‘The Bear’: Aşçılık Dünyasına Doğru Otantik Bir Yolculuk ve Anthony Bourdain’in Mutfak Sırları

 ‘The Bear’: Aşçılık Dünyasına Doğru Otantik Bir Yolculuk ve Anthony Bourdain’in Mutfak Sırları

Christopher Storer tarafından yaratılan The Bear serisi, geçtiğimiz yılın en dikkat çekici işlerinden biriydi. Ağızdan ağıza yayılan ve organik pazarlamanın iyi bir örneği olan seri; aşçılık dünyasının karanlık, kaotik ve yıkıcı tarafına doğru otantik bir yolculuk sunmuştu.

Kısa sürede renkli ve aykırı bir TV hit’ine dönüşen The Bear, ödül sezonunda da adından bahsettirmişti. Shameless serisinin tutunamayan Lip’i olarak sevdiğimiz Jeremy Allen White’ın başrolünde yer aldığı seri, White’a Golden Globe (Altın Küre) da kazandırmıştı.

The Bear

Bu yaz 2. sezonuyla ekrana dönen The Bear, kara komedi motifleri ve drama incelikleriyle parlayan bir yapıya sahip. Çoğunlukla sıkışık bir mutfak ve kakofoni içinde geçen serinin damarlarında ise Anthony Bourdain tarzı bir rock‘n’roll bulunuyor. Zaten White’ın canlandırdığı Carmy karakterini tanımlayan simgeler dizisi de mutfak sanatlarının anarşist ve “enfant terrible”ı (yaramaz çocuk) Bourdain’i anımsatıyor.

Bu nedenle The Bear’a geçmeden önce Bourdain’in hayata orta parmağını gösteren antikahraman karakterini, yaşam deneyimini ve sarkastik felsefesini iyi anlamak gerekiyor.

Gastronomi Kurallarını Yıkan Bağımlı Bir Punk Yıldızı: Lust For Life

Aslında Anthony Bourdain’in hayatını Kitchen Confidential: Adventures in the Culinary Underbelly (Mutfak Sırları: Aşçılık Dünyasından Mahrem Maceralar) kitabı öncesi ve sonrası diye ikiye ayırmak gerekiyor. Bu biyografik eser sayesinde çok satanlar listesine giren ve küresel bir fenomene dönüşen Bourdain, farklı kültürlerin özünü anlama becerisi, kaleminin gücü, hikâye anlatıcılığı ve TV personası ile önemli bir miras bıraktı.

The Bear

Bourdain, I. Dünya Savaşı’ndan sonra ABD’ye göç eden Fransız kökenli bir ailenin çocuğuydu. Babası Columbia Records’ta yöneticiydi, annesi ise New York Times’ta editördü. Dolayısıyla Bourdain, New York’ta burjuva bir ailenin çocuğu olarak büyüdü. Edebiyat, sinema, müzik gibi konulardaki ince zevklerini ve estetik bakış açısını da ailesinin imkânları neticesinde küçük yaşlarda kazandı.

Fransa’ya gittikleri bir tatilde ise balıkçı teknesinde yediği istiridyeler hayatını değiştirdi. Farklı kültürleri keşfetmek isteyen ruhu, tat ve macerayı birleştirmenin tutkulu bir yolunu bulmuştu. O andan itibaren meritokrasinin geçerli olduğu gastronomiye ilgi duymaya başladı ve ailesinin burjuva konforuna rest çekti.

Bu uğurda da dünyanın en ünlü aşçılık okullarından Culinary Instute of America’da (CIA) eğitim almaya karar verdi, günde 18-19 saat çalışmayı göze aldı ve bulaşıkçı olarak başladığı mutfak hayatında hızla yükseldi.

Tabii Bourdain’in gençliğinin geçtiği dönem de rock’n’roll’un en güzel yıllarıydı ve Bourdain’in sınırları zorlamayı seven, kaostan beslenen karakteri de içinde bulunduğu habitus sayesinde şekillendi. 1973’te Manhattan’da açılan ve 2006’da kapanan efsanevi alt kültür mekânı CBGB’deki şovlara sınırsız giriş için gruplara aşçılık teklif etmiş birisinden bahsediyoruz.

Ramones, Patti Smith, Television, Talking Heads, Blondie gibi kült isimlerin çıktığı CBGB’de ve bir başka efsanevi mekân Studio 54’te büyüyen Bourdain, bağımlılıklarını da bu hızlı hayat tarzı içinde edindi. Yıllar içinde Iggy Pop, Marky Ramone, Alice Cooper gibi eski okul “rock starlar” ile arkadaşlıklar kurdu, bağımlılıkların en öldürücü olanı eroine dahi bulaştı.

Kendisinden sonraki kuşakların yıkacağı serseri ve kötü çocuk stereotipindeki “rock star” personası da bu şekilde gelişti. “Vücudunuz bir tapınak değil, bir eğlence parkı. Tadını çıkarın…” söylemi de bu sayede ortaya çıktı. Ancak yakından tanıyanların hemen anladığı üzere Bourdain depresif bir entelektüel, iletişim kurmakta zorlanan utangaç bir bohem ve eski okul bir romantikti. Almancadaki “Weltschmerz”den (dünya sancısı) ve varoluş krizlerinden kaçınmak için de bir zırh ve persona yarattı. 90’lı yıllarda ise ünü giderek yayıldı. 1997’de New Yorker’da yayımlanan Don’t Eat Before Reading This (Bunu Okumadan Yemek Yemeyin) makalesiyle roketi ateşledi. Bir sene sonra da Manhattan’ın ünlü brasserie’si “Les Halles”ta yönetici şef oldu. 2000’de yayınlanan “Mutfak Sırları” ise bir TV yıldızı olmasını sağladı. Gastronomik dayatmaları yıkan, kural tanımayan, mufak hiyerarşisini ve sınıfsal statüleri takmayan tavrıyla çok sevildi. Hayatının son bölümüne geçerken ve intiharına yaklaşırken artık tüm dünyada tanınan asi bir kültür elçisi, özgün bir hikâye anlatıcısıydı.

Doğrusu hayata makro düzeyden ve daha derin bir yerden bakanların iyi bildiği bir fenomen vardır, hiçbir şey göründüğü gibi değildir. Bourdain’in bir TV yıldızına dönüşmesi de krizlerini büyüttü. Baba olmak da ona iyi gelmedi, sıklıkla kötü bir baba olduğunu düşünüyordu. Yılın yaklaşık 250 günü seyahat eden ve dünyayı dolaşan birisi olarak değişti. Yaşam deneyimi ve seyahat, kalbinde acı veren izler bıraktı.

The Bear

Son olarak “giallo” sinemasının ikonik yönetmeni Dario Argento’nun kızı Asia Argento ile yaşadığı gelgitli ilişki de bombanın pimini çekti. Bourdain, 2018’de “Parts Unknown” programının çekimleri için gittiği Fransa’da intihar etti. 61 yaşındaydı ve kendine ait mitik bir “ouroboros” hikâyesi yazdı. Karakteri ve mirası da gastronomi dünyasında bir devrim yarattı. Onun ruh halini ve dünya görüşünü daha yakından anlamak isteyenlere de Morgan Neville’ın Netflix kataloğunda yer alan Roadrunner: A Film About Anthony Bourdain (Anthony Bourdain Üzerine Bir Film) belgeselini izlemelerini tavsiye ederim. Buradan The Bear’a geçebiliriz.

Bourdain’den ‘The Bear’a: Tetikte Karakterler ve Yüksek Tansiyon

Her ne kadar Bourdain, aşçılık dünyasının kurallarını yıkmış ve arka planındaki gerçekleri anlatmış olsa da mutfak stres dolu bir yerdir. Amansız gerginliklerin yaşandığı o dünyada liyakat sonuna kadar işler ve yetenek kazanır. O yüzden de mutfak için meritokrasinin son kalesi denir. Orada babanızın ve annenizin kim olduğu ya da tanıdıklarınızın pek bir önemi yoktur.

Öncelikle The Bear bu gerçek üzerinden hareket ediyor ve Chicago’da yaşamaya çalışan bir işletmeye odaklanıyor. Son yıllarda trend haline gelen “culinary” kültürünün arka tarafını mercek altına alan seri; tetikte karakterleri, yüksek tansiyonu ve yazarlığı ile parlıyor.

İlk sezonda Carmy, ağabeyi Mikey’nin intiharından sonra ona kalan sandviç dükkânı The Beef’i ayakta tutmaya çalışıyordu. İlk sezon dinamikleri de daha çok dar bir alandaki kakofoni üzerine kuruluydu. Carmy ve ekibinin sıkışık bir mekânda zamana karşı yarışı çok iyi işleniyordu.

Aşçılık dünyasının iç yapısını ve her gün yaşanan kaosu çok doğru bir yerden deneyimliyorduk. Pearl Jam, Radiohead, R.E.M. ya da Refused gibi grupların şarkılarından oluşturulan soundtrack seçkisi de karakterleri ve mekânın ruhunu harika tamamlıyordu. Reji de ufacık bir mekânda geçen seriyi olabildiğince dinamik kılıyordu. Özellikle ilk sezonun 7. bölümü “Review”daki plan sekans dokunuşu hoş bir sürprizdi.

Merakla beklenen 2. sezonla birlikte ise işler biraz da büyüyor ve sofistike bir hal alıyor. Carmy ve ekibi The Beef’i “Michelin Yıldızı” alacak bir restorana dönüştürmeye çabalıyor. Fakat esas nokta, hikâye arkı hayatı değerli kılan mefhumların ne olduğuna dair derinlemesine bir bakış açısıyla genişliyor. Bu açıdan The Bear’ın 2. sezonunun ilk sezonundan daha dokunaklı olduğunu da belirtmek gerekiyor. 2. sezon toplam 10 bölümden oluşuyor. Yani ilk sezona göre iki bölüm daha fazla. Bölüm sayısındaki artış da karakter arklarına olumlu yansıyor. Her bölümde ekipteki farklı bir karakterin arka planını ve motivasyonunu görüyoruz. Seri 2. sezonuyla birlikte karakter inşasına daha fazla önem veriyor ve bunu da layıkıyla yapıyor. Hatta bu uğurda bir gurme rotası olan Kopenhag’a kadar gidiyoruz. Senaryonun aldığı yol ve karakterlerin hayatlarının derinlemesine işlenmesi de seriye katmanlar ekliyor. Tabii 2. sezonda ekibin “aile” olma çabası da önemli bir yerde duruyor. Bu açıdan 2. sezondaki 6. bölüm olan “Fishes” da çıtayı başka bir yere koyuyor.

Doğrusu Jamie Lee Curtis, Bob Odenkirk, Sarah Paulson, Jon Bernthal gibi yıldızları tek mekânda izlediğimiz bu bölümdeki kaos, klostrofobi ve yüksek tansiyon da akılları alıyor. İlk sezondaki “Review” ile benzer bir yapıda kurulan “Fishes” bölümü Carmy karakterinin iç dünyasına ve psikolojisine dair de önemli doneler sunuyor. Ayrıca Carmy’nin ilk sezonda kaçtığı elit şeflik hayatına istemsizce çekilmesi ve yaşadığı romantik ilişkinin kafa karıştırıcılığı da karakter çatışmasına büyük bir katkı sağlıyor. Bunların yanı sıra seri sinematografik unsurlarını da 2. sezonuyla birlikte geliştiriyor. Bilhassa Chicago ile Kopenhag’ın simetrik dış planları seriye farklı bir atmosfer katıyor ve görsel dili çeşitlendiriyor. İç mekânlardaki yakın planlar ve dinamik kurgu da yine aynı hızla kana karışıyor.

Sonuç olarak The Bear, 2. sezonuyla hikâyesini büyütüyor, karakterlerini açıyor ve patlamaya hazır bir barut fıçısı dokusunu koruyor. Bunu da damarlarındaki Anthony Bourdain ruhuyla ve simgeler dizisi ile yapmaya devam ediyor. Evet, şefin tarifinde tam gaz rock’n’roll yazıyor!

Orçun Onat Demiröz

Lisans öğrenimini 2010 yılında İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesinde tamamladı. Akabinde yüksek lisans için Viyana’ya gitti ve 4 yıl kadar Avusturya’da yaşadı. 2015 yılında Türkiye’ye döndü ve çeşitli kültür/sanat dergilerinde, eklerde, bloglarda yazarlık yaptı. Aynı zamanda birçok ajansta da metin ve içerik yazarı olarak çalıştı. Hayatına yazar, yorumcu ve DJ olarak devam ediyor.

Related post

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir