Başrollerinde Ayça Ayşin Turan ve Furkan Andıç’ın Yer Aldığı ’39 Derecede Aşk’ın Fragmanı Yayınlandı
Hilal Saral: Ben Performans Avcısıyım
[highlight]Yönetmenlikte 20 yılı geride bırakan Hilal Saral, Türkiye televizyon tarihinin son 10 yılına damga vuran isimlerden. Kendisini bir performans avcısı olarak tanımlayan Saral, “Her zaman önce hikâyeyi kimin gözünden anlatacağıma karar veriyorum ama sadece olaydan anlatırsanız, onlar karakter olmazlarsa o zaman seyirciye çok fazla geçmiyor. Beni en çok ilgilendiren taraf, karakterin psikolojisi ve anları; o an, ne bir önceki ne bir sonraki, o an ne yaşadı karakter? Bunu hissettiğim zaman oyuncuyla paylaşabiliyorum, ortak bir duygu çıkartabiliyoruz. En büyük sermayem hislerim. Anı da hislerimle yaşıyorum,” diyor…[/highlight]
Maden mühendisi Kemal ile (Burak Özçivit) zengin mahallenin kızı Nihan’ın (Neslihan Atagül) kara sevdaya dönüşen aşklarına milyonlar tanıklık etti. 60’ı aşkın ülkede yayınlanan dizinin yönetmen koltuğunda, Türkiye televizyon tarihinin son 10 yılına damga vuran isimlerinden biri Hilal Saral oturuyordu. Ay Yapım imzalı Kara Sevda‘nın Star TV’deki başarısı sarsıcı bir finalle son bulurken dizi, okyanusun ötesinde kendisine yeni bir macera yazıyordu. Çok geçmeden 45. Uluslararası Emmy Ödülleri’nde finale kalan yapımlar arasında olduğu haberini aldık. Kara Sevda “En İyi Dizi” (Telenovela) ödülüne aday olmuştu. 20 Kasım’da New York’ta sahiplerini bulan ödül töreninde Ay Yapım Ailesi ve Kara Sevda senaristleriyle Hilal Saral görkemli geceye katılmış ve kürsüden gelecek heyecanlı sonucu beklemeye koyulmuştu. Sıra “En İyi Dizi Kategorisi”ne geldiğinde salondan çıt çıkmıyordu. Endless Love‘ın (Kara Sevda’nın İngilizce tercümesi) anonsu duyulduğu an sevinç çığlıkları yükseliyordu. Kara Sevda, bu ödülü Türkiye’ye kazandıran ilk yapım olarak tarihe geçti.
Bu başarının sahiplerinden Hilal Saral’la İstanbul’a döner dönmez buluştuk. 27 yıl önce başladığı meslek hayatının son 20 yılında onlarca dizi çekmişti Saral ancak kariyerinin bugünlere taşınmasında Aşk-ı Memnu ve sonrasında sırasıyla yönetmenliğini üstlendiği Fatmagül’ün Suçu Ne?, Kuzey Güney, Kurt Seyit ve Şura ve son olarak Kara Sevda onun karakteristik yönetmen tavrıyla imzasını attığı biricik işleri, seyircinin de baştacı oldu.
İstanbul’un en güzel köşelerinden Bebek Otel’de buluştuğumuz Hilal Saral’ın New York’ta başlayan mutluluğu tüm ortama yayılıyordu. Ödül töreninden bir gece önce yapılan başka bir seremonide tüm finalistlere takdim edilen başarı madalyonuyla geldiği söyleşi, Saral’ın 10 yıldır yanından ayırmadığı ekibine teşekkürle başlıyor. Teşekkürü bol, koyu bir sohbete dalıyoruz. Hilal Saral’a göre buraya sığdıramayacağımız kadar çok ismin bu başarıda etkisi var, bu emeğin kolektif olduğunu vurguluyor sıklıkla. Televizyon ekranının matematiğini çok iyi bilen, 20 yıl boyunca sektörün yaratıcı tarafından teknolojisine kadar ibrenin nasıl değiştiğine tanıklık etmiş biri olarak Hilal Saral, hikâye ve karakter dengesini gözetirken, karakterlerin sınıfsal, duygusal kodlarına göre bir oyuncunun o role nasıl bürünebileceğinin imkânlarını da her defasında zorluyor. Kendisini “Ben bir performans avcısıyım,” sözüyle tanımlayan Hilal Saral’la Emmy gecesinden ödülün anons edildiği ana ve Ay Yapım çatısı altında gerçekleştirdiği Aşk-ı Memnu, Fatmagül’ün Suçu Ne?, Kuzey Güney, Kurt Seyit ve Şura ve Kara Sevda‘ya uzanan bir yolculuğa çıktık.
Röportaj: Ayşegül Oğuz
“Kara Sevda”nın 45. Uluslararası Emmy Ödülleri’ne aday olduğunu öğrendiğinizde ne hissettiniz?
Son yıllarda ülkemizden Emmy’ye diziler gitti. Daha önce de Kara Para Aşk‘la Engin Akyürek ve Tuba Büyüküstün aday olmuştu ama ilk kez bir Türk dizisi finale kaldı. Finale kalması bile bizi çok heyecanlandırdı.
Emmy’ye adaylık süreci nasıl gelişti?
Kerem Çatay bir gün beni aradı ve dedi ki; “Kara Sevda, Emmy adaylığı için gidiyor, şartname 1. bölümü istiyor, bir bölümü de biz seçiyoruz. Hangi bölümü göndermek istersin?” 1. bölümle birlikte o sezonun son bölümünü göndermek istedim. Çünkü rejisi çok yüksek bir bölümdü. Hikâye olarak da büyük bir merak yaratarak 2. sezona açılıyordu. Daha önce böyle gönderimlerimiz olmuştu, herhangi bir sonuçla dönmediğimiz için “Biz nasıl ödül alacağız ki?” diye düşünüyordum. Orada bambaşka durumlar var, politik dengeler de malum, açıkçası kendi içimizde hiç ihtimal verdiğimiz bir şey değildi. Yani ödülü alacağımız aklıma bile gelmedi. Sonra finalist olduğumuzu öğrendiğimde çok sevindim. 20 Kasım’da New York’ta ödül töreni var dendi, biz de 17’sinde oraya gittik. Esas ödül gecesine geldiğimizde, o gece, hayatımın en mutlu birkaç gecesi varsa onlardan birini yaşadım.
Yarıştığınız dalda rakipleriniz kimlerdi?
Üç ülke yarıştı; Brezilya, Kanada ve Türkiye. Fakat Brezilya iki diziyle katılıyordu. Biraz incelediğimizde Brezilya’nın yoğun bir şekilde Emmy ödüllerini aldığını gördük ama aklımıza bu ödülü bizim alacağımız hiç gelmedi. Brezilya, 100 kişiyle arka masamızda oturuyordu, biz de 9-10 kişiydik. Yarışmadan bir gün önce bir madalya seremonisi oldu. Tabii orada sadece finalistsiniz. Çok gurur verici elbette, diğer aday ve finalistleri de orada gördük. Bizim kategorimizdeki finalistlerle bir de soru-cevap yapıldı. O sırada her ülkenin katıldığı dizi 5 dakika gösterildi. İlk kez, “Acaba kazanabilir miyiz?” hissini orada yaşadım.
O esnada nasıl bir karşılaştırma yaptınız?
Kara Sevda‘nın farklı bir duruşu vardı. Dışarıdan bir gözle bakmaya çalıştım. O panelde bize gösterilen ilgi büyüktü. Çok soru sordular. 5 günde 150 dakika çektiğimi söylediğimde çok şaşırdılar. Orada iki yazar ve bir yönetmen olarak soruları cevaplandırdık.
En çok neyi merak ediyorlar?
Bireysel olarak moderatörün bana sorduğu ilk soru şuydu: “Çektiğiniz bütün işler dünyada dönüyor, çok seviliyor. Bu kadar başarılı işi arka arkaya nasıl yaptınız?” Bireysel tarafı buydu. Genel olarak da Türkiye adına dizi sektöründe nasıl bu kadar başarılı olduğumuz çok merak ediliyor. Dünyada ABD’den sonra kendi dilini konuşmayan ülkelere dizi satışı yapan ikinci ülkeyiz. Zaten 2006’dan beri dizilerin kalitesi anlamında büyük bir ivme sözkonusu. Çok ciddi, güzel işler yaptık. Tabii çıta yükseldikçe yurtdışında da alıcısı olmaya başladı. Neyi merak ediyorlar? Mesela Hollywood’da dizi yazan iki yazardan iş teklifi aldım; “Neden ben?” diye sordum. Dediler ki; “Biz aksiyonu, gerilimi çok iyi yapıyoruz ama duyguyu çok fazla çıkaramıyoruz, siz dizilerinizde duyguyu ön plana çıkarıyorsunuz. O nedenle sizinle bu konuşmayı yapıyoruz.” Bence bizim farkımız gerçekten duygu. Özellikle duygusu iyi, temposu yüksek işler de daha fazla talep görüyor. Bir de derdi olan iş, çok daha fazla talep görüyor. Fatmagül’ün Suçu Ne? izlendikçe izleniyor, çünkü bir derdi var. ABD’deki beş kadından biri için taciz ve tecavüz gibi istatistik değerler biçiliyor. Fatmagül’ün Suçu Ne?‘yi biz kadın bedeni değil, kadın ruhu üzerinden anlattığımız için orada ciddi bir talep görüyor.
Ödül törenine dönersek, o gece nasıl bir atmosfer vardı?
Önceden hiçbir şey söylenmiyor. En ufak bir tüyo yoktu. Her finalist gibi kendimize ayrılan masada oturduk. Bizim kategorimiz sonlardaydı… Saha insanı olduğumuz için öyle topuklu ayakkabı giyebilen biri değilim. Böyle gecelerde de çok zorlanıyorum. O gün de topukluları giydim, oturacağımız salona geçmek için epey bekledik ve dört gözle masaya kavuşmayı bekliyordum. Oturur oturmaz ayakkabılarımı çıkarttım. Sonuçlar açıklanmaya başladıkça ayakkabılarıma baktım, “Ödül için çağırırlarsa bu ayakkabıları giymem gerekir,” diye düşündüm, sonra “Aman, bizi mi çağıracaklar!” dedim, “Ya çağırırlarsa…” “Çağırırlarsa da yalın ayak giderim…” gibi böyle ayakkabılarımla konuştuğum bir an var. Tam bizim kategoriye geldiği anda, “Tamam, en azından ayakkabımı giyeyim, bağlarını bağlamayayım,” deyip ayakkabımı giydim ve beklemeye başladık. Kadın, “Endless Love” dedi ve masada kıyamet koptu. Çok şaşırdım, elim ayağım titremeye başladı. Hepimiz şaşkın bir vaziyette sahneye doğru yürüdük ve ödülümüzü aldık. TRT World’den arkadaşlar vardı, Türkler vardı ve inanılmaz bir gurur yaşadıklarını söylediler. Endless Love anonsunu duyduktan sonraki anlarıma mutluluk travması diyorum. New York’tan döndüğümüzden beri “Endless Love ” dendiği ana gidip geri geliyorum. Tabii o sesi duyunca ayakkabımı bağlamadan sahneye koştum. Bu ödül, sektörümüzün yıllardan beri emek vererek çalışmasının sonucudur. Canımızı dişimize taktık, çalıştık.
Emmy başarınızı en çok neye bağlıyorsunuz?
İyi bir insan olmaya çalışmak, paylaşmak benim için çok önemli. 27 yıldır sektördeyim, 20 yıldır yönetmenlik yapıyorum. Kendi adıma 20. yılımın ödülü oldu Emmy. Durmaksızın çalıştım. Hep kendimi geliştirmeye, ruhumla, bedenimle, birikimimle, hayallerimle gelen senaryoları üst seviyelere taşımaya çalıştım.
“Başarımdaki en önemli etken, Ay Yapım ile istikrarlı çalışmam”
Başarınıza etki ettiğini düşündüğünüz, kariyerinizde köşe taşı olarak gördüğünüz anlar var mı?
Yönetmenliğe başladığımda diziler 45 dakikaydı. Oyuncular için soyunma odası bile yoktu; kamyonlarda soyunur giyinirlerdi. Biz o günü yaşardık, o gün ne kadar iyi bir şey yapıyorsak o olurdu sahne. Şimdi, her şey çok daha planlı, çünkü vizyon sahibi yapımcılar çok önemli. Siz istediğiniz kadar yetenekli, birikimli olun, size imkân verilmezse, özgürlük tanınmazsa kendinizi gösteremezsiniz, o açıdan benim de bunları başarmamdaki en önemli etken istikrarlı bir biçimde 10 küsur yıldır Ay Yapım’la çalışmam. Sadece bana değil, çalıştıkları herkese son derece alan tanıyan, saygı gösteren bir şirket. Bu başarıda beni besleyen tarafın Ay Yapım olduğunu düşünüyorum. Bir de geçmişteki işlerimde elime çok iyi senaryolar geldi. Aşk-ı Memnu, Fatmagül’ün Suçu Ne?, Kuzey Güney senaryoları şahaneydi. Biz şu anda uluslararası camianın kullandığı teknik altyapıları kullanıyoruz. Işık, kamera, objektifler, bunların hepsi son derece pahalı ve bunları bizden esirgemiyorlar. Ülke olarak anlattığımız hikâyelerin ülke sınırlarının dışına taşması, üstüne de çok prestijli bir ödül olan Emmy ile ödüllendirilmek tabii ki verilen imkânların da bir uzantısı. Evet, süreler çok uzun, bu gerçekten çok sıkıntılı bir durum, umarım o süreler biraz daha düşer ve ulusal arenada çok daha iyi hikâyelerle, içeriği dolu dolu yorumlarla kendimizi gösterebiliriz. Çünkü bu sistem hepimiz için çok acımasız. Yazarlar 150 dakika için senaryo yazıyor, 130-140 sayfa arasında çekim yapıyoruz. Yapımcı haftalık çekim programı yetişsin diye bütün imkânlarını seferber ediyor. Bunlar kolay değil. Çok çalıştık, 2006’dan 2017’ye kadar olan büyük bir emeğin sonucudur bu ödül.
Yurtdışında “Kara Sevda”nın bu kadar izlenmesine, Emmy komitesinin de bu başarıyı ödüllendirmesine dair düşünceniz nedir?
Seremoniden sonraki konferansta da gördüğüm şu: Bizim işimizin diğer adaylardan farklı görünmesi. Ben Kanada’nınkini beğendim ve ödülü de onlar alır diye düşünmüştüm.
Kanada yapımı dizi neyi anlatıyordu?
Hapishanede büyüyen çocukların, antikahramanların bir sınıftaki karşılaşmalarını anlatıyordu. Öğretmenin o çocuklarla olan sınavı çok çarpıcıydı. O alır diye düşünmüştüm. Bizim farkımız ne diye düşündüğümde, bir sunum farkı var. Kara Sevda aşk anlatıyor.
“Kara Sevda”nın gözler önüne serdiği “aşk” halinin bugüne kadar anlatılan aşk temasından ne farkı var?
Biz aşkı sınavdan geçirdik. Kemal her haliyle Nihan’ı sevdi. Bu aslında Kerem Çatay’ın kendi projesi. Bir maden mühendisi âşık olur, sonra bir biçimde kız onu reddeder, o da 5 yıl boyunca çalışacağı madene gider, sonunda İstanbul’a döner ve intikam almak ister. Tabii aşk, intikam filan tanımıyor. Aşka düşünce hiçbir şeyin çok da anlamı olmuyor. Ben önce hikâyeyi Kemal’in gözünden gördüm; her zaman önce hikâyeyi kimin gözünden anlatacağıma karar veriyorum. Kara Sevda‘yı tasarlarken Burak Özçivit’in gözlerinin siyahını çok düşündüm. O yüzden gözüne yaptığım yakın plan çoktur. Kemal ve Nihan ayrıldı, ama tabii ki Nihan onu unutmadı. Çünkü bir tarafta kardeşi, diğer tarafta Kemal ve bunu söyleyemeden geçen 5 yıl var. Hep birlikte Nihan’a çok üzüldük. Emir karakteri çıktı, Kaan’la (Urgancıoğlu) çok güzel bir Emir çıkarttık. Karakterler oyuncuda ete kemiğe bürününce, yönetmen, oyuncu, senaryo bütünlüğü de olunca güzel şeyler de ortaya çıkıyor. Ama bu, maden mühendisi Kemal’in hikâyesiydi. Kara Sevda‘nın karasını kömür olarak düşünebilirsiniz, kara göz dersiniz, bu işe yürürken hep oralardan hareket ettim. Bütün tasarım, mekânlar, her şey ama her şey kara imgesiyle düşünüldü. Kara imgesinin dizinin görüntü diline bürünmesindeki başarısını görüntü yönetmenimiz Tolga Çetin’in çalışmasıyla perçinledik. Bu arada şunu da söylemeliyim, neredeyse 10 yıldır aynı teknik ekiple çalışıyorum. Bu da çalışmalarımdaki istikrarın en önemli unsuru.
Nihan’ın özel bir kadın karakter olarak bu aşk hikâyesindeki iniş çıkışlarının da hakkını verdiniz mi sizce?
Bunu anlatırken bir şeyi öne çıkartmaktan bahsetmiyorum, tasarlamaktan bahsediyorum. En yan karakteri bile öne çıkartmaya çalışan bir yönetmenim. Çünkü sadece olaydan anlatırsanız, onlar karakter olmazlarsa o zaman seyirciye çok fazla geçmiyor. O yüzden senaryoyu aldıktan sonra karaktere daha fazla yüklenip ne yapar, nasıl yapar, nasıl giyinir, burada durumu nedir, hangi içsel durumdadır, o iç gerilim, iç duygusu, ruhu nasıl davranır? Sosyolojik olarak neyi temsil etmektedir? Ama beni en çok ilgilendiren tarafı karakterin psikolojisi ve anları; o an, ne bir önceki ne bir sonraki an, o an ne yaşadı karakter? Bunu hissettiğim zaman oyuncuyla paylaşabiliyorum, ortak bir duygu çıkartabiliyoruz. Tabii ki Nihan’a çok üzüldük. O çok büyük bir sınavdan geçti. Kardeşi için aşkını feda etti. Ciddi bir psikolojik şiddete maruz kaldı. Kadın üzerinden bir durum anlatmak çok önemli. Nihan belki de Kemal’den çok daha kötü şeyler yaşadı. Kemal onun ne yaşadığını bile bilmedi. Bence bu çalışmanın yurtdışında da sevilmesi, uluslararası bir jüri tarafından kabul görmesinin ve sonunda ödüllendirilmesinin sebebi de gerçeğe yakın olması. Bir de estetik kaygım çoktur, televizyonun bir matematiği vardır, o estetik kaygıyı gerçeklik duygusuna da yaklaştırdığınızda iş başka bir boyut kazanıyor. Benim için Kemal, Emir, Nihan, Vildan ya da Leyla değil mesele; bu arada Leyla’yı canlandıran Zerrin Tekindor’u atlamayalım. Onun da işe inanılmaz katkısı oldu. Bunlar önemli değil, hepsinin bir varlığı var ve gerçek. O yüzden, Nihan da Emir de çok önemli. Ben sadece başlangıç aşamasında kara imgesini kodladım, elimde kara ne var, onlara baktım. Kömür var, kapkara gözleri olan şahane bir oyuncum var…
Her zaman çektiğiniz senaryolarda görsel ayrıntılara önem veriyor, karakterlerin ikonlaşmasına yardımcı olacak görsel ayrıntıları kuvvetlendiriyorsunuz. Buna yönetmen tavrı diyebilir miyiz?
En büyük sermayem hislerim. Anı da hislerimle yaşıyorum. Tabii mantık da çok önemli ama işimi yaparken hislerimle yapıyorum. İçine giriyorum. O zaman da hissettiğim ne varsa onu görmek istiyorum. Onu göremezsem de huzursuz oluyorum. Kendi içimdeki çatışmam böyle oluyor. Evet, bir üslubum var ama hiçbir işim birbirine benzemiyor.
“Gördüğünüz her ayrıntıyla ciddiyetle ilgileniyorum”
O zaman “Aşk-ı Memnu”dan başlayarak çalışmalarınızın anahtar imgelerini soralım.
Aşk-ı Memnu bir yasak aşkı konu alıyordu ve orada alyanstan yola çıktım. Oyuncularıma başlangıçta başka bir yüzük taktırmadım. İlk çıkış noktam buydu ama Aşk-ı Memnu benim çok iyi bildiğim bir kitaptı. Senaryosu inanılmaz iyiydi. Benim onun üzerine kendi hayallerimi koyup hissettiklerimi yapmam zor değildi. Bihter bir parfüm sıkarken o parfümün kabarcıklarına kadar göstermek seyirciyi de içine aldı. Kokuyu anlatmanız lazım. Kokuyu anlatmak, seyirciyi çağırmak lazım. Aşk-ı Memnu da Bihter’in hikâyesidir, bir kadının aynalarla olan durumunu anlatır. O güzel kadının aynası paramparça olur. Aşk-ı Memnu‘da çok fazla ayna kullandım. Mesela Fatmagül‘de de çerçeve kullandım. Çünkü kadının sınırlarını aştılar. Bunların hepsi kendi kodlarım. Karakterlerin psikolojileriyle çok ilgileniyorum. Onlarla ilgilendiğim için ne giyer, ne yapar, saçı nasıldır, tırnağında oje var mıdır, tırnağı uzun mu olur, o kadar koyu ojeyi ne ara o sıkıntı içinde sürmüştür? Koca bir küpeyi nasıl takmıştır? Gördüğünüz her ayrıntıyla yakından, ciddiyetle ilgileniyorum.
“Kuzey Güney”le devam edelim…
Kuzey Güney‘in dünyasını kuran Mehmet Ada Öztekin. 2. sezonunda ben devraldım. Mehmet Ada Öztekin, çok güzel bir dünya kurdu. Ben de onun kurduğu dünyaya kendi hayalimi koydum. Orada da Kuzey’in (Kıvanç Tatlıtuğ) gözünden anlatılır hikâye. Çünkü Kuzey antikahraman olarak görünür. Vicdanı çok yüksek, delikanlı, mert bir çocuktur. Tabii ki Güney de (Buğra Gülsoy) çok önemli bir karakterdir. Güney’i eğitimli, düzgün biri olarak görürken aslında onu kısa yoldan hayata başlamak isteyen, gözü yükseklerde biri olarak görürüz. Karakterlerin dönüşümü bizi ilgilendirir. Çok sevdiğim bir sahne var: Kuzey, aile evinde yaşamaya devam eder. Güney de o lüks evden karısıyla yaptığı bir tartışma yüzünden baba evine gelir, bizim onu zengin evinde gördüğümüz yemek yeme şekliyle kendi evindeki yeme şekli farklıdır. Özüne döner. Bu sınıfsal karşılaşmalar beni çok ilgilendirir. Güney, baba evindeki sofrada zeytine çatalını daldırır, Kuzey de ayakta yumurtaya ekmek banar ve o tava da yıllarca üzerinde yumurta yapılmış bir tavadır. Çayı da demliğinden koyarlar. Güney bir anda o pırıltılı yeni hayatından özüne dönmüştür. Bunlar beni çok ilgilendiriyor. Sınıfsal çatışmaları, farkları göstermemiz gerekiyor. Aslında onları seviyor izleyici, bunu hissediyor. Bütün bunlara yönetmenin bekçi olması gerekiyor. Tabii ki Kuzey’e Kıvanç Tatlıtuğ’un katkısı büyük. Kuzey, benim çekmekten en keyif aldığım karakterlerden biri. Kuzey ve Fatmagül benim için çok özel.
“Kurt Seyit ve Şura”da ise bambaşka bir atmosferle izleyiciyle buluştunuz. Çekimlerine Rusya’da başladığınız bir projeydi. Nasıl bir deneyimdi?
Rus edebiyatı bende vardı. Klasik müzik de öyle. Rusların dünyası, en çok Tolstoy’la tanıklık ettiğim bir dünyaydı. Kurt Seyit ve Şura bildiğim bir yerden geldi yani ama hayata geçirebilecek miydim onu bilmiyordum. Yapımcının imkânlar sunması da çok önemli, Kurt Seyit’e başlarken Rusya’dan önce birkaç ülke dolaştık, Bulgaristan’a da gittik ama sonra gerçek mekânlarda, St. Petersburg’da çekmeye karar verdik. Zaten Türk asıllı bir Rus askeri ve onun aşkını anlatıyorduk. Balo sahnelerini çekebilmek için dans dersleri alıp dans ettim ki istediğimi alabileyim. Şimdi öyle dans et, deseniz yapamam ama o esnada yaptım. Bunları da içine girebilmek için yapıyorum. Kurt Seyit bittiğinde hissim şuydu: “Dünyanın her yerinde bu işi yapabilirim.” Yabancı ekibin dışında iki tarih profesörüyle çalıştım. En büyük korkum tarihle ilgili yanlış yapmaktı. Kostümleri kardeşim Sema Saral hazırladı. Tarihi bir konu barındırmasına rağmen hiçbir kötü eleştiri duymadık.
Favori Tolstoy romanınız ne?
Anna Karenina. O romanın Aşk-ı Memnu‘ya da Kurt Seyit‘e de katkısı büyük. Tolstoy anda kalmayı söylüyor ya; yani şimdi biz buradayız ve en önemli an bu an. En önemli insan da siz ve benim. Şu anda burada deprem olsa ne yapacağız, birbirimizi koruyacağız. Beni de o anlar heyecanlandırıyor. Tolstoy da bunu söylüyor, en önemli olan şey an. En önemli kişi de o an yanında olduğunuz kişi.
“Oyuncuyla yönetmenin birbirine güvenmesi çok önemli”
“Aşk-ı Memnu”dan itibaren ortaya koyduğunuz tüm yapımlar Türkiye’nin genç starlarını yarattı diyebiliriz. Bir oyuncunun star ışığı kendini nasıl ele veriyor? Siz yönetmen olarak buna nasıl katkı sağlıyorsunuz?
Star ışığını Beren’de (Saat) ve Kıvanç’ta (Tatlıtuğ) gördüm. Bu oyuncular, bir projeyi kabul ettiklerinde karakterleri için çok çalışıyor, karakterlerine sahip çıkıyorlar. Beren’in Beren, Kıvanç’ın Kıvanç olması tesadüf değil. Star ışığı, lokomotif demektir. Ben önce nasıl verimli resim alacağımı algılamaya çalışıyorum. Resmi iyi aldığınız zaman duyguyu da iyi alırsınız. Seyirci yabancılaşmaz, onunla birlikte kabul eder. Tabii ki bu gerçeklik kodlarıyla olur, onun dışında hiçbir şey olmaz. İstediğiniz kadar estetik kaygıyla bir şey yapın; olmaz. Beren’in ve Kıvanç’ın Hollywood’da bir şeyler yapmasını çok istiyorum. Kıvanç’la üç, Beren’le iki proje çalıştım ve hepsi de çok keyifliydi. Bihter’den Fatmagül’e dönmek çok riskli bir şeydi, Beren’e bu anlamda çok güvendim. Oyuncunun da yönetmenin de birbirine güvenmesi çok önemli. Her şeyiyle, ayakta duruşuyla, umuduyla, karamsarlığıyla çok güzel bir Fatmagül yarattı.
Bir yandan tiyatro oyuncularıyla çalışıyorsunuz ve tiyatro eğitimi almış oyuncu da karakter analiziyle çalışmaya başlıyor mutlaka. Sizin bilgi ve deneyiminizle tiyatro oyuncusunun donanımı, karaktere yaklaşımı nasıl buluşuyor? O süreçte nasıl bir teşrik-i mesai yapıyorsunuz?
Evet, konservatuvar eğitimi almış bir oyuncunun dramaturji bilgisi kuvvetli oluyor. Oyunculuğu tiyatro, sinema, dizi diye ayırmıyorum. Oyuncu, oyuncudur. İçgüdü ve samimiyetin etkili olduğunu düşünüyorum ve yeteneğin de çalışılabilir olduğu gibi bir kanaatim var. Her oyuncuyla farklı bir diliniz oluyor. Bazısı üçüncü tekrarda o anı çıkartıyor, biz de anın peşindeyiz ya; biri de ilkinde çıkartıyor, ben de avcı olarak onlar hangisinde çıkartıyorsa onu belirliyorum. Duygusu yüksek sahnelerde hemen yakın planlarla başlıyorum ki oyuncunun duygusunu alabileyim. Oyuncuyu tanıyorum. Bu arada tabii aramızda bir alışveriş de oluyor. Bu kolektif bir iş, sinema tek başına bir yönetmenin yapabileceği bir iş değil. İstediğiniz kadar iyi olun, iyi bir ekibiniz olmazsa başarı mümkün değil. Burada tabii oyuncu-yönetmen işbirliğinin çok etkisi var ama her oyuncunun kırılma noktaları farklı. Oyuncuyu ilk önce rahat ettireceksiniz, sonra da performansını alacaksınız, ben performans avcısıyım. O performansı ne olursa olsun almaya çalışıyorum.
“Aşk-ı Memnu”da Matmazel (Zerrin Tekindor) ve Adnan (Selçuk Yöntem), “Fatmagül’ün Suçu Ne”de Mukaddes (Esra Dermancıoğlu), “Kuzey Güney”de Gülten (Zerrin Tekindor), “Kurt Seyit ve Şura”da Petro Borinsky (Birkan Sokullu), “Kara Sevda”da Emir (Kaan Urgancıoğlu) gibi nice karakteri de yarattınız…
İşimi adalet duygusuyla yapıyorum. Başroller kadar yan karakterlerin de bu işte payı büyük. Burada saydığınız isimlerden Zerrin Tekindor, inanılmaz bir renk, her karakteri katmanlayarak oynuyor. Bir yönetmen için de inanılmaz bir avantaj. Onun oyunculuk gücü her defasında işimizi kolaylaştırıyor. Keza Selçuk Yöntem, için de bu yorumu pekâlâ yapabilirim. Kuzey Güney‘de babayı oynayan Mustafa Avkıran da çok iyi bir oyuncu. Bu insanlarla sadece karakter üzerinden gidiyorsunuz. Siz küçük müdahaleler yaptığınızda o oyuncudan şahane bir performans çıkıyor. Bu karakterler olmazsa başroller ortada kalırlar. Ne oluyor? Hikâye, çatışma onlarla birlikte yükseliyor. Çatışma olmazsa izlenirlik de olmaz.
Bir “performans avcısı” olarak sizin de bugüne kadar çektiğiniz işler içinde favorim diyebileceğiniz oyuncu performansları var mı?
Kuzey ve babasının rakı içtikleri uzun bir sahne vardır. Baba-oğul hesaplaşmasıdır bu, çok iyi yazılmış bir sahneydi. Her ikisininki de unutamadığım bir performanstır. Bu sahneyi çekerken nasıl içselleştirdim? Kendimi bu sahneye nasıl dahil ediyorum? Babaların oğullarıyla konuşmadığı bir toplumda yaşıyoruz. Rahmetli babam, dedemin yanında bizi sevemezdi. Gözlemim de hep bu yönde oldu; babalar çocuklarıyla bir sünnette yakınlaşıyor, bir de evlendirirken belki ve çocuklarıyla konuşmuyorlar. Sevgilerini gösteremiyorlar. Pek çok şeyi içeride yaşıyorlar. Onu öyle düşündüğüm, böyle gözlemlediğim için o sahneleri çekerken de bunu düşündüm. İlk defa baba-oğul hesaplaşıyor; Kuzey, babasına ne kadar kızarsa kızsın onunla empati kuruyor. Gördüğünüz işlerdeki başarının bir sırrı da belki karakterlerin siyah beyaz gibi net ayrımlara sahip olmaması, kötü karakterlerin bile aslında haklılık paylarının olması. Sami de (Mustafa Avkıran) kim bilir babasından ne gördü…
Mesela Emir’in iyi yönü neydi?
Emir çok tutkulu bir âşıktı. O bize tutkuyu hissettirdi. Her şey çocukluktan geliyor; onun annesiyle çocukken yaşadığı travmatik ayrılık, kadınlarla ilişkisini bu noktaya getirdi. Emir’in yaşadığı travmanın da bu toplumda bir karşılığı var. Emir’i oynayan Kaan Urgancıoğlu’yla birbirimize çok güvendik ve sonucu muhteşem oldu.
“Kadının ilgisini hep yüksek tutmanız gerekiyor”
Televizyon ve dizi dünyası “aile değerlerini koruma” adı altında sansürün belki de en ağır şeklini yaşıyor. Bu sizin yaratıcılığını nasıl etkiliyor?
Sonuçta bu işi yaparken sanat yapıyoruz. Sanat süreçtir, biz de tasarım sürecinde sanat yapıyoruz ama sonunda ortaya bir ürün çıkıyor. Ürüne döndüğü anda da sanattan çıkıyor. O ürünü sunarken bazı sorumluluklar sözkonusu. Tabii ki aileyle birlikte izlenebilir olması gerekiyor. Geleneklerimiz var. Bana şunu sorabilirsiniz: Türkiye’nin en çok konuştuğu sevişme sahnesini çeken yönetmensiniz ama, o sahnede hiçbir şey yok, sadece duygunun tırmandığı bir durum var. Bihter gider, Behlül arkasından gider, Bihter gider, Behlül arkasından gider ve bu vuslata erme anını tırmandırırız. Gördüğünüz zaman da hiçbir şey olmadığını anlarsınız. Dizi sektörü için bu böyle ama sinema ve tiyatro için çok daha fazla özgür olunması gerektiğini düşünüyorum.
27 yıldır sektördesiniz, 20 yıldır da yönetmen koltuğunda. Değişen televizyon ortamında seyircinin özgürleştiğini düşünüyor musunuz?
Televizyonun bir matematiği olduğu gibi sınırları olmalı diye düşünüyorum.
Televizyonun matematiği nedir?
Bir kere bu işi kadın için yapıyorsunuz, kadının ilgisini hep yüksek tutmanız gerekiyor. Kadını merak ettirmeniz gerekiyor. Dizi müziği de bir matematik. Televizyon dizisinde müziği farklı kullanırsınız, sinemada hiç müzik koymasanız da olur. Çünkü kadın, mutfakta kahve yaparken o müzikte bir şey oluyor diye koşup gelir. Televizyona yaptığımız işlerin bu tarz bir matematiği var. Ama tabii ki yönetmen olarak çektiğim sahnelerim oluyor. Onları da çok seviyorum. Mesela Kara Sevda‘nın 2. sezonu için Nihan ve Kemal’in suyun üzerinde yattığı bir afiş hazırlamıştık. Onu çok seviyorum, onu teaser olarak çektim. Yurtdışında da çok dikkat çeken bir çalışma oldu. Onu kendime yaptım! O teaser’ı sektör farklı gördü, hakkında güzel konuşmalar oldu ama seyirci bir sonraki soyut olmayan, imaja yönelik olmayan hikâyeye yönelik teaser’ı izledi. Siz de o nabzı ayakta tutmak durumundasınız. İngiliz dizilerini seviyorum çünkü karakterleri çok iyi analiz ediyorlar. Bizim de daha çok -evet, olay örgüsü olsun ama- hikâyeleri karakter üzerinden anlatmamız gerekiyor.
Meslekte 20 yılını doldurmuş bir yönetmen olarak kadınların bu sektördeki durumu nasıl değişimler gösterdi?
Eskiden kadınlar asistan olarak kalırdı. Fakat 20 yıl içinde son derece iyi işlere imza atan kadın yönetmenler çıktı. Sektör bize önceden pek güvenmiyordu. Şartların ağır olması, sürekli sahada olunduğu için kadınların dayanıksız olduğu gibi bir yargı hâkimdi, ama artık yapımcılar da kadın yönetmenlere çok güveniyor. Kadınların yükselttiği işlerin payı ortada. Kadın yönetmenlerin sayısının artmasını da canı gönülden istiyorum. Emmy ödüllerinde de yazarından rejisine ve yönetmenine kadar kadınların imza attığı bir işin bu ödülü almasından ayrıca mutluluk duydum. Biz bu ödülü tüm sektör adına aldık. Dileğim herkesin yolunun açık olması…
20 yıl önce “Bu işin yönetmeni Hilal olacak,” dendiğinde nasıl tepkiler almıştınız?
İlk işim sokak işiydi ve kavga sahneleri vardı. Yapımcıya “Kavga çekemem ama gösterirseniz yaparım,” dedim. O samimiyet onları çok etkiledi. Gösteren olmadı, çektim de ama kavga erkeklerin arasında geçtiği için o sahnelerin gerçekçi olmamasından tedirgin olmuştum. O saatten sonra pata küte dünyanın kavga sahnesini çektim. Kuzey Güney‘de de çektim. Her seferinde konu bilmediğim bir yerden geliyor ve oturup dersime çalışıyorum. Orada sığındığım tek yer de gerçeklik duygusu. Gerçeğin nasıl olması gerektiğini çok şükür biliyorum. Aşk-ı Memnu‘da yemek masası sahneleri çok önemliydi; o ona âşık, o ona âşık, Aşk-ı Memnu‘nun en zor taraflarından biriydi o, yemek masasında kimse konuşmuyor ve bunu bakışlarla anlatabilirsiniz. Biri arkasını döndüğünde öbürünü gösterebilirsiniz. Masa bunun için çok ciddi bir malzeme. Oradaki sahne masada oturan insanlar gibi görünse de o ayrıntıları kaçırmamanız, hiçbir duyguyu es geçmemeniz gerekiyor. O yüzden o da ciddi bir sınavdı. Onu öğrendiğiniz zaman da artık masada bir şey çekmek daha kolay ve hızlı hale geliyor. Benim için sete gitmek her zaman keyif olmuştur, işinde eğlenen, işinde dinlenen bir insanım…
Röportaj, Episode Dergi’nin 7. sayısında yayımlanmıştır…
Kapak fotoğrafları: Şahan Nuhoğlu