Thank You, Goodnight – The Bon Jovi Story: New Jersey Dünyaya Karşı, Bitmeyen Açlık ve Tutku Dolu 40 Yıl 

 Thank You, Goodnight – The Bon Jovi Story: New Jersey Dünyaya Karşı, Bitmeyen Açlık ve Tutku Dolu 40 Yıl 

ABD’nin en küçük eyaletlerinden biri olan New Jersey sadece New York’a komşu olmasıyla, yemyeşil ormanlarıyla, göçmenleriyle ve işçi sınıfıyla değil, “Amerikan Rüyası”nı tüm dünyaya ihraç eden ikonik müzisyenleri ve müzik sahnesinden çıkardığı gruplar ile de bilinir. Bu müzisyenlerin ve grupların başında da Kool & the Gang, Bruce Springsteen & E Street Band, The Misfits, Skid Row ve tabii ki Bon Jovi gelir.

1983’te New Jersey’de kurulan Bon Jovi, dönemin müzik aurasına ve glam imajına uygun şekilde yarattığı “hard ‘n’ heavy” sound’u ile tüm dünyayı etkisi altına alan bir arena grubu olmayı başardı. Özellikle kana kolay karışan pop rock marşları, hit yazma becerileri ve damarı bulan balladları ile imza bir sound oluşturan Bon Jovi, popüler kültürün önemli simgelerinden de birine dönüştü. 

Doğrusu Jon Bon Jovi’nin tenorik vokalinin, göz alan karizmasının, şarkı yazarlığının Richie Sambora’nın gitarı ve back vokalleri ile buluşması yıllara yayılan bir sihir yarattı. Fakat bundan daha önemlisi, Bon Jovi yalnızca  80’li ve 90’lı yıllara damga vuran, belirli bir döneme sıkışan nostaljik bir grup olarak kalmadı.

Yeni türlere ve dijitalizmin etkisiyle değişen dinleme alışkanlıklarına karşı da pozisyon almayı bildiler. Açıkçası tükenmişlik sendromlarına, verilen aralara rağmen 2000’li yıllarda yaptıkları albümlerle ve hit şarkılarla da yeni nesillere ulaşmayı, listelerde kalmayı başardılar; kariyer aralıklarını uzattılar.

Disney+ kataloğuna eklenen Thank You, Goodnight: The Bon Jovi Story belgesel serisi de grubun 40. yılına özel olarak hazırlandı. Haziranda da grubun 16. stüdyo albümü Forever yayınlanacak ve albümün ismi de 40 yıldır devam etmelerini sağlayan tutkuyu tanımlıyor.

Bon Jovi: Zirveye Çıkmak Zordur, Orada Kalmak İse Daha Zordur

Çok değil, birkaç yıl önce Jon Bon Jovi, yaşadığı sağlık sorunları nedeniyle müzik kariyerinin tamamen bitebileceğini söylemişti. Hatta yaşadıklarını tam olarak şöyle ifade etmişti: “Haftada dört gece sahnede olmak, her gece iki buçuk saat performans sergileyebilmek istiyorum ve ne kadar iyi olabileceğimi biliyorum. Eğer bu adam olamayacaksam, ‘Şişman Elvis’ olmaya ihtiyacım yok.”

Ses tellerinin körelmesi sebebiyle bir ameliyat geçiren Jon Bon Jovi, lazer tedavisi ve ses terapisi de aldı. Kariyeri boyunca sınanan, duygusal ve zihinsel olarak yıkıcı süreçlerden geçen Jon için belki de en zorlu anlar bunlardı: 60’lı yaşlarında yeniden sahnelere dönebilmek için verdiği mücadele. 

Ancak unutmamak gerekiyor ki o New Jersey banliyölerinde mavi yakalı bir ailenin çocuğu olarak zorlu şartlarda büyümüş ve zaten hayata geriden başlamış bir isim. Nerden geldiğini asla unutmamış ve varoluş amacını da tüm kariyeri boyunca gösterebilmiş bir yıldız. Neticede müzik için 20’li yaşlarının başlarında stüdyo köşelerinde, hatta yerde uyumaktan çekinmemiş, bütün gün çalıştıktan sonra da sabah 4.00’te kendi şarkılarının demosunu kaydetmiş birisinden bahsediyoruz.

Zaten New York’taki hayatta kalma mücadelesini anlattığı ilk hit’i “Runaway” ve grubun doğuşu da bu şekilde oluyor. Klavye melodisi ve nakaratı ile akıllara kazınan bu şarkıdan sonra ise çok kısa bir süre içerisinde Richie Sambora, David Bryan, Alec John Such ve Tico Torres’li kadroyu kuruyor. Ekip olarak fırtına gibi esmeye, dünyayı fethetmeye hazırlanıyorlar.  

Lakin grubun esas patlaması diskografilerindeki üçüncü albüm Slippery When Wet ile oluyor. Adeta her şarkının hit olduğu bu albümde “You Give Love a Bad Name”, “Livin’ on a Prayer”, “Wanted Dead or Alive”, “I’d Die for You” ve “Never Say Goodbye” gibi grubun klasikleşmiş eserleri yer alıyor. 

Slippery When Wet‘ten sonra gelen New Jersey albümü de başarıyı katmerliyor ve Bon Jovi dünyanın zirvesine çıkıyor. Hatta o kadar büyüyorlar ki “sex, drugs, rock ‘n’ roll” dolu bir ortamda muhafazakâr kesimlerin çok fazla tepkisini çekiyorlar, uyuşturucu karşıtı kampanyaların parçası olmak durumunda kalıyorlar. Fakat bitmeyen turneler, yorucu konserler, 80’ler uçarılığı ve ego krizleri grubu kötü etkiliyor. Özellikle büyüyü yaratan Jon Bon Jovi ile Richie Sambora arasındaki tartışmalar da alevleniyor, o yüzden de bir süre ara veriyorlar.

90’lara gelindiğinde Jon Bon Jovi ilk solo albümü Blaze of Glory‘i yayınlıyor. Albüme adını veren ve “Wanted Dead or Alive”‘”ın devamı olarak yazdığı power ballad “Blaze of Glory” parçası da listeleri dümdüz ediyor. Şarkının klibi de MTV’de sürekli dönüyor ve “Blaze of Glory”, Jon Bon Jovi markasını bir TV personasına da dönüştürüyor. 

Bon Jovi belgeseli
Richie Sambora ve Jon Bon Jovi

Ardından Richie Sambora da ilk solo albümü Stranger in This Town‘u yayınlıyor ve hedefi tek başına vurabileceğini gösteriyor. Stranger in This Town, Jon Bon Jovi’nin olmadığı bir Bon Jovi albümü olarak göze çarpıyor ve gerçekten çok iyi yorumlar alıyor. Richie Sambora bu albümle birlikte tekil olarak aradığı sanatçı özgürlüğünü buluyor.

Tabii bu esanada Seattle müzik sahnesi ve Mother Love Bone, Soundgarden, Alice in Chains, Pearl Jam, Nirvana, The Smashing Pumpkins ve Red Hot Chili Peppers gibi gruplar tüm denklemi değiştiriyor. Müzik medyası tarafından “grunge” olarak isimlendirilen tür dalga dalga büyüyor.

Ne var ki şunu belirtmekte yarar var: bu yeni türü temsil eden gruplar aslında homojen bir dağılım göstermez, müzikal tarz olarak da birbirlerinden oldukça farklıdır. Yine de bu gruplar hırpani görünümleriyle plak firmaları tarafından itiliyor ve 80’lerdeki birçok rock ikonunun yerini alıyor.

Buna karşılık Bon Jovi verdiği aradan oldukça üretken ve kendi DNA’sını hatırlayarak dönüyor. Bu dönemde gelen Keep the Faith ve These Days albümleri de ekibi bir arena grubu olarak tanımlamaya devam ediyor.

Özellikle Keep the Faith albümünde efsane prodüktör Bob Rock ile çalışmak gruba iyi geliyor. Bob Rock’ın vizyonu grubun yeniden odaklanmasını sağlıyor. Açıkçası “Keep The Faith”, “In These Arms”, “Bed of Roses”, “Dry County” ve “Always” gibi parçalar da 90’lı yılları kurtarıyor. 

2000’ler Sonrası: Richie Sambora’nın Ayrılışı ve Yıllara Meydan Okuyan Ruh

Aslına bakılırsa bir grubun uzun süre ayakta kalabilmesi, on yılda bir yaşanan değişimlere adapte olabilmesinde ve farklı nesillere ulaşabilmesinde saklıdır. Bu açıdan Bon Jovi, R&B ve hip hop’un yükselişe geçtiği 2000’li yıllara da hayli sağlam giriyor. Crush albümündeki “It’s My Life” yeni nesil bir hit olarak patlıyor. Lakin bu albüm sonrasında Bon Jovi bir tıkanma yaşıyor, Have a Nice Day albümüyle birlikte de prodüktör John Shanks’li dönem başlıyor. 

Ancak 2000’li yıllar en çok Richie Sambora’yı etkiliyor. Arka arkaya mental açıdan yıkıcı birçok olay yaşıyor. Önce TV serileri ile tanınan eşi Heather Locklear’dan boşanıyor, akabinde de babasını akciğer kanserinden kaybediyor. Richie Sambora bu dönemde alkolizm batağına saplanıyor, çareyi de rehabilitasyon merkezlerinde arıyor. Bir yandan da Jon Bon Jovi ve John Shanks ile sürtüşmeleri artıyor.

Doğrusu Richie Sambora’nın olmadığı bir Bon Jovi her zaman eksiktir ama Richie Sambora 2013’te kişisel nedenleri gerekçe göstererek gruptan ayrılıyor. Yerini de gruba kolayca uyum sağlayan “iyi çocuk” Phil X alıyor. Richie Sambora’nın ardından yayınlanan Burning Bridges, This House Is Not for Sale ve 2020 albümleri de damakta buruk bir tat bırakıyor. Üstüne bir de Jon Bon Jovi’nin ses telleri ile ilgili yaşadığı sıkıntılar ekleniyor. Ne var ki Jon Bon Jovi’nin kitabında pes etmek yazmıyor. 

Bon Jovi belgeseli

İşte, Thank You, Goodnight: The Bon Jovi Story belgeseli tam olarak bu pes etmeme halini ve yıllara meydan okuyan ruhu odağına alıyor. Grubun 40. yılına özel olarak hazırlanan belgesel serisi, son yıllarda yapılmış en kapsamlı ve açık sözlü müzik yapımlarından.

Toplamda dört bölümden oluşan uzun soluklu belgesel serisi, günümüz ile geçmiş arasında kurduğu köprü ile parlıyor. Arşiv görüntüleri ve yönetmen Gotham Chopra’nın dramatik kurgusu da hayli ilgi çekiyor. Bon Jovi’nin hikayesi baştan sona samimi bir şekilde aktarılıyor.

Seride Bon Jovi’nin gerçek potansiyeline ulaşmasını sağlayan ve Mötley Crüe, Kiss gibi grupların da menajerliğini yapmış Doc McGhee’ye yer verilmesi de çok önemli. Yaşanılanlar hem grup elemanları hem de olayların ortasında bulunan Doc McGhee tarafından yorumlanıyor.

Ayrıca belgeselde tüm zamanların en dikkat çekici ve “hit maker” şarkı yazarlarından Desmond Child da yer alıyor. Desmond Child, Bon Jovi yanı sıra Alice Cooper, Aerosmith, Scorpions, Kiss, Bonnie Tyler, Cher ve hatta Ricky Martin ile çalışmış bir isim. Bu dev grupların ve müzisyenlerin kariyerlerine çok önemli dokunuşlar yapmış Desmond Child, Bon Jovi’nin de birçok şarkısına imza atmıştır.

“You Give Love a Bad Name”, “Livin’ on a Prayer”, “Without Love”, “I’d Die for You”, “Bad Medicine”, “Born to Be My Baby” gibi şarkılar onun katkısı ile ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla Desmond Child’ın Bon Jovi ile ilgili söylediklerine kulak vermek de grubun geçtiği yolları anlamak için mühim. 

Bunların yanı sıra belgeselde Jon Bon Jovi’nin yaşadığı fiziksel ve zihinsel düşüşlere karşılık 40 yılı aşkın süredir müziğe olan bağlılığı da çok ilham verici şekilde yansıtılıyor. Eskisi kadar etkileyici bir sesi olmamasına, tiz notalara çıkamamasına, poster çocuğu olarak görünmemesine rağmen yaşadığı dönüşümü kabul edişi ve kişisel çalışmaları “rock star” klişelerini yerle bir ediyor.

Özellikle Jon Bon Jovi’nin bir “hall of fame” rock ikonu olarak yaşlanmaya yaklaşımı çok şey ifade ediyor. Sanırım o yüzden de birçok yaşıtı gibi “genç” görünmeye çalışmıyor, saçlarını bile boyamaya ihtiyaç duymuyor. Jon Bon Jovi’nin apolet olarak taşıdığı “New Jersey” kimliği de belgeselde çok doğru bir yerden detaylandırılıyor. Kurduğu vakıf ile yaptığı sosyal sorumluluk projeleri ve toplumsal konulara olan duyarlılığı da işleniyor. 

Tabii Bon Jovi demek, Richie Sambora da demek. Onun varlığı Bon Jovi’yi çok iyi bir gruptan, en iyiler arasına sokmuştur. Richie Sambora da tüm kendine haslığıyla belgeselde bulunuyor ve olanı biteni kendi açısından gülerek anlatıyor. Ayrıca belgeselde grubun en iyi albümlerinde yer alan ve 2022’de kalp krizinden vefat eden bas gitarist Alec John Such’a da bir veda mevcut.  

Sonuç olarak Thank You, Goodnight: The Bon Jovi Story her müzik meraklısının izlemesi gereken türde bir yapım. Bon Jovi fanlarının ise bu belgeseli çok büyük bir keyifle izleyeceğine eminim. 

Thank You, Goodnight: The Bon Jovi Story izlemek için buraya tıklayabilirsiniz.

Orçun Onat Demiröz

Lisans öğrenimini 2010 yılında İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesinde tamamladı. Akabinde yüksek lisans için Viyana’ya gitti ve 4 yıl kadar Avusturya’da yaşadı. 2015 yılında Türkiye’ye döndü ve çeşitli kültür/sanat dergilerinde, eklerde, bloglarda yazarlık yaptı. Aynı zamanda birçok ajansta da metin ve içerik yazarı olarak çalıştı. Hayatına yazar, yorumcu ve DJ olarak devam ediyor.

Related post

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir