmasını sağlar. Bu da kendisine yaptığı yatırımı ve narsisistik patolojinin gelişimini kolaylaştırır.
Gerek duygusal mahrumiyet gerekse özel bir çocuk olduğu fikri narsisistik patolojinin zeminini oluşturan iki kritik unsurdur. Homelander tüm korkuları, kaygıları, yalnızlığıyla tek başına mücadele etmek zorunda kalmıştır. Bir bölümde uçmayı öğretmeye çalıştığı oğluna şöyle der: “Ben bunların hepsini kendim çözmek zorunda kalmıştım.” Aslında oradaki konu sadece uçmak değildir; kendisiyle, varoluşuyla, eksiklikleri ve yalnızlığıyla mücadeledir kastettiği. Sevilmediği inancını kaplayan büyüklenmeci kendilik, uçabilen, öldürülemeyen, gözleriyle bir uçağı ikiye bölebilecek ışınlar çıkaran Homelander parçasıyla görünür hale gelir. Homelander süreğen olarak kendisini gözlemler, dışarıdan nasıl göründüğü, insanların onu ne kadar sevdiği ve hayranlık duyduğu onun varoluşu için en kritik olgudur. Bu hayranlık dolu bakışları kaybetme fikri dışında onu korkutan bir şey yok gibidir çünkü aşırı özdeşleştiği büyüklenmeci kısmını besleyen bu hayranlık elinden kayarsa dağılıp gitmekten, laboratuvar zemininde yalnız başına kalmış o çocuk olmaktan korkar.
Homelander’ın son sezonda aynadaki imgesiyle konuştuğu bir sahne vardır ki narsisizmin bilinçdışı yapılanmasının harika bir özetidir. Narsisizmde kendilik ikiye bölünür.
Bir yanda üç unsurdan oluşmuş büyüklenmeci kendilik bulunur. Bu üç unsur, erken deneyimler ve bakımverenlerle etkileşimle oluşan gerçek kendilik, çocuğun ortamından ve mahrumiyetinden kaynaklanan hayal kırıklığıyla başa çıkmak için bir kompanzasyon amacıyla gelişmiş güç, güzelllik gibi olgularla donanmış ideal kendilik ve sınırsızca bakımveren anne figürünün fantezisi olan ideal nesne tasarımlarıdır. Öte yanda ise çocuğun duygusal bakımdan mahrum kalmış aç kendilik parçası yer alır. Bu yanda gerçek kendiliğin kabul edilemeyen ve içsel olarak taşınamayan parçaları ve değersizleştirilmiş nesne imgeleri bulunur. Bu iki parça, bölme mekanizmasıyla birbirinden ayrı tutulur.
Homelander gibi tipik büyüklenmeci bir narsisistte büyüklenmeci kısım görünür haldeyken aç kendilik kısmı saklıdır. Büyüme yıllarında çocuk aç kendilik parçasını inkâr ederek ya da dışsallaştırarak onunla başa çıkmaya çalışır. Öfke, kıskançlık, haset, hayal kırıklığı gibi duyguları taşıyan bu parça daima saklı tutulmaya çalışılır. Narsisistlerde bu duygular daima çok güçlüdür ve çeşitli tetiklenmelerle su yüzüne çıktıklarında büyüklenmeci kendilik tehdit hisseder, ikincil bir öfke su yüzüne çıkar. Bahsettiğim ayna sahnesinde, ağlayan, sevilmek isteyen, kırılgan Homelander aç kendiliği; ona bu öfkeyi ve üzüntüyü bastırmaya dair öneriler veren, kendisini beğenen, ötekileri aşağılayan katı Homelander ise büyüklenmeci kendiliği temsil etmektedir.
Onu yatıştırabilen tek figür olan Madeleine, hem emziren bir annedir hem de katı ve çıkarcı haliyle tam da Homelander’ın çocukluğunda deneyimlediği bakımveren deneyimini ona anımsatan bir yanı vardır. Böylece Homelander için bir anne ikamesi haline gelmesi kolaylaşır. Onun sağdığı süte duyduğu neredeyse fetişizme yakın ilgi, mahrum kalmış çocukluğunun nişanesi gibidir. Madeleine ismi de harika bir seçimdir gerçekten. Proust, Kayıp Zamanın İzinde romanında çaya batırılmış bir madeleine kurabiyesini ısırdığı an çocukluğuna dönüverir. Homelander’ın hayal ettiği ideal anne imgesi de Madeleine’dir işte. Çocukluğuna döner ama mahrumiyetinden onu kurtaran anne hayalini bugününde bulmuştur. Ancak az önce bahsettiğim kırılgan duygular ve öfke, anne ikamesine yönlenir ve onu öldürerek bitirir bu ilişkiyi. Mahrumiyet ne kadar büyükse kırılganlık o kadar güçlüdür. Küçük bir çocuğun bu kırılganlıkla baş etmek için pek yolu olmadığı için bölme ve bu duyguların inkârı, onu kaplayan büyüklenmeci bir parçanın gelişimi narsisistler için tipiktir. Ve büyük bir hayal kırıklığı, büyük bir öfke ve yıkıcılık getirir.
Homelander hem narsisistik patolojiyi hem narsisistik tutumlu politikalar izleyen ülkeleri hem de narsisistik liderleri temsil eden tek bir imge gibidir. Güçlü, yıkılmaz bir ben ve düşman ötekiler söylemi, kendisine yapılan muhalefete son derece orantısız bir öfke ve yıkımla yanıt verme halleri, dikkatli bakarsanız öylesine sık göreceğiniz bir tutumdur ki Homelander’ın nasıl bir alegori olduğunu çok daha farklı boyutta anlayabilir, bu sözleri söyleyenleri de Homelander’ın bir benzeri olarak görme imkânı kazanabilirsiniz.
Bu yazı, Episode’un 38. sayısında yayımlanmıştır.