Röportaj: Özge Özpirinçci & Salih Bademci

 Röportaj: Özge Özpirinçci & Salih Bademci

Bugüne kadar televizyon dizilerinde izlediğimiz “ilişki” hikâyelerini şöyle bir gözden geçirin. Bu yapımlara bakarsak bir kadın ve bir erkeğin yaşayabileceği şeyler sadece melodramatik yanlış anlaşılmalardan, araya giren kötü insanlardan, gerçekliği olmayan afili cümlelerden ibaret. Seyirciye artık bıkkınlık ve doygunluk hissi veren bu tarz kurguların dışına çıkmanın, hikâyelerimize nefes aldırmanın zamanı geldi artık diye düşünürken BluTV’nin yeni dizisi İlk ve Son karşımıza çıkıverdi. Diziyi seyredenler yorumlarını forumlarda, sosyal medyada sıcağı sıcağına paylaşırken biz de başrol oyuncuları Özge Özpirinçci ve Salih Bademci’yle dünya, ülke, ilişkiler, duygular ve dizi sektörü üzerine tatlı tatlı sohbet ettik.

Bu aralar nasılsınız? Nasıl hissediyorsunuz? Dünyada ve Türkiye’de olup bitenler, üst üste yaşananlar size neler hissettiriyor?

Özge: Heyecanlı, endişeli ve umutluyum. Hamileliğimin 6. ayını tamamladım ve hayatımdaki önceliklerin, beni yönlendiren faktörlerin, duygularımı yaşama şekillerimin değiştiğini gözlemliyorum. Kendimi sosyal medyadan biraz uzak tutarak zihnimde kayda girecek bilgi ve görüntülerin kontrolünü sağlamaya çalışıyorum. Zaman zaman öfke ve çaresizlik duygusu ağır basıp kalp ritmimi hızlandırsa da genel anlamda hayatımda ve çevremde denge ve huzur arıyorum ve yaratmaya çalışıyorum. Bazı zamanlarda her şeyin üst üste geldiğini ve bunun altında ezileceğimi hissedince büyük resme bakmaya çalışıyorum ve ne kadar şanslı bir birey olduğumu ve bunun asla hafife alınmayacak bir lütuf olduğunu kendime tekrarlamaya çalışıyorum.

Salih: Bu ara o kadar fazla olayla karşılaşıyoruz ki… Ülke ve dünya gündeminin yoğunluğu zaten bir noktada nefes aldırmıyor. Kendi hislerime odaklanmaya vakit bulamıyorum sanırım bu tablo karşısında. Bunu düşünecek bir aralığım kalmadı. Neye ne hissedeceğimi şaşırmış haldeyim. Kendimle, düşüncelerimle ilgili tahlil yapmam neredeyse imkânsızlaştı. İşin daha da kötüsü galiba hissizleşmeye de başladım biraz. Duyarsızlaşmaya başladım ve beni en çok korkutan da bu yani alışmaya başlamak. Umarım her şey biraz daha normalleştiğinde yavaş yavaş duyarlılığımı geri kazanmaya başlayacağım. Bu duygu ve düşüncelerle başa çıkmak kolay değil; dediğim gibi bu, insanda biraz nasırlaşma yaratıyor. Yaşadıklarımız karşısında diğer insanlar ne düşünüp ne hissediyor sizce? Gözlemlerinizden, şahit olduklarınızdan, sohbetlerinizden bize neler aktarabilirsiniz?

Özge: Genel olarak hissetmeyi unuttuğumuzu gözlemliyorum. Herkesin farklı sebepleri olsa da birbirimize karşı merhametli olmayı unuttuk. Birinin iyiliğini isterken bile onun kalbini kırabiliyoruz. Dilimiz keskinleşirken kalplerimiz sertleşiyor. Bizi mutlu eden şeylerden mahrum kalmanın yanı sıra günlük rutinimiz hayatta kalmak üzerine kurulu olmaya başladı. Hayal kurmaktan korkuyoruz, daha doğrusu hayal kırıklığına uğramaktan. Öfkeli ve sevgisiz bir tür olma yolunda ilerliyoruz. Her kuşak, kendinden sonra gelene yüklerini devrediyor. Taze başlangıç yapma şansına erişen bireylerin toplumda nasıl parladığını gördükçe içim umut doluyor. Fikir ayrılığı yaşamanın toplumu geliştirecek bir unsur olduğunu unuttuk. Tek yaptığımız şey, kendi doğrularımızı başkalarına kabul ettirmeye çalışmak ve bizden farklı olana tahammül edememek. Beni umutlandıran şey, bunun böyle devam edemeyeceğini gören insanların çoğalıyor
olması.

Salih: Artık insanların da duyarsızlaşmaya başladığını düşünüyorum ve gözlemliyorum. Kanıksama hali bence yaygınlaşmaya başladı. En abuk olaylarda bile artık tepkilerimiz sıradanlaştı ve alışmışlık hissi geldi. Tüm bu yaşananlarla ilgili neredeyse etrafımdaki insanlarla konuşmamaya çalışıyorum. Zaten bence kimsenin takati de kalmadı konuşmaya, dolduk hepimiz. Ben artık başka şeylerden; sanattan, felsefeden, izlediğim bir filmden, okuduğum bir romandan konuşmayı tercih ediyorum. Yeri geldiğinde magazinden konuşmayı bile tercih eder hale geldim. Ne kadar çabalasak da, ne kadar bir sürü şeye destek olmaya çalışsak da bunlar bizim elimizde olan şeyler değil; bizden bağımsız da ilerliyor gün sonunda.

Dünyada ve Türkiye’de sürekli olağanüstü olaylar, durumlar yaşamamızı neye bağlıyorsunuz? Size göre neden bu haldeyiz?

Özge: Olanları olağanüstü diye tanımlamamızın tek sebebinin insan olduğunu düşünüyorum. Doğa olaylarını romantize etmek veya onlara karakteristik özellikler atfetmek eskiden beri insanoğlunun yapmayı tercih ettiği bir davranış. Doğa bizden intikam filan almıyor. Doğa sadece var ve olmaya devam ediyor. Önüne çıkan hiçbir şey onu durduramaz. Onunla ve diğer canlılarla uyumlu yaşamazsak olacakların fragmanını görüyoruz sadece. Bu halde olmamızın sebeplerini çok iyi biliyoruz. Bunu bir kenara bırakıp bu halden nasıl çıkmalıyızı araştırmalı ve öncelik haline getirmeliyiz. Yegâne görevimiz gelecek nesillere gezegeni sağlıklı teslim etmek.

Salih: Eşitsizlik, adaletsizlik ve eğitimsizliğe bağlıyorum. Dünya için de aynısı geçerli. Sırf kendi ülkemiz çerçevesinde düşünmemeliyiz bence. İnsanlık dünyayı hak eden bir tür değil. Bu çok sert geliyor kulağa ama bence hepimiz de bu gerçeğin farkındayız.

TV dizilerindeki tempodan dijital platform dizilerinin temposuna geçiş yaptınız. Çalışma koşulları arasındaki farkları bize anlatabilir misiniz?

Özge: Her dijital platformun farklı bir işleyişi var. Bu proje özelinde konuşmam gerekirse Hakan Bonomo’nun bana senaryonun ilk iki bölümünü yollaması ve benim Deniz karakteri için farkında olmadan çalışmaya başlamamın üstünden bir sene geçti. Elimizde hazır ve en ince ayrıntısına kadar düşünülerek yazılmış sekiz bölümle sete çıkmak, şahane bir deneyim oldu. İlk defa bu sekilde çalıştım ve bir oyuncu olarak bu deneyimi yaşattığı için Hakan’a teşekkürü borç bilirim. Set saatleri olarak Kadın dizisinde çalıştığım yapım şirketinin kuralını benimsediğim için günde 12 saat çalışma kuralım var. Umarım bu bütün sektör için bir kural haline dönüşür en kısa zamanda.

Özge

Salih: Dijital işlerde projenin başını sonunu önden biliyorsunuz. Onun dışında çalışma temposu daha az gibi bir durum söz konusu değil. Sahne çekimi daha hızlı olmak zorunda çünkü önceden belirlenmiş bir sürede tüm bölümleri çekmeniz gerekiyor. Televizyondaki çalışma koşullarından çok da farklı değil totale baktığımızda. İşin başını ve sonunu bildiğimiz için hem projenin geneli hem de karakterlerimiz açısından düşünsel olarak daha fazla mesai bile harcayabiliyoruz. Bu da dijitali, televizyondan ayıran bir faktör olabilir. Ancak tüm koşullarla ikisini teraziye koyduğumuzda biri, diğerinden çok daha yukarıda veya aşağıda kalmaz.

Set işçileri açısından düşünürsek onlar da bu konuda sizinle aynı fikirdeler mi? Mesai arkadaşlarınızla ilgili bu konudaki gözlemlerinizi, fikirlerinizi paylaşabilir misiniz?

Özge: Dijital platform ile TV dizilerinin farkı, başlangıç ve bitiş tarihlerinin belli olması. Onun dışında çalışma koşulları ve set ortamı platformdan ziyade yapımcının yarattığı bir ortam. Setlerde yaptığım sohbetler ve gözlemlerle ilgili de söyleyebileceğim tek şey, herkesin huzurlu bir ortamda çalışmak istediği. Set yemeklerinin lezzetli olmasının en önemli şeylerden biri olduğu, ödemelerin zamanında yapılmasının, projede yer alan oyuncuların setin huzurunu bozmadığı, herkesin işini yaptığı bir set bütün çalışanlar için en ideali. Tekrar bu proje özelinde bir şey söylemem gerekirse ilk defa sette çalışan herkesin senaryoyu bu kadar beğendiği ve çıkacak işi merakla beklediği bir proje olduğunu söyleyebilirim.

Salih: En azından 12 saatlik bir çalışma süresi herkes için geçerli. Bu arada bu da biraz lütufmuş gibi sunuluyor. 12 saat çalışmak hiç de az değil. En az birer saat yolunuzu da kattığınızda 14 saatlik bir süreyi işe ayırmış oluyorsunuz. Ama maalesef 12 saate şükreder hale geldik.

Rolünüze hazırlık dönemi açısından TV dizilerinde çalışmakla dijital dizilerde çalışmak arasında nasıl bir fark vardı? Hikâyenin nerede başlayıp nerede biteceğini bilmek, rolü ve hikâyeyi bir bütün olarak ele almak gibi avantajlar ya da bizim bilmediğimiz, tahmin edemediğimiz dezavantajlar var mıydı?

Özge: Sete girmeden Cem (Karcı), Hakan (Bonomo), Salih ve ben üç gün bir otelde kaldık ve sekiz bölümün üstünden sahne sahne geçerek detaylı bir çalışma yaptık. Sete çıkmadan önce kafamızdaki bütün soruları cevaplamak istiyorduk çünkü sette çok da vaktimiz olmayacağını biliyorduk. 10 yıla yayılan bir ilişki hikâyesini tutarlı ama seneleri birbirinden ayırarak canlandırmanın hem fiziksel hem de zihinsel olarak keyifli bir zorlayıcılığı oldu. Burada da seneleri kronolojik olarak çekmek işimizi çok kolaylaştırdı. Sette Cem, Salih ve ben sürekli iletişim halindeydik zaten. Üçümüzün de tıkandığı bir yer olursa saat kaç olursa olsun Hakan ile konuşabileceğimizi bilmenin rahatlığı işimizi çok kolaylaştırdı.

Salih: Bence bu farkı herkes yaratabilir. Mesela Cem Karcı’nın çalışma prensiplerinden birini yaşadık İlk ve Son ile. Sete çıkmadan önce şehir dışında tatlı bir otele gittik. Kapanıp 3 gün boyunca senaryo üzerine çalıştık. Mesela Netflix için çektiğimiz Kulüp‘te de yönetmenimiz Zeynep Günay Tan, öncesinde sahne provalarını aldı. Yine çalışma sürelerimiz yetmeyeceği için öncesinde bir hazırlık sürecine gerek duyuldu. Çekim süreleri belli olduğu için sahneyi uzun uzadıya konuşma durumumuz olmuyor. O nedenle sete çıkmadan önce bu tür hazırlıklar yapılabiliyor. Ancak bunun projenin dijitale yapılmasıyla alakası yok; istenirse TV’deki işler için de yapılabilir bu. Hikâyenin nerede başlayıp nerede biteceğini bilmek tabii
ki çok avantajlı bir durum.

TV’de izlediğimiz dizilerin %80’i yıllardır ilişkiler, evlilikler, imkânsız aşklar anlatıyor bize. Bu noktadan düşünürsek İlk ve Son seyirciye farklı ne vaat ediyor?

Özge: İki insan birbirini sevdiği zaman kavuşamamalarını okuruz, izleriz veya dinleriz. Bu hep böyle olmuştur. Televizyon dizilerinin yayın kuralları gereği anlattıkları hikâyelerde senaryo yazım aşamasından başlayarak izleyicinin karşısına çıkana kadar devam eden bir sansür durumu var. Bu baskı, zamanla otosansüre dönüştü. Konusu, türü ne olursa olsun içinde bulunduğum her hikâyede önceliğim gerçekçilik. Bu baskı altında gerçekçiliği yansıtabilmek büyük başarı. Ya da bunu yapabileceğiniz hikâyeler anlatmayı
tercih edebilirsiniz. Televizyon dizilerinde olan biraz da bu. BluTV bu konuda en uygun platform ve projelerin yaratım sürecinden itibaren üzerinizde hiçbir baskı hissetmeden üretmek şahane bir his. Günümüzde bir proje hayata geçerken acaba izleyici bunu sevecek mi diye düşünür herkes; oysa İlk ve Son için aklıma gelen tek soru, “Acaba bu ilişkiyi izlemeye yüreğiniz dayanacak mi?”

Özge-Salih

Salih: İlk ve Son, çok gerçek bir hikâye. Herkesin yaşamak isteyeceği ama yaşamaktan çok korkacağı bir ilişki sunuyor bize. Bu iki kişi yani Barış ve Deniz, buna cesaret ediyorlar. Dizinin sloganı zaten “İlkleri unutulmaz, sonları kaçınılmazdı.” Aslında hikâyeye dair ipucuyu fazlasıyla veriyor. İlk ve Son, bir kadın
ile erkeğin hayatının, dünyaya bakış açılarının, kendilerini ve birbirlerini nasıl gördüklerinin, değişimlerinin ve aşklarının en şeffaf, en gerçekçi anatomisini sunuyor ezcümle. İlk ve Son’u aslında ayırıcı kılan en önemli unsur ilişkinin “cicim ayları” diyebileceğimiz dönemin başlangıcını bile tozpembe görmüyoruz. Evet, masalsı bir şekilde görüyoruz, doğru ama onda bile öyle gerçekçi bir bakış sözkonusu ki izleyeni kendi ilişkilerine götürüyor. Vaadi çok fazla, tutkusu çok yüksek, düştükleri yer çok karanlık ve kaçınılmaz. Oksijen var, hava var ve nefes alıyorlar; yeri geldiğinde karınlarında kelebekler de uçuşuyor ama biz o kelebeklerin
bir günlük ömrüne de şahit oluyoruz.

Sizce “ilişkiler” hayatımızda neden bu kadar önem taşıyor?

Özge: Doğadaki canlılara baktığımızda neredeyse hiçbir tür yalnız yaşayamıyor. Çevremizdeki diğer canlılarla mutlaka iletişim halinde olmak zorundayız. Hem hayatta kalmak hem de akıl sağlığımızı korumak için. Modernleşen zamanla bu ilişki biçimlerinin yöntemleri değişse de ihtiyaç baki. Özellikle bu pandemi
dönemini evinde yalnız geçirmek zorunda kalan insanlara sormak lazım bu soruyu.

Salih: Sevişmek ve üremek için olabilir mi acaba?

Türkiye özelinde düşünürsek burada ilişkiler nasıl yaşanıyor? Nasıl bir önem taşıyor? Biz ilişkilerimizi nereye koyuyoruz?
Özge: Kendimizden kaçmak için ilişki yaşamayı tercih ettiğimiz bir dönem oluyor. Henüz kim olduğumuzu sorgulamaya cesaretimizin yetmediği zamanlarda karşımızdaki insanın ihtiyaçlarıyla, sorunlarıyla, düşünce ve duygularıyla kendimizi yoğurmaya çalışıyoruz. 20’li yaşların sona ermesiyle birlikte şanslıysak kendimizi tanımaya ve sevmeye başlıyoruz. Bu süreçte de içinde bulunduğumuz ilişkideki kişiyle karşılıklı bu eylemi başarabiliyorsak zaten birliktelik muhtemelen devam ediyor.

Salih: İlişkiler bence daha özgür yaşanıyor. Belli bir zümrenin “yoz” atfettiği şeyler aslında tam da yaşanması gereken şeyler. Her şey kurumsal olmak zorunda değil, her ilişki bizim kalıplarımıza uymak
zorunda da değil ve bence yeni nesil tüm bunlarda bizlerden çok daha iyi. Aklını, kalbini, sağduyusunu dinleyerek bir ilişki yaşıyorlar. Eskinin hastalıklı, zorunlu süren ilişkileri bence daha az yaşanacak. İnsanlar
artık evlenmekten de boşanmaktan da korkmuyorlar. Bundan ötürü çok mutluyum. Yaşasınlar gönüllerince… Umarım bu ilişkiler de daha sağlıklı, özgür fikirli nesillerin oluşmasına olanak tanır.

Toplumsal cinsiyet rolleri, kadın-erkek eşitsizliği, sınıfsal eşitsizlikler ilişkilere nasıl etki ediyor sizce?
Özge: Saydığınız şeylerin herhangi bir ikili ilişkiye olumlu etki edebilmesi mümkün değil. Sosyolojinin konuları olması gereken bu başlıkların politikaya alet edilmesi ve içinde yaşadığımız toplumdan çalıştığımız şirkete, bindiğimiz toplu taşıma aracından hanelerimizdeki yaşam tarzına kadar her türlü ortamımızı olumsuz etkileyen bu kavramları değiştirmek hepimizin görevi.

Salih: Metropolde ve kırsalda farklı etki ediyor. Cinsiyet rolleri değişiyor. İnsanlar bence daha duyarlı hale gelmeye başlıyor. İş alanında, özel hayatta insanlar daha dikkatliler bence bu konuda. Yavaş yavaş bir ilerleme elde edeceğiz. Toplumda da bir patlama var bu konulara karşı. Daha tahammülsüz hale geldik ve sosyal medyada bu anlamda bombardıman söz konusu. Bu durum beraberinde dikkati de getiriyor. Çünkü kullanılan tek bir kelime açısından bile hassaslaştık cinsiyet rollerini ve sınıfsal eşitsizlikleri göz önünde bulundurduğumuzda.

Özge-Salih 2

Bütün bunlar düşünüldüğünde İlk ve Son nerede duruyor? Seyirciler dizide hangi duyguları, hangi soruları bulacaklar?

Özge: İlk ve Son’un cinsiyetin getirdiği herhangi bir rolü ya da önkabulü tamamen reddeden bir proje olduğunu düşünüyorum. Her şeyden önce erkeğin asla “alfa” olmadığı, olamadığı… Kadının da edilgenliği ya da eril zihniyeti bir saniye bile kabul etmediği bir ilişki söz konusu. Bunlar da tamamen onların karakter özelliklerinden ve geçmişlerinden bugüne taşıdıkları yüklerinden kaynaklanıyor. Bence seyircinin de
duruma kadın ve erkek olarak değil, Deniz ve Barış olarak yaklaşacağı bir hikâye bu. Çünkü kadına ya da erkeğe herhangi bir ayrıcalıkla yaklaşmadan iki insanın bir ilişkide nereden nereye gelebileceğini anlatıyoruz.

Salih: Aslında İlk ve Son, bir aşkın başında ve sonunda duruyor. Kadın ile erkeğin rollerini, değişimlerini sorguluyor. Çocuk sahibi olma, âşık olma hali, evlilik, aile, aileden gelen travmalar, tahammül, kıskançlık… Tüm bunları hiçbir şekilde ajite etmeden sorguluyor. En güzel kısmı da bu bence. Seyirciyi gereksiz aksiyonlara sokmadan tam olduğu gibi sorguluyor. Kadın-erkek ilişkilerinin her çarkına bir çentik
atıyor ve bize son kullanım tarihi başlangıç anından tam 10 yıl sonraya denk gelen bir ilişki anatomisini sunuyor.

Siz hangi duyguları, soruları buldunuz projede? Kendinize neler sordunuz oynarken, nelerin farkında vardınız?

Özge: Bastırılan her duygunun günün birinde mutlaka ortaya çıkacağını, sorulmamış her sorunun, kapanmamış her dosyanın verdiği zararları gördüm. Öfkemle yüzleştiğim ve kabul etmeye başladığım bu dönemde Deniz’e hayat vermek bana etrafımda çokça olan Deniz ve Barışların en temel sorunlarını anlama
fırsatı verdi. Ağzımızdan çıkan her kelimenin karşımızdaki insanda yarattığı etkileri o anda göremesek de geniş zamanda büyük yaralar açabileceğini gördüm. Yanlış yönlendirilen öfkenin hayatımızdaki her ilişkiyi toksik hale getirdiğinin farkında vardım. Deniz bana çok şey öğretti. Umarım izleyicilerimize de faydalı
farkındalıklar yaşatır.
Salih: Kendi ilişkimi bile gözden geçirdim. Ne kadar değiştiğimi, karşı tarafın benden ne beklediğini ve benim ondan ne beklediğimi, nerede başladığımı… Kısacası her şeyi sorguladım aslında. Proje o kadar doğru ve sade kaleme alınmış ki sorgulatmaması mümkün değil.

Dizinin senaristi Hakan Bonomo’yla nasıl bir mesai geçirdiniz?

Özge: Sürekli telefonda konuştuk. Her bölümü yolladıkça o an ne yapıyorsam durdum ve yeni gelen bölümü okudum. Okuduğum her bölümde daha da heyecanlandım ve bu projeyi hayata geçirmek için
neler yapmamız gerektiğini düşündüm. Hakan muhteşem bir takım arkadaşı. Yarattığı her proje beni çok heyecanlandırıyor. Final bölümünün sonunda yazdığı bir not var bize. Onu ne zaman okusam gözlerim doluyor. Kendisini böylesine açarak yarattığı İlk ve Son’da ona yoldaşlık ettiğim için çok şanslıyım.

Salih: Hakan bizim ağzımızdan hikâyeyi dinledi. Hakan ve Cem’le oturup konuştuk. Dördümüz açık ve net biçimde o kadar ortak bir paydada buluştuk ki bizim için bu iş daha çekilmeden de tamamdı.

Dizinin yönetmeni Cem Karcı’yla çalışmak nasıldı? Oyunculukla ilgili sizi nasıl yönlendirdi?
Özge: Cem senaryoları okuduğu anda bunu çekmek istediğini anlamış. Bir takımı oluştururken en önemli şeylerden biri de bu bence, işi en çok isteyen insanlarla bir arada olmak. Cem işini çok seven ve ciddiye alan bir yönetmen. Her an hikâyede, Deniz’de ve Barış’taydı. Çok kısa zamanda kafasında kurduğu dünyayı gerçeğe döktü ve çok iyi bir iş çıkardı. Her şeyi rahatça konuşabildiğiniz, bütün sorularınıza yanıt vermeye hazır, yanıtı olmadığında da birlikte bir yol çizmeye gönüllü bir kaptan. Hakan’ın yarattığı hikâyeye ve karakterlere o da hayran oldu ve hepimiz gibi bu hikâyeye en doğru şekilde hizmet etti.

Salih: Cem Karcı’yla çalışmak güzeldi. Şu an onunla ilgili bir espri yapayım istedim ama galiba onu bile yapamayacağım çünkü espriyle de olsa Cem’i kötülemek imkânsız. Çok keyifli bir süreç yaşadık onunla
birlikte. Cem, duyguya çok önem veren bir yönetmen. Sahnenin sahici olmasına çok dikkat ediyor. Görmek istediği bir şey var ve bunu sizden talep edip almak için çok çalışan bir yönetmen. Elimizden geldiği kadar
birbirimize hizmet etmeye çalıştık. Tabii Özge’nin bunda katkısı çok çok büyüktü. En keyifle çalıştığım partnerim oldu diyebilirim, kimseyi de kırmadan.

Pandemi dönemi koşullarında setteydiniz, zorladı mı psikolojik ve fiziksel açıdan sizi? Son dönemlerde global firmalar, setlerinde olan herkes için aşı zorunluluğu kararları açıklamaya başladı. Sizin görüşleriniz nedir bu konuda?

Özge: Setimizde herkes randevusu geldikçe aşısını oldu. Çok şükür ki herhangi bir sıkıntı yaşamadan setimizi bitirdik. Haftada iki gün test olduk. Pandemiden ziyade bizi zorlayan sıcak havalar oldu. On yıl, dört mevsim çektiğimiz için Salih’le bazen kışlık kıyafetlerin içinde tatlı yarı baygınlıklar yaşadık.

Salih: Tabii ki zorladı; hangimizi zorlamıyor ki? Psikolojik de, fiziksel açıdan da zorladı. Ama sete girdiğinizde bir noktada kaygılarınızı bırakmanız gerekiyor çünkü maskeyle oynayamazsınız en nihayetinde. Önlemlerinizi alıp devam edeceksiniz işinize.

Özge Hanım, başrolünde yer aldığınız Kadın dizisi, Avrupa ülkelerinde gösterilmeye başlandı ve gün birincisi şu anda. Avrupa ülkelerinde yerli bir dizinin prime time’da yayınlanması, oradaki insanlara da dokunması… Bu size ne hissettiriyor?

Açıkçası Kadın dizisinin yurtdışında özellikle Avrupa’da bu kadar ilgi göreceğini tahmin etmiyordum. Bu başarı, beni çok gururlandırdı tabii hem kişisel hem de sektörel açıdan. Günümüzde bir projeyi hayata
geçirirken en önemli şey olan hikâyenin ve senaryoların önüne başka şeylerin geçmesi ve sektörün bu yönde ilerlemesi biraz üzücüydü açıkçası. Kadın bence bu anlamda sektör için en güzel örnek oluşturacak projelerden biri oldu. Senaryonun önemini, karakterlerin gerçekliğinin izleyicide yarattığı etkiyi, anlatım dilinin hikâyeye hizmet etmesi gerektiğini bütün sektöre göstermiş oldu.

Salih Bey, İlk ve Son’un çekimlerini bitirdiniz, İngiliz The Liar dizisinin yerli uyarlaması Yalancı’da Burçin Terzioğlu ile birlikte başroldesiniz ve settesiniz. Epey izlenen ve konuşulan bir diziydi The Liar. Nasıl dahil oldunuz projeye? Bu sezon önce dijitalde, sonra TV’de yoğun bir dönem sizi bekliyor, neler hissediyorsunuz?

Maalesef karakterimle ve hikâyeyle ilgili ne desem spoiler olur. Evet, hem dijitalde hem de TV’de yoğun bir dönem bekliyor. Ve Yalancı da umarım çok iyi bir iş olacak diğer iki proje gibi. Liar’ı izlemedim çünkü etkisi
altında kalmaktan korkarım. Ana akım medya dediğimiz alanda gündemi çok yakalayan, çok tartışma yaratacak bir dizi olacak. Özellikle ilk üç bölümde çok tartışılıp konuşulup o ivmeyle uçacak. Günümüze, Türkiye’ye çok uygun konu itibarıyla da.

Son zamanlarda izlediğiniz ve çok beğendiğiniz yerli ve yabancı diziler, filmler hangileri?

Özge: The White Lotus, Hakan Bonomo tavsiyesi tabii ki. Succession üçüncü sezonu sabırsızlıkla bekliyorum. Shiva Baby adlı bir film izledim, onu epey beğendim. Bir de belgesel olarak Honeyland izledim ve aklımdan çıkmıyor diyebilirim.
Salih: En son Hunt’ı ve Druk’u izledim. Dizi olarak da Broadchurch’ü izledim, öncesinde de The Handmaid’s Tale’ın son sezonunu seyrettim. Bir de favori dizim American Horror Story’yi de eklemeliyim. Ama iyi bir dizi izleyicisi değilim çünkü daha çok film izlemeyi tercih ediyorum, sezonlarca dizi izlemektense.

Son zamanlarda okuduğunuz ve keşke pek çok insan okusa dediğiniz kitaplar hangileri?

Özge: Roman değil ama Bir Şeyler Eksik-Bülent Somay.

Salih: Kevin Dutton’ın Olağan Psikopatlar’ını okuyorum şu an. Wilhelm Reich’in Dinle Küçük Adam’ını da keşke pek çok insan okusa diyebilirim.

Keşke ekrana ya da sinemaya uyarlansa dediğiniz yerli bir roman var mı?

Özge: Kinyas ve Kayra-Hakan Günday.
Salih: Sabahattin Ali’nin Kuyucaklı Yusuf’u keşke günümüzde tekrar uyarlansa.

Bu röportaj, Episode Yerli’nin 28. sayısında yayımlanmıştır.

Ezgi Özcan

5 Ekim 1987'de Adana'da doğdu. İstanbul Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu. Deniz Yıldızı'yla başladığı senaristlik kariyerini Derin Sular ve Aşkın Bedeli adlı günlük dizilerde devam ettirdi. Son dönemde ise Kiralık Aşk, Tatlı İntikam ve Seviyor Sevmiyor isimli haftalık dizilerde profesyonel yazım hayatını sürdürdü. Episode Dergi'de editörlük ve yazarlık yapmakta.

Related post

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir