Başrollerinde Ayça Ayşin Turan ve Furkan Andıç’ın Yer Aldığı ’39 Derecede Aşk’ın Fragmanı Yayınlandı
Savaşa Waititi Bakışı: “Jojo Rabbit” I N. Levent Tanıl
[highlight]Taika Waititi’nin Oscar adayı filmi Jojo Rabbit, faşizmin en alakasız olana bile uzaktan yakından zarar verebilecek zalim bir güce sahip oluşunu vurguluyor. Bu vurgulamadaki görsel ve hikâye tonları Taika Waititi’nin muzip gerçekçiliği ve final sahnesindeki rahatlatıcı seçim sayesinde filmi hafızalarımızda kalıcı kılmayı başarıyor…[/highlight]
Taika Waititi, hangi temaya elini atsa özgünleştirebilen bir sinema insanı. Mutfağın hem fantastik hem de dramatik kısımlarıyla ilgilenebiliyor. İzlettiği yapımlarda genellikle absürt bir evren hakimiyeti ön planda dursa da, işin gerçekçilik boyutlarını her zaman göreve hazır bir şekilde kenarda bekletmesini iyi başarıyor.
Bu duruşu sayesinde Hollywood’a çektiği her yeni filminde daha fazla yaklaşan Waititi, 2017 yapımı Thor Ragnarok‘la birlikte Marvel-Disney piyasalarına geçiş yapmıştı. Jojo Rabbit (2019) içinse yönetmenin sadece Marvel semalarına bağlı kalmak istemediğini dilendirdiği ilk Hollywood projesi diyebiliriz.
Dengeli Bir Anlatı
II. Dünya Savaşı’nın bitimine ve Almanların yenilgiye uğramadan birkaç ay öncesine odaklanıyor Jojo Rabbit. Filmin başkahramanıysa içinde bulunduğu ortamdan bir hayli etkilenen ve en yakın hayal arkadaşı Adolf Hitler olan 10 yaşındaki Jojo.
Jojo, babası savaşa gitmiş ve annesiyle birlikte yaşayan sıkı bir Hitler destekçisi. Annesinin evinde gizlediği Yahudi kız Elsa ile tanışmasıysa yaşamış olduğu tüm kafa karışıklığına ve filmin gidişatına bambaşka bir bakış getiriyor. Henüz çocuk olmasına rağmen kendisini ırkına adayan ve içindeki Yahudi düşmanlığını her fırsatta pekiştirmeye çalışan bu çocuk, dönemin vahşet boyutlarına farklı bir pencereden bakmamızı sağlayan bir rehber görevi üstleniyor aslında.
Waititi, Jojo’nun bu bakış açısıyla, savaş temasıya mizahını oldukça dengeli ilerletiyor. Jojo Rabbit, bu konudaki filmler sayılırken mutlaka anımsanan Life Is Beautiful (1999) filminin formülünden beslenen bir hikâye hissi de uyandırıyor zaman zaman. Küçük bir çocuğun gerçek hayatın acımasızlığına ve çaresizliğine karşı yaratmaya çalıştığı bir dünya ile arka planda hızlıca büyümeye devam eden ağır bir vahşet aktarılıyor filmin içerisine.
Savaş filmlerindeki dramatik anlatı ve görsellik açısından seyirciyi cezbedebilecek sekansları ana öyküsünden beslenerek aktardığı için filmin bütünü hikâyesini ayakta tutmayı başarıyor. Üstelik bunu alışılmışın dışında bir mizahla birleştirdiği için Hitler’in komedi unsurunu tetikleyici bir görev üstlenmesi filmdeki anlatıların en ilgi çekici yanı oluyor. Ancak Jojo Rabbit için komedi filmi tanımında bulunmak yanlış olur. Jojo Rabbit, yeri geldikçe komediden beslenen ama daha çok duygusal yönüyle ön planda kalmaya çalışan bir yapım. Elbette ki Hitler figürünün kullanılması, hayal malzemesi olarak kullanılsa da, belli bir kesimi memnun etmeyecektir. Ancak karakterin gelişimi ve çocuk bakışından ilerleyişi açısından hayali bir Hitler’in filmi rahatlatan unsur olduğunu düşünüyorum. Bu sayede o dönemin yaşanmışlığına dair birçok ironi ve duygusal çıkarımlar oluşabilmiş öykü içerisinde. Filmin her sahne atışı, Jojo’nun gerçek dünyanın zalimliğiyle karşılaşmaya başladıkça kendi zihninde kurduğu dünyasını, başta hayal arkadaşı Hitler olmak üzere gittikçe kötü bir döngünün içerisine sürüklemeye başlıyor zaten. Burada küçük bir çocuğun annesine karşı duyduğu bağlılığı ve Yahudi kız Elsa ile kurduğu iletişimi de öyküyü olgunlaştırmış.
Kendi Penceresini Açıyor
Yönetmen, renk paletlerini öyle tasarlamış ki bir savaş filminden çok bir Wes Anderson filmindeymiş gibi hissediyorsunuz. Savaş konusunda kendi penceresini açmaya o kadar çaba gösteriyor ki, gerekli olan çatışma sahnelerinde bile izleyiciyi rahatlatıcı bir dengeyle karşılaşıyoruz.
Jojo Rabbit‘in esas meselesi ise faşizmin en alakasız olana bile uzaktan yakından zarar verebilecek zalim bir güce sahip oluşunu vurgulamak. Bu vurgulamadaki görsel ve hikâye tonları Waititi’nin muzip gerçekçiliği ve final sahnesindeki rahatlatıcı seçim sayesinde filmi hafızalarımızda kalıcı kılmayı başarıyor.
Burada Jojo’nun yanı sıra filmin meselesini anlamlı kılan ve Jojo’nun (kendisine göre Hitler’den sonra) ikinci en yakın arkadaşı olan 10 yaşındaki Yorkie de savaşın insanlar ve toplumlar üzerine nasıl anlamsızlaştırıldığını gösteren bir aracı görevi üstleniyor. Yorkie’ye göre Hitler’i desteklemeyen her şey ölmeye mahkum. Filmin sonlarında ise bu durum bir çocuk bakış açısıyla tamamen farklı bir anlam kazanıyor. En az Jojo kadar Yorkie’nin de bu filmde durduğu nokta, savaşlardan en fazla zarar görenlerin çocukların olduğunu kanıtlar nitelikte.
Taika Waititi, What We Do in the Shadows‘dan (2014) beri radarıma aldığım ve her yapımından da genellikle memnun kaldığım bir yönetmen. Sinemayı sevdiği ve anlatacağı meseleleri kendi mutfağında harmanlamaya devam edeceği çok belli. Bu durum çekmiş olduğu uzun metrajlar sonrasında 2016 yapımı Doctor Strange filminde yönetmen asistanlığı yapmış olmasıyla da kanıtlanıyor zaten. Şu sıralar beyazperdenin sinemaya aşık, kibirden uzak yönetmenlere daha fazla ihtiyacı var. Waititi de bana göre bu ihtiyacı karşılamaya devam etmeye niyetli isimler arasında. Ayrıca bu isteğini yeni Marvel filmleri ya da olası Star Wars maceralarında da gösterme ihtimali çok yüksek.