40. İstanbul Film Festivali: Susmayan Köpek
Dünya prömiyerini ocak ayında Sundance Film Festivali’nde yapan Susmayan Köpek (El perro que no calla); akabinde de Rotterdam Film Festivali’nde Büyük Ekran Ödülü’ne ulaştı. Arjantinli yazar-yönetmen Ana Katz’ın Gonzalo Delgado ile kaleme aldığı film, insani duygular ve gizli çatışmalara odaklanıyor.
Hikayesinde 30’lu yaşlarında, kalbinde hep sevgi olan Sebastian’a yer veren film, aynı zamanda da Sebastian’a aşırı bağımlı köpeğini anlatıyor.
Sebastian, geçici işlerde çalışıp hayatını geçindirmeye çabalarken, evde bıraktığı köpeğinin iç burkan ulumaları komşularını canından bezdirir. Bunun üzerine köpeğiyle birlikte hayatında bir dizi değişikler yapmak adına adım atma kararı alan Sebastian’ın bu girişimi, önüne geçemeyeceği dünyevi olaylarla birlikte absürt ve zekice bir anlatıma dönüşüyor.
Yönetmen Ana Katz, insani kırılganlıkları hızlı zaman atlayışlarıyla göstermeye çalışmış. Film, ilk bakışta ismiyle bütünleşen bir anlatı izleniminde. Fakat bütününde bu anlatım temel oluştursa bile esas mesele hayata tutunmaya çalışan 30’lu yaşlardaki bir adamın duyguları. Köpeğinin Sebastian evde yokken sürekli ağlaması, bu duruma tahammül edemeyen komşular ve daha sakin bir hayata geçiş evresinde çıkagelen birçok olay. Her biri filmin geneline etki ederek bir köpek ile sahibi arasındaki bağın anlatımından çok tutunamayan bir insan öyküsüne dönüştürülmüş.
Ana Katz’ın kadrajı tuhaf bir hüzün yayıyor ekrana. Yorucu olmayan, aksine kırılma noktalarındaki vurucu sahneleri çizimlerle yumuşatılan bir öyküye dönüştürmüş filmini. Romantik ve biraz da iç acıtan türden anlatımında kamera kullanımı ve karakterin içinde bulunduğu ruh halleri ustaca dengelenmiş. Ayrıca bakışlar ve atlayan zaman dilimleriyle bu hüznün beslendiğini görüyoruz.
Özellikle son bir yıl içerisinde insanlığın durduğu noktaya da açık bir gönderme söz konusu. Sınıfsal uçurumlar, kapitalist baskı ve insan olmaya devam etme çabaları… Tüm bunlar Ana Katz’ın kurduğu sade dünyasında sadece köpeğiyle mutlu olacağı bir hayatı seçmek isteyen genç bir adam aracılığıyla aktarılmış.
Genç adam, kendisinden çok başkalarının mutluluğunu önemseyen, kendi mütevazı hayatının peşinden gitmeye çabalayan bir karakter. Bu mütevazı duruşa günümüz dünyasından gösterilen reaksiyonlar da geç kalmıyor tabii. Bu yönüyle yönetmenin gelişme ve sonuç kısımlarını aktarış biçimini çok sevdim. Sade bir üslup, bakışlarla yayılan hüzün, anlam verememe duyguları ve en önemlisi de insanın unutmaya müsait ruhsal yapısı…
Susmayan Köpek, bu tarzıyla biraz da Boris Vian’ın Günlerin Köpüğü (L’Êcume des jours) romanındaki final kısımlarını anımsatıyor. Daha doğrusu bu romanın Michel Gondry tarafından sinemaya uyarlanan versiyonundaki ikinci, yani negatif ruh hallerine sürüklenen betimleme kısmını. O filmin son 1 saatindeki karakterlerin yaşadıkları kaotik sürükleniş, Susmayan Köpek’te daha sessiz ve duygusal bir tonlamaya bürünmüş sanki.
Özellikle pandemi dönemini anlatış biçimi de çok hoşuma gitti filmde. İnsanın yeni bir döneme zorunlu evrilme süreci ve nefessiz kalma anlarının yansıtılışını şuan içinde bulunduğumuz dönemle çok güzel bağdaştırmış yönetmen. İyi niyetli olduğu kadar sınıfsal uçurumların insan hayatına etkilerini belirtirken de kendine has üslubunda sivri dilli olmayı da başarabilmiş. Keza 2020 senesinde yaşadığımız evrensel şok, insanlığın da ulaşmış olduğu birçok noktayı tüm çıplaklığıyla defalarca önümüze sunmuş oldu. Dolayısıyla kendi mahallesinde takılıyormuş gibi gözükse de son 20 dakikasıyla Susmayan Köpek de bu şokun somut ve soyut etkilerinden nasibini alan bir öykü olarak sonuçlanıyor. Denk gelen çoğu insana benzer duygular uyandıracağı düşüncesindeyim…