İnsanlığın Yeni Kaderi: Mars | Cenk Tan
National Geographic kanalının “MARS” ismini taşıyan belgesel kıvamındaki dizisini mercek altına almak istiyorum. Büyük reklamlarla tanıtılan dizi, insanlığın çok eskiden beri hayalini kurduğu bir temayı işliyor. Mars’a ayak basan ve yerleşen ilk insanlar olma teması. İnsanlık aslında çok eskiden beri kızıl gezegen Mars’a kafayı takmış vaziyette. Filmlerde, hatta çizgi filmlerde bile (Little Green Martians) Yeşil Marslılardan bahsedilir. Uzaylılar bir yana dursun, Jüpiterliler veya Satürnlüler yoktur ama Marslı tabiri her zaman varolmuştur. Mars’a yönelik yaşadığımız bu durum büyülenmeden ziyade giderek ciddi bir takıntı halini almıştır. Peki neden Mars?
Öncelikle Mars, mesafe olarak bize en yakın mesafede olup, dünyamızla en çok benzerlik gösteren gezegendir. Jeologlara ait, Mars’ın bir zamanlar dünyadakine çok yakın bir atmosfere, okyanuslara ve iklime sahip olduğunu onaylayan açıklamalar mevcuttur. Yakın bir geçmişte gezegen üzerinde buz tespit edilmesi ise bu iddiaları doğrular niteliktedir. Mars hakkında atılan her adım ve yaşanan her ilerleme insanlığı bu gezegenle ilgili daha da takıntılı hale getirmiştir. Son olarak başta Stephen Hawking olmak üzere başka bilim insanlarının “insanlığın gelecekte neslini devam ettirebilmesi için yeni gezegenler bulmak zorunda kalacağı” yönündeki açılamaları Mars’a yerleşim konusundaki algıyı iyiden iyiye güçlendirmiştir.
NatGeo kanalının MARS dizisi 2033 yılında Mars’a gerçekleştirilecek olan ilk insan çıkartmasını ve yerleşimini konu alıyor. Yapım belgesel-dizi şeklinde çekilmiş. Flashbackler sayesinde zamanda ileri-geri (2016-2033) gidiliyor ve sıkça astronotların veya şirket yöneticilerinin röportajlarına başvuruluyor. Bu röportajlar diziye gerçekçi bir hava katmış çünkü kamuoyunun yakından tanıdığı ünlüler de bunlarda yer alıyor. (Örn. Neil de Grasse Tyson gibi) Ancak bu röportajlar belgesel tadı vermesine karşın bazı durumlarda gereğinden fazla ekrana geliyor. İzlerken, “Artık bitse de tekrar gezegendeki ana hikâyeye dönsek” şeklinde düşünmekten alıkoyamıyor insan kendini. Özenle seçilmiş bir ekipten oluşan mürettebat hedefleri gerçekleştirme konusunda son derece kararlı görünüyor. Ekipte başlıca bir doktor ve çeşitli uzman, bilim insanı ve mühendisler yer alıyor. Dizi, astronotların ve uzay mekiğinin hazırlanması ve Mars’ın yüzeyine sağ salim inmesiyle başlıyor. Bu süreçte birkaç aksilik yaşanmıyor değil elbet. Ekipten biri iniş esnasında yaralanıyor ve ciddi bir ameliyat geçiriyor.
Mars’a inen ekibimiz yerleşim için uygun bir yer arayışına girişiyor. Bu kısımlarda biraz kopukluklar oluşuyor ve izleyici olarak süreci tam olarak takip edemiyoruz. Araya girmeye devam eden röportajlar da süreci sağlıklı bir şekilde takip etmemizi engelliyor bir bakıma. Ardından ikinci bir kafile Mars’a ulaşıyor. İçinde botanik bilimci olan evli bir çift bulunuyor. Bu insanların amacı kalıcı bir tarım alanı oluşturmak ve yetiştirilen bitkilerin sürekliliğini sağlamak oluyor.
NatGeo “Mars” Belgeselinin Yazarı Stephen Petranek ve Oyuncu Clementine Poidatz Episode’un Konuğu
Buraya kadar her şey güzel peki dizide asıl sorgulanması gereken nedir? Mars’a gerçekten gitmek zorunda mıyız yoksa bu algı birileri tarafından yaratılmış, suni bir algı mıdır? İnsanlık olarak dünyamızı hoyratça kullanıp, yıprattığımıza göre artık ona sırtımızı dönüp yeni ufuklara yelken açmanın zamanı gelmiştir. Öyle mi? Neden Mars’a veya diğer gezegenlere yerleşme konusunda bu kadar hevesli ve ısrarcıyız? Bunu yapmak yerine dünyada kalarak, aşırı nüfus ve sanayimizle tahrip ettiğimiz tabiatımızı geri kazanmaya yönelik küresel bir misyonu hayata geçiremez miyiz? Eminim ikinci çözüm yolu pek çok kişi için heyecan uyandırmayacaktır. O halde Mars misyonu neyi temsil etmektedir? İnsanlık türünü dünya dışına taşıyan bir misyon mu yoksa insanlığın yaratmış olduğu yepyeni bir çeşit emperyalizm algısı mı? Bu ve diğer soruların cevabını sizlerin takdirine bırakıyorum.
Tarih her zaman olduğu gibi yol göstericimiz olmalıdır. İnsanlığın yayılmacı anlayışı çok eskilere dayanmaktadır. Pek çok krallık ve imparatorluğun var olma sebebi toprak ve sınırlarını genişletme olmuştur. 1845 yılında Amerika Birleşik Devletlerinde “manifest destiny” (açık kader) terimi bir gazeteci olan John L. O’Sullivan tarafından ilk kez kullanılmıştır. Amerika’nın, yerleşiminin kurulduğu doğu eyaletlerinden o zaman yerleşimin olmadığı en batıya kadar tüm topraklarda yayılmasının en doğal hakkı olduğu ve bunu tanrısal bir nedene bağlayan (mukadderat) bir manifesto niteliğini taşımıştır. Batıya doğru hızla yayılan Avrupa kökenli Amerikalılar, yoluna çıkan Yerli Amerikalılara pek de iyi davranmamıştır. Açık kader kavramı yayılmacı politikalar için bir çeşit zemin ve altyapı görevini yürütmüştür. Topraklar en üst sınırına ulaştığında ise ana karadan dışarı taşılmış ve sonunda Alaska ve Hawaii gibi kıtanın dışında kalan topraklar edinilmiştir. Nihayetinde dünyadaki sömürgecilik faaliyetleri sona erdiğinde (fiilen olmasa da) yani sömürülecek yeni topraklar kalmadığında, insanlık kendine yeni sınırlar belirlemiştir. Şüphesiz bu sınır başka gezegenlerdir.
Mars’ta sürdürülebilir yaşam ve kalıcı yerleşim hikâyesinin sonu nasıl olacaktır? Bu sorunun cevabını bulmak için ABD’nin kuruluşuna geri dönmemiz yeterli olacaktır. Kıta keşfedildikten sonra İngiliz ve Fransızlar çeşitli mücadelelerin sonucunda topraklar üzerinde uzlaşır ve İngilizler Yeni Dünya’ya akın akın göç ederek, bu topraklarda yerleşmeye başlarlar. Amerika’nın doğusuna yerleşen İngilizler, ülkenin coğrafyasına uyum sağlayarak zaman içerisinde farklılaşmaya başlarlar. Bu farklılaşma ilerleyen yıllarda kültür ve dil alanında da gerçekleşir. Konuştukları ingilizce artık İngilizlerin konuştukları İngilizceden farklılaşmıştır. Böylece Amerikalı kimliği ortaya çıkar ve İngiltere ile yapılan savaşlar sonucu ABD bağımsızlığına kavuşur.
Mars’ta ilerleyen zaman diliminde yaşanacaklar ABD’de yaşananlardan farklı mı olacak? Ünlü strateji oyunu ‘Age of Empires’ta geçen bir cümle gibi: “Bu topraklara imparatorluk adına el koyacağız.” (We shall claim these lands in the name of the empire) İnsanlık Mars’a dünya adına el koyacaktır ve farklı bir gezegen olmasına rağmen orayı da zaman içerisinde sahiplenecektir. Amerika’nın ve diğer yeni dünya ülkelerinin kurulmasında yaşanan benzer bir süreç Mars’ta tekrar yaşanacaktır.
Farz edelim ki, insanlar Mars’a yerleşir ve orada her anlamda sürdürülebilir bir yerleşim ve yaşam kurmayı başarırlar. Bu bağlamda önlerine çıkan her türlü engeli aşarlar ve aradan 50-100 yıl gibi uzun bir süre geçer. Ek kafileler ile Mars’taki nüfus artar ve gezegende yeni insanlar doğmaya başlar. Oradan doğan insanlar kelimenin tam anlamıyla birer “MARSLI” olacaktır. Bunun yaratacağı muazzam etkiyi bir düşünün. Dünya’ya gitmedikleri takdirde ebediyen ‘Marslı’ olarak kalacaklar ve dünyayı sadece atalarından öğrenecekler. Dünya onlar için sadece filmlerde veya dijital kayıtlarda görebilecekleri ‘hayali’ bir yer olacaktır. Bizim için şu an Mars neyse, gelecekteki zaman diliminde yaşayacak Marslılar için Dünya o olacaktır. Böylece “Marslı İnsan” kimliği oluşacaktır ve ABD örneğinde yaşandığı gibi daha uzun bir vadede Mars dünyadan bağımsızlığını talep edecek ve zaman içinde bizden tamamen kopacaktır. Şu an algımız açısından her ne kadar fantastik gelse de bunların olma ihtimali oldukça yüksektir. Mars’ta böylece yepyeni bir devlet, medeniyet ve yaşam başlayacaktır.
Burada sorulacak en önemli soru: Marslı İnsanlar, (ABD örneğinde olduğu gibi) daha uzun bir süre zarfında dünyada yaşan insanlardan ne ölçüde farklılaşacaklardır? Bunu fiziksel, psikolojik, etik, politik hatta teolojik farklılıklar biçiminde ele alabiliriz. Mars’ta doğup büyüyen insanların dünyadakilerden farklılaşacak olmaları ABD örneğine kıyasla daha muhtemel ve güçlü bir olasılıktır çünkü aynı gezegen içinde yaşayan insanların değişik bir coğrafyada bile kolaylıkla farklılaştıklarını göze alırsak, tamamen farklı bir atmosfere ve iklim koşullarına sahip olan başka bir gezegende bunun meydana gelmesi şüphesiz çok daha olasıdır. Mars’ta tüm bunlar olup biterken halen yaşanılabilir bir dünya görebilmeyi temenni ediyorum. Dünyamız tek ve biriciktir, ona her anlamda sahip çıkmak, birincil ve en öncelikli vazifemizdir.
Diziye geri dönersek, olayların akışı arasında kafalarda soru işareti yaratan bazı boşlukların olduğunu fark ediyoruz. Ancak bölümlerin geneli itibariyle, dizinin rutin bir akışta seyrettiğini gözlemliyoruz. Mars’a sağ salim inildi ve yerleşim kuruldu. Yerleşimde bulunan bilim insanları tam gazla deneylere ve araştırmalara devam ediyor. En büyük temennim, dizinin rutin çizgisinden saparak, izleyicileri beklenmedik bir şekilde şaşırtmasıdır. Dizide gerçekleşen her olay tahmin edilebilir sınırlar içinden meydana gelmiştir. O açıdan bakarsak, dizinin ayakları yere sağlam basıyor ve sürprizlere pek yer vermiyor. Yerleşim sonrasında yaşanacak olaylar için tahmin edilebilirliği, yani rutin akışı bozularak, kurguda beklenmedik olaylara yer verilmesi diziyi merakla takip eden tüm insanlar açısından heyecan uyandıracaktır. Dizinin monoton ve durağan havası bu orijinal fikrin nasıl heba edildiğinin en büyük göstergesi olmakla birlikte yapıma yönelik en büyük eleştirim olma özelliğini de taşımaktadır. Bu denli özgün bir fikir nasıl böyle basitçe harcanmış anlamak mümkün değil. Oysa biraz aksiyon, sürükleyicilik ve senaryo değişikliği ile Mars dizisi kendinden epeyce söz ettirebilirdi.
Sonuç olarak büyük beklentilerle izlediğimiz NatGeo’nun belgesel kıvamındaki Mars dizisi pek çok hataya sahip olmakla birlikte, eksik oyunculuk ve yavan senaryosuyla hayal kırıklığından öte gidemiyor.