RÖPORTAJ: Ali Tansu Turhan

 RÖPORTAJ: Ali Tansu Turhan

“Hikâye anlatıcısının dinleyicisi olmazsa hikâye anlatamaz.” – ‘Diyalog

Öncelikle sizi tanıyalım. Kısa filmleriniz var ama ilk uzun metraj filminiz Diyalog. “Nerelere geldim…” diyor musunuz?

Öyle demiyorum. En baştan başlayayım, on sekiz yaşında Bolu’dan sinema okumaya geldim. İlk yılımdan itibaren reklam sektöründe de çalışmaya başladım. 18-21 aşlarım arasında üç yüze yakın reklam setinde yer aldım. Derviş Zaim’le çalışma fırsatım oldu görüntü yönetmeni olarak. Yani sektörün her köşesinde çalıştığım için öğrencilik hayatımda çektiğim kısa filmlerin hiçbiri öğrenci filmi gibi olmadı. Hem üzerine mesai harcıyordum hem de o prodüksiyonu bulma imkânım oluyordu çalıştığım yerlerden. O vasıtayla altı kısa film çektim.  Kısa filmlerimde de tek planları çok fazla kullanıyordum. Onlar benim için çok iyi antrenman oldu. İnsan yapamadığı şeyden öğrendiği kadar hiçbir şeyden öğrenemiyor bence sinemada. Bu noktada ilk uzun metrajımı aslında yirmi dört yaşında yapmaya başladım. Sektördeki bir yapımcıyla beraber çalışıyordum fakat o yol bana uymadı. Yetmiş sekiz draft’ını yazmıştım senaryonun ve özgüvenimi kaybedip, “Ben bu işi yapamayacağım herhalde,” diyerek dönmeye karar vermiştim. Ama daha sonra çektiğim iki kısa film aslında neden bu işi yapmak istediğimi hatırlattı; setin büyüsü, o oyun alanı, Burcu’yla (Uğuz, senarist-yapımcı) tanışmamız… Bize inanan insanların dahil olmasıyla Diyalog’u gerçekleştirdik. “Nereye geldim, nasıl oldu?” demiyorum da anlatacak çok fazla hikâye var. Yaşadığımız coğrafyada aslında bu hikâyelerin anlatılması için ne yazık ki sanatçıların sadece senaryoda ve rejide yaratıcı olması üretim için yetmiyor. Yapımda da bu işin dağıtımında da seyirciyle buluşmada da yaratıcı olmak gerekiyor. O yüzden aslında kendime şöyle söylüyorum: “Bu başladı ve yapacak çok daha fazla şey var.” Kendime biçtiğim şey; 40 yaşına kadar bu kadar uğraşırım, 40’ımda tekrar röportaj yaparsak bu soruna o zaman cevap veririm.

Diyalog

Siz bu filmden (Diyalog) tatmin oldunuz mu? Ne zaman “Tamam, bu film oldu,” dediniz?

Normalde yönetmenler yaptığı filmleri izleyemez, her yerine takılır. Ben de kısa filmlerimde -son iki kısa filmime kadar- hiçbir filmimi tekrar izleyemiyordum. Bu izleyememe hali utanç dolu bir haldi. Ama son iki kısa filmimde sanırım şu oldu; “Ben bunu yapabilecek miyim?” psikolojisi her zaman insanda bir olmamışlığı taşımasına vesile oluyor. Ama siz özünde bir hikâye anlatıp paylaşmak istiyorsanız artık onun prodüksiyonel olarak ya da sinema disiplini, sanat disiplini içinde gerçekten ne kadar iyi olup olmadığını sorgulamıyorsunuz. Hikâyeyi anlatıyorsunuz ve karşı tarafla o paylaşımı yaptığınız anda tatmin oluyorsunuz. Diyalog’da filmin o tek-plan sahnesi, çok deneysel bir sahne aslında. Seyircinin seyir zevki açısından alışık olmadığı bir üslup, 32 dakikalık plan, aksiyonsuz. Aslında iç aksiyonu olan ama dış aksiyonu olmayan 32 dakikalık plan. Bize sektörde tanıdığımız insanların, meslektaşlarımızın ya da sinemasever insanların söylediği, “Bu sahneseyircinin gözünü korkutabilir mi? Bu 32 dakikalık plan seyirciyi sıkabilir mi?” aslında bu tereddüdü insan karşı taraftan alıyor ve içinde yaşatmaya başlıyor. Bu bizde tam olarak Antalya Film Festivali’ndeki gösterimin ardından basın toplantısında yıkıldı çünkü basın toplantısından itibaren festivalde filme dair konuşulan tek yer o 32 dakikalık plandı. Kimisi “Ben hâlâ yürüyorum,” dedi o planı izledikten sonra. Kimisi “Yalnız olmadığımızı hissettirdiğiniz için teşekkür ederiz,” dedi. Çoğu kişi “Benim o gecem de şöyleydi, ben de o sokaklardan öyle yürüdüm,” dedi. Aslında Burcu’yla beraber bu filmin başında kurduğumuz hayal şuydu; bize “Olmaz, yapmayın, beğenilmez,” denilen her şeyin aslında ana motivasyonunun şu olduğunun farkındaydık: Çağımızdaki sanatsal üretimler aslında yeni bir şeyi keşfetmek adına değil de onaylanmış olanı yapıp tekrar bir onay almak üzerine oluyor. Hatta Scorsese’nin çok güzel bir sözü var, bunu da her yerde söyledim: “Bizim için, çağdaşlarım için sinema keşfetme sanatıydı; insanı, sanat disiplinini, ruhu. O yüzden aslında iyi ya da kötü yoktu, keşif yolculuğu vardı. Her denizci keşif yolculuğuna çıktığında illa bir yer keşfetmez ama yolculuğa çıkmak kıymetliydi. Şu an çağımıza bakıyorum, hiçbir yönetmen yeni bir şey keşfetmeye çalışmıyor, onaylanmış olanı yapıp kariyerlerini inşa etmeye çalışıyor.” Biz o yüzden bu planların, bu filmin formunu düşünürken seyircinin -sonuçta biz de seyirciyiz-  yeniye olan açlığına güvendik. Gerçekten giriş sahnesindeki yönetmenin oyunculara sorduğu sorular seyircinin hep kendisine sorduğu sorular olarak bizim karşımıza çıktı. 32 dakikalık plan seyircinin hafızasından çıktı çünkü herkesin “o gece”si var. Bütün bir geceyi konuşarak sevdiği kişiyle bitirip artık konuşmanın yetmediği yerde susarak boş sokaklarda yürümek herkesin hafızasında olduğu için biz hem seyircinin hafızasına hem de açlığına güvenerek bir film kurmaya çalıştık ve o güven boşa çıkmadı.

Bu uzun plan-sekanslar, diyaloglarda tersten çekimler bana etkilendiğiniz bir tarz olduğunu düşündürttü.

Senin aklına kimler geldi?

Ben Fransız Yeni Dalgası’ndan esinlendiğinizi düşündüm.

Antalya’daki açık hava gösterimi bittiği anda, hepimiz salondaydık, arkadan birisi; “Türkiye, Fransız yönetmenini buldu!” diye bağırdı. Yeni Dalga’yı severim, tabii ki Godard, hepimizin toprağı, hepimizi besleyen bir yönetmen. Fakat Truffaut bana çok daha yakın gelir hislere, insana, hayata yaklaşma açısı olarak. Fakat bu filmi düşünürken hiç Yeni Dalga’dan referansımız yoktu. Daha çok sinemaya bakış açımı şekillendiren iki yönetmeni aslında en başa yazabilirim. Biri Kiarostami, diğeri de Angelopulos. İkisinin de zamanı kayıt altına alırken kullandığı tek planlar, konuşanı ya da göstermek istediği şeyi göstermek adına değil de onun yansımasını, etkisini göstererek anlatmak gibi üslupları var. Onlardan etkilenmiş olabilirim. Her yerde de şunu söylüyorum: Sizin sevdiğiniz şey farkında olmadan içinize işler. Jarmusch’un çok sevdiğim bir sözü var; “Her şeyden çalın mimariden, köprülerden, oradan buradan…” Zaten çalmamak elinizde değil çünkü hayatın bir parçası ve siz o hayatın içinde yaşıyorsunuz. Sizi besleyen damarlar, kökler oradan geliyor. Ama filme teknik olarak hazırlanırken, bir moodboard, bir referans oluştururken tabii ki Before Sunrise ve Before Sunset’i baz aldık. Çünkü bu tarz filmlerin en büyük tehlikesi konuşan kafalar olarak kalmaktır eğer siz sinematografiyi, rejiyi, blocking’i, mizanseni iyi kuramazsanız ve o da sıkar seyirciyi gerçekten. Biz en çok ona özen gösterdik. Tabii ki Bir Evlilikten Manzaralar, Bergman’ın bir referanstı aramızda konuşurken fakat benim kendi içimde bilinçsizce sinemaya ve kameraya yaklaşımımda Kiarostami ve Angelopulos’un çok etkisi vardır.

Diyalog Bergman

Şunu düşündüm filmi izlerken, ortasına kadar daha yüksek bir ritimle geldik ama o uzun plan sekansla birlikte başka bir film izlemeye başladık ve filmin ritmi tamamen değişti. Hatta filmin ilk yarısını başkası ikinci yarısını başkası çekmiş gibi bile geldi. Bunu nasıl değerlendirirsiniz?

Çok doğru bir yorum. Çünkü biz filmin kâğıt üzerinde iskeletini kurarken hep şöyle bir şey vardı; giriş ve senin o bahsettiğin plana kadarki kısım, filmin 45 dakikalık bölümü, oraya biz “İç Film” diyorduk. İç film dememizin sebebi; orada Hare (Sürel) ve Ushan (Çakır) kendi isimleriyle oynuyor ve çekimler daha rough çekimler, daha belgeselvari. Aslında orada seyirciye gerçekten, “Biz bir filmin belgeselini mi, kamera arkasını mı izliyoruz?” düşüncesini, gerçeklikle kurmaca arasındaki gelgiti yaşatmak istedim. O 32 dakikalık plan filmin belkemiğiydi çünkü oraya biz “The Night” diyorduk, sonraki bölüme de “Dış Film”. Çünkü dış film, filmin içindeki yönetmenin çekmek istediği film. Burada filmin içinde ne olacağını ve nasıl sonuçlanacağını filmin başında yönetmen ifade ettiği için merak, iştah duygusunu farklı seyir zevkleri, farklı üsluplar kullanarak seyirciye vermek istedik. O yüzden yaptığın yorum çok doğru, iki yeri farklı film yapmak istedik sinematografik olarak, tempo olarak, kurgu olarak. Aradaki yeri de bu iki yere belkemiği olarak kurguladık. Çünkü Ushan ve Hare “o gece”de yürüyorlar fakat iç filmden, Günseli ve Veysel’den konuşuyorlar. Orası bittikten sonra Günseli ve Veysel’in filmi başlıyor.

Plan sekans bölümüne geçersek Antalya’da aldığınız yorumlardan daha farklı bir şey hissettim. Başlangıçta merak ettim; birbirlerine değecekler mi, bir şey söyleyecekler mi diye. Ama uzadıkça koptum. Bu kopmayı mı istediniz, bundan çekindiniz mi ya da?

Hayır, sıkıntıyı anlatmak isteyen bir film, seyircisini sıkıntıdan sandalyeden kaldırıp çıkarmamalı bence. Orada oturtup sıkıntıyı düşündürtmeli. Belki bir iç buhran yaşatarak orada oturtmaya devam ettirmeli. Hiçbir şekilde kopmasını istemedik. Sinemadan kopmasını istemedik ama o an, o 32 dakikalık filmin yirminci dakikasında, yürüyüşün uzadığı yerde aslında perdeden kopup kendi hafızasına gitmesini amaçladık. Çünkü “o gece”den, o tanışmadan hepimizin olduğunu biliyoruz. Sınıf, kimlik, karakter, temsiliyet fark etmeksizin herkesin öyle bir gecesi var. Biz bu filmde yeni bir şey anlatmıyoruz. Evet, bunun formu, tekniği, üslubu yeni, değişik olabilir ama anlattığımız şey kadim bir şey. Tanışma, ilişkiler, diyalog… Bu noktada bu filmin çeşitliliğini koruyabilmek adına seyircinin hafızasını filme dahil etmeye çalıştık. Mesela yönetmenin direkt seyirciyle konuştuğu bir yer var, burası seyircinin kendi hafızasından yola çıkıp kendisini düşündüğü bir yer olmalı. Oyuncuların direkt kameranın içine, seyirciye baktığı anlar var, seyircinin hafızasını, seyirciyi olabildiğince filmin içine sokmaya çalıştık. Bunu başardığımız yerler oldu ama o sahnede sende başaramamışız. Başarmak gerekiyor. Yani bir yönetmenin, yönetmeni de geçtim sanatın, karışık olan, kompleks olan ya da belli bir filtre ihtiyacı olan duyguları, kavramları basitleştirip herkese anlatabilir olması gerekiyor. Ve sanatçının da buna elçilik yapması lazım. “Ben anlattım, onun entelektüel okuryazarlığı olmadığı için anlamadı, o böyle bir şey yaşamadığı için anlamadı,” yoktur. Sen sanatçıysan karşındaki kişinin background’unun önemi olmaksızın o duyguyu, konuyu, hikâyeyi öyle bir rafine hale getirmen gerekir ki herkese anlatabilesin. Gerçek sanatın bu olduğunu düşünüyorum.

 “Çok iyi film,” dediğimiz filmler bunu yapmaz mı?

Tabii ki kitaplar, müzik…

Film gösteriminden önce sahneye çıkıp, “Ben filmi seyirci için çektim. Her şeyden önce size teşekkür ederim,” dediniz. Ben bundan etkilendim. Bence iki türlü sanatçı oluyor; o işi alıcısı için üretenler, bir de “Ben bunu yaptım, gerisini de bilmiyorum,” diyenler…

Aslında birincisi hikâye anlatıcısı çünkü hikâye anlatıcısının dinleyicisi olmazsa hikâye anlatamaz. O yüzden dinleyiciye (seyirciye) teşekkür ediyoruz. İkinci verdiğin örnekteki kişi de yönetmen. Ben yönetmenle hikâye anlatıcısı arasında çok ince bir çizginin olduğunu düşünüyorum. Biraz önce Yeni Dalga’dan bahsettik, Yeni Dalga’da herkes hikâye anlatıcısı. Birbirlerinin filminde ne gerekiyorsa yaparlar. Onlar ilk önce hikâye anlatıcısıdır, sonra sinemacıdır, sonra politikacıdır, sonra yönetmendir, görüntü yönetmenidir, senaristtir, yapımcıdır. Yani sanat disiplinin içindeki tanımlara, title’lara kendilerini sıkıştırmazlar, çok daha geniş ölçekli bir yerden bakarlar. O yüzden zaten bir sürü coğrafyayı etkileyebildiler. Biz bu turnede insanları sinemaya çekmeye çalıştık. Sinema sanırım bu yüzyılda tarafsız bölge olarak kalan tek alandır. AVM’ler bile tarafsız bölge değil, AVM’ler kapitalizmin bir momentumu. Ama sinema, özellikle kapısı sokağa açılan sinemalar şu an hayatımızda kalan parklar gibi az sayıda tarafsız bölgeden. Özellikle çağımızdaki insanı düşünürsek en yakınının yanında bile ağlamaktan çekinebilir. Ama o tarafsız bölgede, sinemada, karanlığın içinde birbirini tanımayan insanlar aynı perdeye bakıyorlar fakat farklı şeyler düşünüyorlar, farklı şeyler hissediyorlar ama yanındakine rağmen ağlamaktan çekinmiyorlar. Ya da o film, güzel bir filmse ve iliklerine işlemişse kapının önünde birbirlerinden sigara isteyip konuşmaktan çekinmiyorlar. Sinema neden oluşur? Sinemanın ilk ayağı sinema salonudur, ikinci ayağı seyircidir, üçüncü ayağı filmdir, dördüncü ayağı yönetmen, yapımcı, ekiptir. İlk üç sacayağı; mekânın kendisi, mekânın katılımcısı ve o mekâna can verecek sudur; film.

Diyalog panel

Akademik olarak sinemaya ilişkin çalışıyor musunuz?

Aklımda hiç sinemacı olmak yoktu,  akademisyen olmak istiyordum. Galatasaray Üniversitesi’nde İletişim kürsüsünde olmak istiyordum. Kazanmama rağmen gidemedim. Babam da ergenliğini yaşıyordu, ben de. Parasal meselelerden dolayı Bahçeşehir Üniversitesi’yle anlaşma yaparak girdim. İyi ki girmişim. İyi ki babam da ben de ergenliğimizdeymişiz ve ben sinemaya girmişim. Şu anda aktif olarak bir şey yapmıyorum akademide. Ama bu turne, röportajlar, öğrencilerle buluşmalarımızda konuşuyoruz. Akademinin de içi boşalmış halde özellikle ülkemizde. Katılımcı öğrencilerin de o boşluğu gördüğü yerden oradaki odakları ne kadar var, onu bilmiyorum. Biz altı ay boyunca on beş yeri gezdik. Ayvalık Film Festivali’nin burada otuz sekiz gönüllü öğrencisi var, dokuzuyla turnede tanışmıştık. Burada ikinci kez görüşüyoruz. Yani aslında arayan buluyor ve o arayanın karşısına çıkmak hem zamandan tasarruf sağlıyor hem duygudan. Çok daha verimli oluyor. Yani illaki akademiye gerek yok. Biz şunu fark ettik, film yapmak için illaki fonlara, yapımcılara gerek yok. Bilgi birikimini de paylaşmak için bence dokunmak gerekiyor. Mesela bu turne sayesinde tuvalette tanıştığım bir seyirciyi ikna edebiliyorum sinemaya gelmesi için. Çünkü artık o kadar fazla insanı sinemaya davet ettim ki tuvalette, okulda, sokakta, kafede, barda, orada burada… Ve bu benim için artık kolay bir şey. Düşünüyorum, bir insanı sinemaya davet etmenin hiçbir kötü yanı yok. Tamamıyla saf, iyi bir şey yapıyorsun. Eğer gerçekten bu sektördeki aktif üreticiler o adımı atsalar… Çünkü küsmüş bir seyirci var karşımızda, o çok belli. Onu düşünmeyen, festivali düşünen filmleri yaptığını çok net anlamış ve sinemaya gitmekten ayağını kesmiş, küsmüş bir seyirci var. İlk önce bu seyirciyle barışmak gerekiyor. Daha sonra henüz sanat sinemasıyla tanışmamış genç jenerasyon var. Onlarla tanışmak için ilk adımı bizim atmamız gerekiyor. Yani sanatçının, özellikle ülkemizdeki yönetmenlerin kaf dağında oturup, çok önemli bir iş yaptıklarını düşünüp insanların onlara şükranlarını sunmalarını istedikleri bir yer var. Ki ben bu jenerasyonun da çok çürüdüğünü ve erimeye başladığını düşünüyorum. Biz genç sinemacıların, özellikle ilk-ikinci filmini çekmiş sinemacıların her seyirciye gidip seyircisini bulması gerekiyor, seyircisiyle tanışması gerekiyor. O yüzden mutluyum, bu altı-yedi ayı öyle geçirdik. İletişim, diyalog çok kıymetli bir şey.

Herkes her şeyi anlıyor aslında.

Anlıyor, sinemada her şeyi yapabilirsin ama sinemada çıplaklığı, samimiyeti taklit edemezsin. Seyirci konuyu kaçırabilir, kurguyu kaçırabilir ama yalını, çıplaklığı, samimiyeti hiçbir şekilde kaçırmıyor. Anlıyor zaten büyüsü buradan geliyor.

Genç bir yönetmenin bu şekilde bakması beni memnun etti.

Şu çok kolay, bütün meslektaşlarıma, yaşıtlarıma öneririm; çıplak kaldığın zaman ayıplı bir yerin kalmıyor. Çünkü zaten o haldesin. Buluştuğum öğrencilere, seyircilere soru sorarken, onlar bana soru sorarken hep şunu hatırlatıyorum; birbirimize sorduğumuz soruların doğru cevapları yok; dürüst, samimi, çıplak cevapları var. O yüzden bunu düşündüğünüzde diyalog o kadar kolaylaşıyor ki, çünkü doğru bir şey söylemek zorunda değilim,  düşündüğüm şeyi çıplak biçimde söylerim, kabul eder etmez. Sanatta çıplak ve samimi kalamazsak hayatın hiçbir yerinde kalamayız ve şu anda yaşadığımız bu klostrofobik durumun bundan kaynaklı olduğunu düşünüyorum.

Filmin içindeki filmde Günseli ve Veysel’in yatakta olduğu sahnede yönetmenin gelip ellerini, kollarını düzelttiği sahne benim en sevdiğim sahne oldu. Bu şekilde de çekilebilir bir sevişme sahnesi ve bence çok samimiydi.

Ben iç manipülasyonun, iç spekülasyonun dış manipülasyon ve spekülasyondan daha etkili olduğunu düşünüyorum. Ne demek istiyorum? Çıplaklığı ya da herhangi bir provokatif imajı ya da anlatıyı göstermek seyircinin o an, onu izlerken çok daha tepkisel bir yapıyla onunla iletişim kurmasını sağlıyor. Fakat bu duyguyu, bu anlatıyı onun içinde, kendisinden var edeceği, kaynağı kendinden çıkan bir yere o tohumu ekebilirseniz oradaki kaynayış çok daha uzun sürer, çok daha farklı anlamlar ortaya çıkar. Birçok kişi o sahneden etkilendi. Çünkü birçok kişinin aklına şu geldi; ilk kez biriyle yatağa giriş temasındaki tedirginlik ve sanki kolunu attığında hissettiği şey, sanki benim kolumu birisi atıyor bu kadar katı ve sert… Yani bütün duygularımız ortak. Yaşamımız da ortak. Tabii ki çok farklı hayatlar var ama en azından kendi bulunduğum çevrenin olabildiğince ortak duygularından beslenmeye çalışan birisiyim. Hep de söylerim, kendimi elçi olarak görüyorum. Bir duyguyu, şahit olduğum bir güzelliği ya da beni üzen bir mutsuzluğu aktarmaya çalışıyorum. Çünkü o mutsuzlukta ya da mutlulukta yalnız değilsin. Hepimiz ortak mutsuzlukları ve mutlulukları yaşıyoruz ve paylaştıkça bunlar güzelleşiyor ya da çözülüyor. Bunu yapmak gerekiyor bence.

Oyun içinde oyun filmi çektiniz, biraz söz ettiniz bundan. Ama oyundan daha umutlu bir gerçek hayat gördük.

Aslında biz Burcu’yla hayatın da ilişkilerin de bir doğru parçası olarak değil, bir daire olarak döndüğüne, devinimin böyle gerçekleştiğine inanıyoruz. Yani bir ayrılık ya da bir duygusal ilişkideki kopuş aslında o duyguya ya da o bağa ait değildir, o iki insana-iki nokta arasına aittir. Bu bana şunu hatırlatıyor; Amerikalı bir komedyen 80’li yıllarda söylemiş: “Dünyayı kurtaralım, dünyayı kurtaralım! diye bağırıyorsunuz siz çevreciler de dünyaya bir şey olmayacak, sizin türünüz yok olacak, dünya sizi yok edip devam edecek yaşamına.” Baktığınız zaman aslında aşkın, duygunun, iletişimin misafirleriyiz. Bir ayrılığın bittiği yerde -filmdeki yönetmen de söylüyor- bir insanın yokluğuyla da tanışabilirsiniz. Bir insanın yokluğuyla tanıştığınızda varlığıyla kurduğunuz ilişkide, yokluğuyla kurduğunuz ilişkide size düşen pay neydi? Bundan deneyim sağlayarak, kendinizi geliştirerek başka biriyle başladığınız yolculukta yine belki başka hatalar olacaktır. Ama o döngü devam edecektir. Ben umutlu bir insanım. Ben Don Kişot’um. Bu beni huzurlu kılıyor. İyiliğin, güzelliğin içinde yaşayacağımız bir dünyayı göreceğimize inanıyorum. Buna inanmasam belki de hikâye anlatıcısı da olmak istemezdim. Kendi içime kapanıp kendim yazar, çizerim, bir yere koyarım ama ben inanıyorum.

Diyalog Röportaj

Hümay Ongan

1996 yılında, İstanbul’da doğdu. Anadolu Üniversitesi’nde Sinema ve Televizyon okudu. İstanbul Üniversitesi’nde Radyo Televizyon ve Sinema yüksek lisansı yaptı. İyi bir sinema ve tiyatro izleyicisi. Özellikle toplumcu-gerçekçi Türkiye Edebiyatı okumayı seviyor. Yazmayı seviyor. Şu anda Episode'da sevdiği ve sevmediği dizi ve filmler hakkında yazabileceği için mutlu.

Related post

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir