RÖPORTAJ: ‘Susam’- Sami Morhayim

 RÖPORTAJ: ‘Susam’- Sami Morhayim

Susam kısa filminin yönetmeni Sami Morhayim’le gerçekleştirdiğimiz röportajda çocukluğunu, filme kendinden neler kattığını, neler katmadığını konuştuk. Genç yönetmenle yaptığımız keyifli röportajı Episode okurlarına sunuyoruz. İyi okumalar…

Öncelikle sizi biraz tanıyalım. Genç bir yönetmenle karşı karşıyayız ama bu ilk filminiz değil. Esasında birçok da kısa film çekmişsiniz, festivallere gitmişsiniz. Nasıl başladı sinema tutkusu? Bu kısa filmler nasıl ortaya çıktı?

Aslında sinema tutkusundan çok biraz yönelim oldu bende. 1960’lı yıllarda annemin videoları var. O yıllardan itibaren sürekli hayatın içinde bir kamera var. Küçükken videolarım çekiliyor. Tabii videolarım çekilirken elime de kamera geçiyor. Hatta öyle videolar var ki çocukken kamera elimde dolanıyorum, insanları çekerken dış ses yapıyorum, bir hikâye anlatmaya çalışıyorum. O yüzden en azından kameraya yönelim oldu. Sinemada da kamera önemli olduğu için biraz bağlantılı olduğunu düşünüyorum. Ben aslında ilk filmim diyorum Susam’a. Çünkü lisede çektiğim belgesel, festivallerde ilginç bir şekilde dolaştı, ödül aldı ama çok daha amatördü. Yine üniversitede çektiğim kısa filmlerde tripodu, ışığı tutuyorum ondan dolayı onlar da denemeydi. Aslında Susam da benim için deneme oldu. Çünkü ilk defa böyle bir ekiple ışık tutmadan, tripod tutmadan gerçekten sadece monitöre bakarak, oyuncuyla uğraşarak, “kamera nasıl çeksin” ile uğraşarak geçti. Umarım devamı da gelecek.

Susam-Sami

O zaman, sadece yönetmenlik yaptığınınız ilk iş Susam mıydı?

Evet, öyle gibi.

Bu arada okul bitti mi?

Koç Üniversitesi’nde Medya ve Görsel Sanatlar okudum. Bir de psikoloji çift anadal yaptım. Okul biteli dört sene oluyor. Kısa film çekmek vakit aldığı için şu an kısa filmlere kurgu yapıyorum. Aynı zamanda sektöre; belgesel, dizi vs. yine kurgu yapıyorum.

Bir yandan kurguculuk devam ediyor yani.

Evet, çünkü o da çok sevdiğim bir şey. Ne yapayım, film ve hikâye anlatmadan duramadığım için kurguya yönelmiş bulundum. Zaten bütün işlerimi ben kurguladım Susam dışında.

Susam’da çok akıcı bir kamera vardı bence. Çünkü dar bir alandayız, bir koridor var, iki danın arasında gidip geliyoruz. Kamera bu kadar akıcı olmasaydı belki de filmi bu kadar rahat izleyemeyecektik. Bu kamera hareketini oturtmak nasıl oldu?

Yorumları duyana kadar bu kadar akıcı olduğunu bilmiyordum ben de. Çoğu insandan duyuyorum bunu. Ben “Sette sadece yönetmendim,” diyorsam, bunun da yararı var. Ekip üyeleri çok yaratıcı ve benimle uyumluydu. Buradan Görüntü Yönetmeni Kağan Kerimoğlu’nu anmasam olmaz. Oyuncuların konumlanması dâhil kameranın akışı, hareketleri… Bu konuda görüntü yönetmeniyle kısa sürede güzel bir iş çıkarmışız belli ki. En başında kamerasız oyunu akıtıp “şurada dur, burada dur” olurken, sonra provada kamerayı konumlandırıp çekim esnasında da ufak değişiklikler yapıldı. Biraz içgüdüsel oldu diyebilirim yani.

Kurgu yapmanın, akışı kafanızda kurmakla bir ilişkisi olabilir mi acaba? Çünkü genelde kurgucu da nerede kestiğine cevap veremez ya…

Evet, olabilir çok mantıklı bir bakış açısı. Hatta yine dün de geçiyordu benzer bir konu. Plan-sekans sahne izlerken çok sevdiğim için sürekli nasıl işlendiğini kendime kodlamışım sanki. Dediğim gibi belki analiz etmemişim ama çok büyülendiğim bir şey olduğu için belki de kodlamışım. Evet, aslında çok ilginçti sahne içinde açı değiştirmek. Yeni bir kare sunuyorsun aslında, bilmiyorum cevabı. Mantıklı geliyor ama evet diyemiyorum.

“Gözünüz ona yatkın olabilir mi?” demek istedim aslında.

Olabilir, bir de görüntü yönetmeni ve kamera operatörümüz Bertan Özer çekim esnasında çok güzel inisiyatifler aldı. Sen kafanda planlıyorsun önceden, provalarda çekiyorsun bir şeyler ama oyun oynandığında değişebiliyor. Bertan Hoca da çok iyi inisiyatifler aldı. Ben o gün gördüm yeni bir şeyleri. “Bu kalsın, buna devam edelim,” gibi dediğim şeyler oldu yani.

Birçok kısa filminiz var ama onlar için “Biraz daha amatördü,” dediniz. Hikâye anlatmak açısından uzun metrajla kısa filmin arasında aslında çok büyük bir fark var. Şimdi kısa filmden mi devam edeceksiniz? Yoksa uzun metraj film çekmek istiyor musunuz? Var mı bir proje?

Uzun metraj yazıyorum şu an. Yani yazıyorum derken bana çok iddialı geliyor. “Yazma eylemi içerisindeyim,” dersem sanki daha yumuşuyor gibi. Bu kısa ve uzun arasındaki fark günlük hayatta da dile getirdiğim bir şey. Çünkü ben günlük hayatta çevremde hikâye anlatmayı, başımdan geçen bir şeyi anlatmayı çok seviyorum. Onu dramatikleştirerek ister istemez içgüdüsel bir şekilde punch line’lar koyarak yapıyorum. Uzun metraj yazmaya yeltenmeye; “Hayatım boyunca 5-10 dakikalık hikâyeler anlattım ama hiç iki saat kimseye bir şey anlatmadım, nasıl olacak?” diye soru işaretleriyle başladım ama şu an epey akıyor. Uzun metraj kaç yılda olacak bilmiyorum. Kısa film ve uzun metraj, ikisi çok farklı formlar. Örneğin Ayvalık Film Festivali’nde gösterilen Stiletto çok iyi bir kısa film çünkü kısa film hikâyesi gibi, çok beğeniyorum o filmi. Susam banatam öyle gelmiyor. İkisi de film olsa da formları çok farklı olduğu için bambaşka iki dünya gibi…

Susam’da üç nesil arasındaki dinle, geleneklerle kurulan bağlantının farklılığını biraz daha izleyebilirdik. Bu plan- sekans uzun metraj bir film olsaydı ve Susam hiç çıkmasaydı biz onların arasındaki diyalogları, gidip gelmeleri izleyebilirdik. Benim hoşuma giderdi.

Belki iki sene önce film çıktıktan sonra bunu duysam benim de hoşuma giderdi ama şu an bu filmi yapmazdım. Ondan dolaylı güzel bir yorum olarak algılıyorum. Şu anki noktada benim tarzımı yansıtmayan bir film oldu. Öğrenme meselesinde dediğin gibi inanılmaz bir öğreti oldu bana çünkü ben böyle bir film yapmak istemiyorum. Bu hali bile bana çok ciddi geliyor. Bu kadar ciddi bir film yapmaya yönelmiyorum.

Susam afiş

Spor yazıları da yazmışsınız, sporla ilgili belgesel çekmişsiniz (Bize Her Yer Deplasman). Bu ikisi nasıl birleşti?

Lisede sözel bölümde inanılmaz bir öğretmen kitlesi vardı. Onlar Bahçeşehir Üniversitesi’yle atölye yapıyordu, biri de film atölyesiydi. Ben de kamera muhabbetinden direkt filme gittim. “Ben sporla alakalı bir şey yapacağım,” dedim. Sporu çok seviyorum, fanatiklik değil ama hayatımın çok merkezinde. Örneğin on yıl öncesinden bahsettiğimizde “O yıllarda Galatasaray’da Drogba vardı,” gibi. Fanatik değil, tutkulu… Ben de o sırada Şalom gazetesinde yazılar yazıyorum. Orada Abdullah Avcı’yla röportaj yapmıştım. O da bana “Boz Baykuşlar” diye bir gruptan bahsetti. Bunlar da inanılmaz fair-play bir topluluk. 75 kişilik statta 70 kişi maç izliyorlar, pankartları hep fair-play üzerine. Onlarla iletişime geçtim ve çektim. Zaten teknik açıdan çok zayıf bir film. Röportaj aldığımda mikrofonu takmışım ama aleti takmamışım gibi. Buna rağmen şu an bulunduğum konumdaki insanlarla o film birkaç kere aynı festivaldeydi. O beni çok mutlu etmişti. Konunun gazeteci kimliğiyle, çok iyi bir gündem noktası yakaladım. Çünkü o zamanlar spor gündeminde “Boz Baykuşlar”ın durumu çok popülerdi. Hatta ben bir açılışa gittiğimde “Boz Baykuşlar’la belgesel çektim,” deyince inanamadılar. O çok güzel bir histi. Bu da beni teşvik etti.

Susam

O zaman çocukluğunuza ve aile meselesine geri dönelim. Söyleşide “18 yaşına kadar cemaatin içindeydim, ondan sonra çıktım,” dediniz. Üç neslin geleneğe ve Yahudiliğe farklı bakışlarından söz ettiniz. Bu üç neslin farklı refleks göstermesinin, daha gerici ve gelenekselleşmiş ara neslin bu noktaya gelmesinde mutlaka siyasal sebepler olması lazım. Şu anki nesil nasıl? Hem çocukluğunuzdan hem de bu gelenek meselesinden biraz bahsedebilir misiniz?

Kendimi bu konularda büyük sözler söyleyecek, analizler yapacak yetkinlikte görmüyorum. Biraz da ben günümüzde kültürel açıdan Yahudiliği ilerleten bir insanım. O yüzden bu filmi yaparken yetkinliğim olmadığı için Tevrat’ta yazan hiçbir şeye hakaret eden, “yanlış” diyen bir noktadan yaklaşmak istemedim. Doğru mu, yanlış mı, gerçek mi, değil mi, bilmiyorum ve bu konuda çok katıydım. Ondan dolayı uygulayan insanların zayıflıklarını göstermiş bulundum. Aslında film normalde Susamın hikâyesiydi, onun derdiydi. Revizelerle film üstünde vakit geçirdikçe aslında Susamın edindiği dertlerin çevresindeki insanlarla bağlantılı olduğunu fark ettim. Ben o kadar revize ettim ki… Normalde Susam üç haftalık bir sürede geçiyordu. Sonra iki günde geçti, sonra bir günde, sonra 30-20 dakikada… O yüzden bende hazinesi çok ama paylaşmayı sevmiyorum çünkü izlenen şey daha değerli geliyor. Ben üniversitede Fortuna diye bir film çektim, Meçhul diye bir film çektim. Şimdi de Susam oldu. Filme verdiğim “Susam” ismini sevmiyorum bazen. Ama şunu çok seviyorum; filmin adı Susam ve yok. Merkezde gibi gözükse de aslında hiç merkezde değil. Tamamen ailenin, daha çok babanın kaostaki durumu… Ben ailemde hiç böyle şeyler görmedim. Bu konuda hiç baskı hissetmedim, aksine annemle babam dinine çok bağlı insanlar olsa da bana hiç karışmadılar. Her kararımda özgürüm. Ben 13-18 yaşında biraz daha dine bağlıydım, bazı kuralları uyguluyordum. “Tamam, istediğini yap,” dediler. O anlamda bu filmi yapma sebebim de o özgürlük, aynı zamanda da bununla iç içe olmak. Dini anlatılar, öğretiler çok hoşuma gidiyor, niye bilmiyorum. Antik Yunan hikâyelerinin bana etkisi gibi.

Genel olarak dinlemeyi, bir şeyler öğrenmeyi bütün dinler için mi seviyorsunuz yoksa sadece Yahudilik için mi?

Antik Yunan da çok seviyorum, öyle çılgınlar gibi okumasam da. Her şey için büyük anlatılar çok hoşuma gidiyor. Biz yedi yaşında Yunanistan’a gitmiştik, orada Antik Yunan hikâyeleri anlatılıyormuş, ben alıp kendimce evirip çevirip role girip anlatıyormuşum. Demek ki bir merak, ilgi doğmuş öyle. Türkiye’de bazı insanlar şaşırıyor. Son yirmi yılda Türkiye’deki Müslümanlık biraz daha siyasala kaydığı için… Ben mesela Yahudi olmayanlara Müslüman diyorum ama Müslüman değil. Ben Yahudiliği uygulamıyorum ama Yahudi’yim. Müslümanlığı uygulamayanlara da Müslüman diyesim geliyor ama alakası yok. Öyle bir konsept var.

Yahudilik ırkla da alakalı olduğu için belki kafanızda öyle bir konsept var, olabilir mi?

Irk demeyeyim de kültürüyle büyüme gibi. Bu çok hoşuma gidiyor. 18-23 yaşları arasında bu konuda çok protesttim. O detayları seviyorum. Kendimi konumlandırmayı sevmiyorum. “ İnanıyorum ama var mı, Tanrı terk etti mi, öldü mü?” orada değilim, o cevapları da aramıyorum. Ama şu ilginç tabii; “-Yahudi’yim diyorsun ama neden? -Kültürden dolayı…” Zorlukları da var. Bunu dile getirmek dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye’de de güç.

Tahminimce İstanbul’da büyüdünüz. Nerede oturdunuz, nasıl bir çocukluktu? Anladığım kadarıyla cemaatin içinde, Yahudilerle beraberdiniz. Bence de eğlenceli ve ilgi çekici olan o kültürel kısım nasıldı?

Bu soru tatlı bir soru aslında. 1960’ların sorusu gibi geliyor, “O zaman herkes beraberdi,” der gibi.Caddebostan’da oturuyordum. Herkesle aynı şeyleri yapıyorduk. Liseye kadar devlet okulundaydım. Liseye girince ister istemez çevrem değişti. Liseden sonra birkaç kişi dışında hiç arkadaşım kalmadı. Ama hep aynı şeyleri yaptığımızı düşünüyorum. O zamanla bu zamana bakıyorum hiç farkı yok. Sadece bulunduğun insanlar farklı, hissiyatı farklı çünkü azınlık olmanın getirdiği durumla her zaman bir yakınlık hissediyorsun. Tek farkı sinagoga gidiyorduk. Orada dua ediyorduk.

Yaşadığınız yerde azınlık olan insanların daha çok o kültürü devam ettirmek istediklerini düşünüyorum. Mesela ben hayatım boyunca hiç camiye gitmedim. Bayramlar benim hayatımda çok önemli şeyler değildi. Ama belki sinagoga gitmek öyle bir şey değil.

Bazı insanlar kültürüme bağlılığımı görünce “bu bir din, sen inanmıyorsun ama nasıl, anlayamıyorum…” gibi konseptler oluyor. O ayrım çok ilginç geliyor. İsrail’i düşünelim, görece azınlık Müslümanlar var, “Oradaki Müslümanlar nasıl?” diye düşünüyorum. Bence azınlık olmanın getirdiğiyle onlar da kültürlerine bağlıdır. Bence o büyük bir etki. Yahudi’nin çoğunluk olduğu bir yerde yaşasam belki alakam bile olmayacaktı.

Ladino konuşuyor musunuz bu arada? 

Ladino öldü artık aslında. Anneanne, babaanne konuşuyor. Hatta Erasmus’a Madrid’e gittim. Gitme sebebim tamamen köklere ait. Dili çok seviyorum çünkü çocukluğumdan beri İspanyolca duyuluyor büyüklerden. Ben de az çok yeni İspanyolcayı biliyorum. “Dünyanın en iyi A2 seviyesiyim,” diyorum. Ladino ölüyor artık. Annem, babam anlıyor, ben de İspanyolca öğrendim diye biraz anlıyorum ama artık kimse konuşmayacak büyük ihtimal. Şalom gazetesinde yazılar oluyor da ölü bir dil olmaya doğru gidiyor. Bu arada Ladino zaten 1500’lü yılların İspanyolcası. Yıllar içinde Türkçe kelimeler de dâhil oldu. Benim için güzel bir şey çünkü çocukken bazı şeyi fark edemiyorsun. Beş yaşındayken dünyadaki herkes senin için Türkçe konuşuyor gibi.

Hümay Ongan

1996 yılında, İstanbul’da doğdu. Anadolu Üniversitesi’nde Sinema ve Televizyon okudu. İstanbul Üniversitesi’nde Radyo Televizyon ve Sinema yüksek lisansı yaptı. İyi bir sinema ve tiyatro izleyicisi. Özellikle toplumcu-gerçekçi Türkiye Edebiyatı okumayı seviyor. Yazmayı seviyor. Şu anda Episode'da sevdiği ve sevmediği dizi ve filmler hakkında yazabileceği için mutlu.

Related post

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir