Röportaj: Başarılı Senarist Hakan Bonomo
Yıllardır sektörde sessiz, sakin ama istikrarlı ilerleyişini sürdüren Hakan Bonomo’yla havanın çok güzel başlayıp birden sağanak yağmur ve fırtınaya çevirdiği bir günde Moda’da buluştuk. Adını en son İlk ve Son’da duyduğumuz bu üretken senaristle tavırlarındaki sıcak ve samimi İzmir esintisi, sorularıma verdiği dolu dolu cevaplar sayesinde güzel bir meslektaş sohbeti yaptık. Yazma tutkusu, hayata dair duruşu ve gelecek planlarıyla karşınızda Hakan Bonomo…
Sabancı Üniversitesi İşletme Bölümü’nden mezun olmuşsun. Mezun olduktan sonra iş hayatı macerası nasıl ilerledi?
Hemen iş hayatına atılmadım. Yapmak istediğim şeyi çok iyi biliyordum aslında ama yapmam gereken, “İşletme okudum, gidip bir yerde yönetici olmam lazım,” gibi bir yanılgım vardı. O kafa karışıklığında bir iki yılım geçti ama bu süreçte sürekli bir şeyler yazmakla meşguldüm. İşletme okurken de aynı şekildeydim. Kısa hikâyeler, kısa filmler, kısa öyküler… Ben sinemaya gerçekten âşık biriyim.
Okuldayken sinema kulübünde çok zaman geçirmiş gibisin? Öyle bir hava aldım.
Seçmeli derslerimi hep sinemayla ilgili aldım. Fırsatım olsa bölüm değiştirirdim. Okuldayken de, mezun olduğumda da, işe girdiğimde de şunu anladım: Hiç ait olmadığım bir dünyanın içindeydim ve mutlu değildim. Yaklaşık 3-4 yıl satış temsilciliği, satış uzmanlığı, satış müdürlüğü… Garip garip yerlere girip çıktım. En son sağlık sektöründe çalışıyordum. Hastanelere kemoterapi pompa seti, pompa cihazı satıyordum. Sattığım cihazın ürün uzmanıydım ama sattığım cihazdan zerre kadar anlamıyordum.
Hastaneleri mi dolaşıyordun?
Bütün Türkiye’yi dolaştım. Ürün uzmanı olunca sadece tek bir bölgede çalışmıyorsun. Bu arada bahsetmeyi unuttum, İstanbul’dan sonra İzmir’e taşındım. Bu bahsettiğim süreç İzmir’de, şirket İzmir’deydi.
Ailen İzmir’de yaşıyor o zaman?
Ben İzmirliyim. Ailemin yanına değil de memleketime dönüp ayrı bir hayat kurdum. Orada çalışmaya başladım. Ürün uzmanı olunca dediğim gibi, bütün Türkiye’yi geziyordum satış temsilcileriyle birlikte. Bir yandan hikâyeler yazıyordum. En son o sıkışıklıkta artık dedim ki, yapmak istemiyorum bunu. Sonra İstanbul’dan Kanal D’de bir fırsat açıldı. Net D diye bir dijital platform. Hiç dijital platform yokken böyle bir oluşuma girmişlerdi.
Bu tarz işleri kovalıyor muydun yoksa bir tanıdık mı haber verdi?
Hiçbir tanıdık yok. Bir mail adresi bile bulsam sürekli birilerine bir şeyler yolluyordum. Kanal D’ye de yazdıklarımı, uzun metraj sinema filmi, kısa film, hikâye, öykü, program fikri vs. habire yolluyordum. Bir tanesi ilgilerini çekmiş. O dönem Pelin Diştaş vardı. O, beni yanına çağırdı. Ben de o kadar kurumsala alışmışım ki… Takım elbise, kravatla gittim görüşmeye. Pelin Hanım da şaşırdı. O ciddiyetim, sakal tıraşı falan…
Kaç yaşındaydın bu olduğunda?
10 yıl öncesinden bahsediyorum neredeyse, 26- 27 falan… Pelin Hanım dedi ki, “Biz Net D diye bir oluşum içerisindeyiz, burada yazmak ister misin?” Dedim, “İsterim! Tabii ki isterim!” O şekilde başladım. Artık biz nasıl “başarılı” olduysak bir yıl sonra Net D kapandı. Ben İstanbul’a gelmişim, bu işleri yapacağım diye taşınmışım, işsizim. Gökhan Horzum’la tanıştım. Onun yeri de hakikaten ayrıdır bende. Gökhan abiyle bir toplantı yaptık. Ekibi genişletmek istediğini söyledi. Ne yazıyorsun, ne yapıyorsun, ne ediyorsun derken… Onu bunaltacak kadar şey yolladım ona. En son birlikte çalışmaya başladık. 2-3 yıl devam ettik. Sürekli iş üretir hale geldik. Yayınlanan ilk dizi o dönem Kiraz Mevsimi’ydi.
Kiraz Mevsimi’nden sonra artan bir tempoyla çalışmaya başladın diye biliyorum…
Evet, Asena Bülbüloğlu’yla tanışmamız da bir kırılma noktası oldu benim için. Çünkü Kiraz Mevsimi bittikten sonra da biz Asena Hanım’la çalışmaya devam ettik. Çok kıymetli birisidir benim için. Sonra Adı Mutluluk’u, Fox TV’ye Aksel Bonfil’le yazdık. O da çok keyif alarak yazdığım bir gençlik işiydi. Hemen akabinde Seviyor Sevmiyor geldi. Daha sonra da Söz dönemi başladı benim için. 84 bölüm sürdü, o da benim için önemli bir işti. O döneme kadar hep romantik komedi, gençlik işleriyle ilgiliydim. Asker işi, asker draması… O da televizyonda karşılık buldu. Zaten sen de çok iyi biliyorsun, aslında karakter satarsın. Takip edeceğin bölümler boyunca bir dünyan olması lazım. Sonra o dünyadaki karakterleri izletirsin, sevdirirsin. Söz o anlamda hepimiz için başarılı, iyi bir işti.
Sence bu “karakter satma” dediğin şey Türkiye’deki dizi sektörüne özel mi -dijital platformları konunun dışında bırakarak soruyorum yoksa dünyada böyle bir eğilim mi var?
Ben her zaman karakteri esas alırım. Hikâyen ve çatışman tabii ki çok önemli ama önce karakter analiziyle başlarım proje sunum dosyalarına. Yoksa öbür türlüsü, halı sahaya gidiyorsun topun yok, gibi bir şey. Benim önce onları bilmem, tanımam lazım ki dünyalarına gireyim. O yüzden sadece Türkiye için ya da televizyon için değil, bence her mecrada en önemli şey karakter.
Şundan dolayı sordum: Yerli dizilerde karakterin ön plana çıktığını görüyoruz genellikle. Romantik komedilerde ya da aşk dramasında çiftler ön plana çıkıyor. Bizim ülkede insan özellikleri, olaylardan önce geliyormuş gibi geliyor bana.
İyi hikâye-iyi karakter, ikisi bir araya geldiğinde zaten o dizi efsane oluyor. Mesela Breaking Bad olay örgüsü, olay akışı kusursuz. Ders diye okutulur zaten tüm bölümleri. Ama Walter White’a tek başına baktığında muazzam bir karakter. Aynı bölümde ahlakçı bir aile babası acımasız bir katile dönüşür ama yadırgamayız bunu. Bunun zeminini hazırlamak da çok zor. Killing Eve mesela çok severek izlediğim bir iş. Ama bana sorarsan Killing Eve’de neyi izleriz diye, Eve’den ziyade Villanelle’i takip etmeyi severiz diye düşünüyorum. Nerede ne yapacağı kestirilemeyen, bir sonraki hareketi asla belli olmayan karakterleri izlemeyi ve izletmeyi seviyorum ben de.
Türkiye’deki dizi sektörü olarak “ne yapacağı kestirilemeyen karakter”ler yaratmayı, bunlarla yol almayı öğrendik mi? Seyircimizde bunun bir karşılığı var mı?
Çok başarılı örnekleri olduğuna inanıyorum burada da. Bunu yapabiliyoruz tabii ki… Bunun belli bir kuralı, matematiği yok bana kalırsa. Öyle olduğu zaman seyirci bunu çok kolay algılayacak halde. Çok sevdiğim bir kitaptır ama şu an ona bile tepki göstermek istiyorum aslında: Save The Cat. Karakteri sevelimcilik vardır ya bizde, ilk beş dakikada sevelim, satın alalım, ben şu an ona karakteri “sevelim” değil, “anlayalım” noktasında yaklaşmayı tercih ediyorum.
Sence, en azından çevrende iletişim halinde bulunduğun senaristler arasında, dert edinilen ortak bir konu var mı? Mesela ben x bir konuyu dert ediyorum, çevremdeki senaristlerin de dert ettiğini görüyorum gibi. Bu aralar senaristlerin aklından genelde şu şu şu dertler geçiyor gibi… Böyle bir toparlama, genelleme yapabilir misin?
Öyle bir dönemden geçiyoruz ki… Her geçen gün gırtlağımızı daha çok sıkıyorlar dolayısıyla dertlerimizin ortak olduğuna inanıyorum. Biraz özgürleşmek istiyoruz artık. Dijital platformlar sözkonusu olduğunda deniyor ya “daha sansürsüz olmak, cinsellik gösterebilmek, küfür edebilmek”… Ben öyle yaklaşmıyorum konuya. Bu zamana dek sürekli kutsallaştırılıp romantize edilen meseleleri -yine maalesef yüzde yüz özgür olamasak da- daha özgürce ele alabilmemizi sağlıyor dijital. Aile, evlilik, aşk gibi kavramlar mesela. Ya da TV’de karşılık bulması güç olan çok daha gündelik olaylar. Benim şu ara en büyük derdim, politik doğruculuk meselesi. Altını çok boş buluyorum ve bununla da mücadele etmek istiyorum. Yazdığım şeylerle bunu zorlamak, seyirciyi konfor alanından çıkarıp biraz rahatsız etmek istiyorum açıkçası.
Şundan bahsediyorsun değil mi, karakterlerin ele alınışından tut da olayların dizilimine varana kadar politik doğrucu değil, hikâyenin getirdiği gibi olmak?
Kesinlikle onu kastediyorum.
Seyirciyi biraz provoke etmeyi de sever misin?
Ben seyirciyi rahatsız etmeyi seviyorum. İlk ve Son’la ilgili duyduğum iki tepki var. Biri, “Çok ağladım, çok gerçekti.” Hoşuma gidiyor bunları duymak, çok güzel ama bir tepki de şuydu: “Çok rahatsız edici ya, çok rahatsız oldum o ettikleri kavgalardan, o birbirlerine söyledikleri şeylerden.” Bu rahatsız olma meselesi benim daha çok hoşuma gidiyor çünkü amacım buydu. Artık lafımı sakınmaktan sıkılır hale geldim. Hayır, neyse o. Politik doğruculuk meselesinde de şöyle düşünüyorum: Bir karakterin seksist bir küfür edebilir, bir karakterin seksist de olabilir. Hikâye gereği bu karakteri anlatabilirsin. Günün sonunda o karakter aracılığıyla herhangi bir güzelleme yapmıyorsan, o karakterin yaptığına çanak tutmuyorsan tabii ki… Ama her türlü orada yapılan, bahsedilen şeye “bu tepki görür” diye yaklaşıldığı zaman rahatsız oluyorum. Hayır, o karakter bunu yapmalı.
Aynı şekilde düşünüyorum.
Kadın veya erkek, o karakter küfrediyorsa etmelidir. Ama aynı olaya bir erkeğin vereceği tepkiyle kadının vereceği tepki birebir aynı olsa bile kadının tepkisi daha fazla göze batıyor. Bu, benim bütün hücrelerimle nefret ettiğim bir şey. Hiçbir karaktere, hiçbir insana böyle yaklaşmaman lazım. İlk ve Son’da en huzursuz olduğum, en mutsuz olduğum eleştiri buydu. Deniz ve Barış, eğer sen bunları tamamen kafanda kadını koyduğun yere, erkeği koyduğun yere göre ayırırsan hiçbir yere varamazsın. Şunları duyuyordum: “Böyle kadın mı olur? Böyle kadınla ömür mü geçer! Delirtir adamı! Kesin bipolar bu kadın! Ya da sınırda kişilik!” Hayır abi! Sakin ol! Hiçbiri değil! İnsan Deniz! Barış böyle bir karakter olsaydı kimse bunları söylemeyecekti. Rahat bırakın kadınları artık! Evet, Deniz çok aklına eseni yapan, çok zorlayıcı bir karakterdi. Ama o öyle bir karakterdi. Bu arada Barış da bence çok zorlayıcı bir karakterdi. Bunlara hak vermek zorunda da değilsin. Anlayabilirsin, anlamayabilirsin ama kadın-erkek diye baktığın an geçmiş olsun sana. Yani “Kadın küfreder mi?”ye kadar vardı iş bir ara. Neden etmesin kardeşim?
Kadınların hep temiz, doğru olma yükümlülüğü varmış gibi…
Aynen öyle. O yüzden insanları buradan rahatsız etmeye sonuna kadar devam edeceğim. Mesela şu an ana akıma bir iş yazıyorum, gerçekten yazdığım bu işte de çok ana akım kodlarıyla yazmıyorum. Ve çok şanslıyım, Ay Yapım gibi bir şirketle çalışıyorum. Bir aile hikâyesi yazıyorum ve aileye fazlasıyla sorgulayıcı bir yerden bakıyorum. Yine rahatsız olmak isteyeni aynı yerden rahatsız etmek istiyorum.
Belki ayrı ayrı belki iç içe cevap verirsin; bizi muhafazakârlıktı, RTÜK’tü bunlar kısıtladığı gibi, onların işi bu çünkü ama bir de politik doğrucu bekçiler var artık hayatımızda. Ve bu bekçilik hali giderek yayılıyor. Sence politik doğruculuğun doğurduğu sansür ne boyutta?
Vallahi bu da tamamen seyircinin belli bir kısmıyla ilgili, yani herkes böyle düşünüyor diyemiyorum ama böyle düşünenin neden böyle düşündüğüne dair bir fikrim var.
Örgütlü tepki verebiliyorlar en azından…
O linç kültürü aldı başını gitti zaten. Ama genel olarak politik doğruculuğu altı bomboş bir öğreti olarak görüyorum. Birçok insan da izlediği bir işte kendindeki bir arızayı görmek istemiyor. Çok uçlarda olan bir karakteri ya da çok uç sorunlarla boğuşan bir aileyi hazmedebiliyor çünkü bu ben değilim diye rahatlayabiliyor. Ama gerçek bir problemi, gerçek bir arızayı, kendinde de varsa, kendisi de böyle hissediyorsa izlemek istemiyor. Bunun da etkisi olduğunu düşünüyorum.
Yeni girdiğin çevrelerde ya da eş, dost, akraba arasında dizi yazdığın öğrenildiği an, “O kötü şeyleri, o kadına şiddeti siz mi yazıyorsunuz!” gibi tepkilere maruz kalıyor musun?
O işlerden inan ben de rahatsız oluyorum. Şiddeti illa göstereceksen bir sebebi ya da varacağın bir yer olmalı. Göstermenin büyük sorumluluğu olduğuna inanıyorum. Tabii bazen bu dediğin tepkileri çok ezbere verebiliyor insanlar. Onları da ayırt etmek gerek. Sadece iyi gözükmek ve olması gerekeni seslendirmek adına bu cümleleri kuranlardan bahsediyorum. Nasıl hissettiklerinden ziyade nasıl göründükleriyle ilgilenenlerden…
Ona psikolojide “düşmanca” duygularını saklamak da deniyor sanırım yoksa toplum içinde kabul görmeyeceksin. Ama yazarlık ya da yazma işi, kötü şeyleri de ya da iyi karşılanmayan şeyleri de yazmalı sanki?
O an bir şeye verdiğin tepki gerçekse, o an öyle düşünüyorsan, öyle hissediyorsan bunu yazman lazım. Kendini bir yere kadar gizleyebilirsin yazarlıkta. Bir yerden sonra içini kusmaya başlarsın. Orada da senin zihniyetin, hayata bakış açın tabii ki devreye girer. Nasıl biri olduğunla ilgili de seyirciye fikir verirsin. Author sineması bunun en iyi örneğidir. Herkes kendi derdini anlatır. Benim öyle tanımadığım birçok yönetmen, senarist arkadaşım oluyor aslında izlerken. Ne bileyim mesela şu an Joachim Trier’e bayılıyorum. O kadar ki tanıyor gibiyim. Öyle kendinden bahsediyor ki çok belli. Gerçek o, onu hissediyor, gizlemiyor hiçbir şeyi. İyisiyle kötüsüyle ben de buna özen gösteriyorum. Bence seyirci de artık onu izlemek istiyor. O kadar çok içerikle muhataplar ki onlar da neyin gerçek, neyin samimi olduğunu, neyin olmadığını rahatça ayırabiliyorlar.
Peki, Hakan Bonomo kendisini Türkiye’de nasıl hissediyor şu sıralar?
Bir bebeğimiz oldu. O yüzden Türkiye’den bağımsız sorarsan hayatımın en mutlu dönemindeyim. Ama ülkede olanlara bakınca tabii ki boğulmuş hissediyorum, öfkeliyim. Çok uzun süredir öyle yalanlar söyleniyor ki hepimize. Uğraşılmış yalanlar bile değil hiçbiri. Hayatın her alanında aptal yerine konmaya çalışılıyoruz. O yüzden de hiçbir şeye sabrımız kalmadı artık. Bir şeyi “çok sevmekten” hemen en zıddına, “nefret etmeye” o kadar kolay gidebiliyoruz ki. Ve maalesef nefret artık çoğunlukla galip geliyor. Geçen gün okuduğum bir cümle çok kafama takıldı. “İnsanların yaptığı iyiliğe duyduğumuz sevgi, hata işlediklerinde duyduğumuz nefrete kıyasla o kadar küçüldü ki.” Şu an tamamen bunu hissediyorum. Evet, akıl sağlımızı koruyabilmek çok zor. Ben de sürekli yeni bir söz söyleyerek, çalışarak aklımı korumaya çalışıyorum.
Bu senin için pes etmemenin bir yolu, yöntemi diyebilir miyiz? Çünkü bir yandan da şunu görüyorum, bir hayal koyuyoruz ortaya, o hayal bazen insanlara o kadar iyi geliyor ki onlar da hayatta kalacak gücü buluyor.
O kadar güzel bir şey söyledin ki… İnsanları bir şekilde iyileştirdiğini, onlara dokunduğunu gördüğümde gerçekten işimle ilgili de kendimle ilgili de öyle iyi hissediyorum ki. İlk ve Son’la ilgili şöyle bir örnek verebilirim: İzledikten sonra çok kötü giden evliliğinin farkına varıp daha mutlu bir hayata başlayan birçok tanıdığım var. Ya da tanımayıp da duyduğum örnekler var… Ve hepsi çok hoşuma gidiyor. Evliliklerini kurtaranları da aynı şekilde duyuyorum, okuyorum, onlar da beni çok mutlu ediyor. O yüzden umudum var açıkçası, kendi adıma böyle bir hayatta kalma metodu deniyorum.
Aile, evlilik biraz daha kişisel, özel hayatlarımızla ilgili şeyler. Bir gün memleketle ilgili bir şey anlatmak isteseydin, ne ile ilgili olurdu?
Şimdi tam da o konuda çalıştığım bir film projesi var. Gündelik siyasetin hiçbir tarafı olmayan 6 yaşındaki bir çocuğun gözünden bir Türkiye hikâyesi. Çok sevdiğim yol arkadaşım İlkay Doğan’la birlikte yapımını da üstlenmek istediğimiz, büyük hayallerimizden biri.
Önümüzdeki dönem için projelerin, planların neler?
Şu an Ay Yapım’la bir anlaşmam var. Bahsettiğim aile dizisini yazıyorum. Onunla ilgili de çok heyecanlıyım çünkü belki de riskli bir yerden yaklaşıyorum ve bu beni çok mutlu ediyor. Onun dışında Ah Belinda var. Deniz Yorulmazer çekti. Neslihan Atagül, Serkan Çayoğlu, Beril Pozam ve Necip Memilli başrollerde. Onun için de çok heyecanlıyım. Orijinal yapımı izlediğim günü bile unutmam. Delirmiştim. “Nasıl yani!” diye şaşıra şaşıra izlemiştim. Onu günümüze uyarladım. 1986 yılında Atıf Yılmaz’la Barış Pirhasan zamanın ötesinde bir iş yapmışlar. O yüzden sorumluluğumun çok büyük olduğunu hissediyordum. Beni en mutlu eden de Barış Pirhasan’ın senaryoyla ilgili geri dönüşü oldu. İşin hakkını verdiğimi hissettirdi bana.
O da seninle birlikte mi çalıştı yoksa manevi hakları dolayısıyla mı geribildirimde bulundu sadece?
Hayır, birlikte çalışmadık. Ben serbest bir uyarlama yaptım. Son aşamada Barış Pirhasan okuduğunda, sağ olsun, bana iletilmesini istemiş e-postanın. Hayranı olduğum bir yazardan gelen çok zarif, çok yüreklendirici bir e-postaydı.
Kadın meselesiyle ilgili çok önemli bir film Ah Belinda… Olası tepkilerle ilgili bir tahminin var mı? Belki biraz politik doğruculukla da bağlayabiliriz bu soruyu.
Günümüz Türkiye’si koşullarını ön planda tutarak bu işi uyarladım. Kadını belli kalıplar içinde görmek, böyle yaklaşmak en rahatsız olduğum şey olduğu için ortak bir dertle yazdım. Ve şuna da bayılırım: Bir karakteri alıp en sevmediği yere atmaya… Bu film onun için bir maden zaten.
Yine de gelecek tepkileri duyuyorsundur kafanın içinde şimdiden… Seyirciyi rahatsız etmeyi severim dedin ya, o bakımdan soruyorum aslında.
Kesinlikle… Burada hayata iki bambaşka bakış açısıyla bakan zümre var ortada. Ve iki zümreye de çok alaycı ve eleştirel yaklaşmaya çalıştım. Bunun için eleştiriler gelecektir elbette ama sonunda çok eğlenceli bir hikâye oldu
Sanırım Ah Belinda’dan başka projeler de var önünde?
Evet, BKM’ye Disney+ için kod adı “Star” olan bir dizi yazdım. Başrollerde Pınar Deniz ve Uraz Kaygılaroğlu var. Soner Caner yönetiyor. Çok detay veremiyorum ama epey heyecanlı olduğumu söyleyebilirim.
Son olarak Episode okurlarına önereceğin kitap, dizi, film var mıdır?
En son sinemada Everything Everywhere All at Once’ı izledim. İşte zamanın ruhu dediğim şey tam olarak, öyle yakalanmış ki orada. Uzun zaman olmuştu sinemaya gidip de iyi bir şey izlemeyeli. The Offer’ı herkese tavsiye ederim. Godfather nasıl çekildi, neredeyse nasıl çekilemiyordu, en ince ayrıntısına kadar tüm yapım sürecini anlatan şahane bir iş. Severance da yine çok etkileyici. Sally Rooney bu aralar çok okuyorum. Şimdi ilk romanı Arkadaşlarla Sohbetler’in dizisi de çekilmiş. Daha izleyemedim ama merak ediyorum. Onun dışında Güzel Dünya Neredesin, onu tavsiye ederim. Vigdis Hjorth’un Miras’ını kalbim sıkışa sıkışa okudum. Auður Ava Ólafsdóttir’in Sessizlik Oteli’ni de aynı şekilde…
Bu röportaj, Episode’un 43. sayısında yayımlanmıştır.