Başrollerinde Ayça Ayşin Turan ve Furkan Andıç’ın Yer Aldığı ’39 Derecede Aşk’ın Fragmanı Yayınlandı
RÖPORTAJ | Neslihan Yeşilyurt
Bu röportaj, Episode Dergi’nin 35. sayısında yayımlanmıştır.
RÖPORTAJ: EZGİ ÖZCAN
Portre kareler: Yusuf Canöz
Set Fotoları: Ceyda Celepoğlu
Dizilere hayat verenler ilk bakışta oyuncular olarak görülse de dizinin geçtiği evreni kuran, senaryoyu sayfalardan ayaklandıran, karakterleri kanlı canlı insanlar haline getiren ve bütün setin organizasyonunu düşünen biri var: Yönetmen. Çoktan yerli dizi sektörünün efsaneleri arasında yer alan Sadakatsiz’in yönetmeni Neslihan Yeşilyurt’la hem geçmişi hem mesleki tecrübeleri hem de yerli dizilerin hayatımızdaki yeriyle ilgili bol bol gülüşerek konuştuk.
İnternette hakkınızda epey kısıtlı bilgi var. Biraz hikâyenizden bahseder misiniz bize? Mesela nerede doğdunuz? Hangi okullarda okudunuz? Nasıl bir aileden geliyorsunuz?
Doğum yerim İstanbul, Şişli. Ailem hâlâ o tarafta yaşıyor. Çocukluğum da o tarafta geçti. Okul hayatım da sadece lise… Onun da bir kısmını dışarıdan okudum. Sonrasında üniversite hayatım olamadı. O dönem annemle babamın anlaşmazlıkları vardı, onların ayrılık süreçlerinde büyükbabam ve anneannem devreye girdi. Annem memur bir ailenin kızı. Onların yanına taşındık. Ben lise dönemine gelince annemle babamın barışma durumu oldu. O noktada ben acele ettim ekonomik özgürlüğümü kazanmak için. Çünkü erkeklere güvenim çok ciddi sarsılmıştı. Babam tekrar giderse başkalarına mecbur kalmayalım düşüncesiyle evin babası rolünü üstlenmek biraz bana kaldı diyebiliriz. İlerleyen zamanlarda Bahçelievler Belediye Tiyatrosu’na yolum düştü. O zamanlar reklam ajansında çalışıyordum fakat oyunculuk, sinema, gösteri sanatları beni cezbeden, çok çeken şeylerdi. Bunun neresinden ne yapabilirim diye arayıştayken kendimi geliştirmek için bir şey yapabilir miyim acaba işime yarar mı bu diye oradaki tiyatro kursuna başladım. Her şey güzel ilerledi, ben oyuna seçildim, sonra bir diziye gittim derken o sette şöyle bir şey oldu: Ali Rıza Bey vardı o zaman önemli yardımcı yönetmenlerden biriydi, dedim ki beni yanınıza alır mısınız kamera arkasına, çünkü ben bu işleri çok öğrenmek ve bilmek istiyorum. Yaşım da 18… Bir hafta sonra beni çağırdılar ve asistan olarak işe başladım. Bir daha da o evrenden hiç ayrılmadım. Her şey o kadar büyülü ve mükemmel geldi ki bana. Yeni bir dünya kurmak ve o dünyada istediğim her şeyi yapabilmek benim için oyun alanı gibiydi. O çok hoşuma gitti. Biraz da içgüdüsel oldu açıkçası. Kendi yolumu kendim buldum.
Bahçelievler Belediye Tiyatrosu’nda hangi oyuna seçilmiştiniz?
Çocuk oyununa… Adı Teneke Şövalyeler’di…
Sadece belediye sahnesinde mi oynadınız yoksa okullara turneye gittiniz mi?
İstanbul içindeki okullara turneye gitmiştik. Galiba bir de Tekirdağ’a gitmiştik ama tam hatırlamıyorum. Çok keyifliydi, çok da güzel bir tecrübeydi.
Ekşisözlük’teki hakkınızda girilen entrylerde dizilerde oyunculuk yaptığınız yazıyor. Hangi dizilerde oyunculuk yaptınız?
Oyunculuk işi kamera arkasında, sette çalışırken oldu aslında. Asistanlık sürecindeyken bir şeye ihtiyaç oluyordu, hop Neslihan yapar, Neslihan şunları halletsene falan. Yoksa kendi inisiyatifimle, profesyonel olarak yaptığım bir şey değildi. İlk gittiğim set Üvey Baba’ydı yanlış hatırlamıyorsam, kısa bir oyunculuk tecrübesiydi. Orada dedim zaten, beni kamera arkasında yanınıza alır mısınız diye.
Peki, Neslihan Yeşilyurt’un gözünden baktığımızda Türkiye’de dizi setleri nasıl yerler?
Sanırım bir insana benzetmek doğru olur. Ani sinirlenen, öfkeli ama aynı zamanda sevgi dolu ve eğlenceli bir insan gibi… İkizler burcu erkeği gibi yani… Çok hızlı…. Lunapark gibi… Roller coaster…
O zaman netleştirmek gerekirse dizi setini nasıl bir insana benzetebiliriz?
Yalandan gerginliği olan tipler gibi aslında. Şekeri var galiba bu insanın dersiniz ya hani… Biraz öyle bir hali var.
Şekeri olan İkizler erkeği gibi diye toparlayabilir miyiz?
Evet!
Uzun süredir sektörün içindesiniz. Önce asistan olmuşsunuz, sonra yardımcı yönetmenlik yapmışsınız, en son da yönetmenlik yapıyorsunuz. Bir kadın set çalışanı gözünden dizi setleri nasıl yerlerdi nasıl yerlere dönüştü?
Önceleri daha erkek çalışan sayısı yüksekti setlerde. Bir kadından komut almak, yönetici bir kadınla çalışması bir erkeğin, onlar için çok zorlayıcıydı. Bunu görüp hissediyordum. Bozuluyorlardı, geriliyorlardı. Ama orada şöyle bir şey düşünüyorsun kadın olarak, beni aralarına alabilmeleri, ekibe dahil edebilmeleri için erkek gibi davranırsam daha rahat ederim. Orada biraz daha onların diline yaklaşmaya gayret ediyorduk. Fakat sonra tabii ben büyüdüm. Bakış açım değişti. Dolayısıyla ben neden varlığımı, benliğimi geriye çekip başka biriymişim gibi davranıyorum diye düşünmeye başladım. Tabii taklit ettiğin şey senin varlığının bir parçası haline geliyor. Dikkat çekici olmamak için gayret ediyorsun aslında. Göğüs dekoltesi aman! Şuram görünmesin! Etek zaten giyemezsin, öyle bir çalışma ortamı yok.
Artık öyle değil. Setlere gelen yeni nesil kadınların öyle davranmak zorunda kalmadıklarını görüyorum. Setteki çalışan profili de değişti. Şimdilerde çok daha fazla okullu, olmasa bile bu işi seven, zaten bu işi yapmak isteyen insanlar var. Bir zamanlar özellikle prodüksiyon ekipleri en sıkıntılı yerlerdi. Prodüksiyon ekiplerinde çalışırken senaryo bilmek, dramaturji bilmek gerekmiyordu ya da bilmeye gerek olmadığını inanılıyordu. Şimdi şirketler ve onların dışarıya yansıttıkları yüzlerinin değişimi, kadın uygulayıcı yapımcıların çoğalması, onların ekiplerinde bir kadınla çalışmanın bilinci derken… Ben de kadın naifliğinin aslında erkekleri daha yumuşattığını, aslında seti de yumuşattığını, bu bilinçle küfür edilmeyen, seksist söylemlerin pek olmadığı ya da en azından gizlendiği bir alana dönüşmeye başladı. Eskiyle şimdi arasında epey fark var diyebiliriz setlerde.
Uygulayıcı yapımcı kadınların çoğalması dediniz. Bu pozisyonda kadın olması nasıl bir fark yaratıyor genel olarak?
Aslında bunu kadın-erkek diye çok ayırmak da istemem ama… Bu ayrımı daha çok biz değil, onlar yapıyorlar. Yönetmen yönetmendir mesela, kadın yönetmene kadın diyorlar ama yönetmen erkek olunca erkek yönetmen demiyorlar. Bu ayrım kullanıldığı için bu taraftan konuşuyorum. Yoksa kadınlar daha iyi diyemem. Kadın uygulayıcı yapımcılarla çalıştığımda da çok büyük problemler yaşadım. İşi bilen ya da bilmeyen diye ayırabilirim. Ama kadın bakış açısında, estetik algısında daha başka bakıyorlar, evet. Daha araştırmacı, daha gözlemci, daha incelikli olduklarını söyleyebilirim erkek uygulayıcı yapımcılara nazaran. Erkek uygulayıcı yapımcılar, organizasyonu çok daha matematiksel ve sistematik yapmaya çalışıyorlar, ha, yapamadıkları da çok oluyor. Ama kadın uygulayıcı yapımcılarda gelen bir zorlayıcı karşısında çözüm şekilleri farklı. Problem ne şimdi, çözelim. Biraz daha sakin olalım. Anlatabiliyor muyum? Problemi konuşmaktansa çözümü konuşalım tavrında oluyorlar.
Peki kadınlık-erkeklikten bağımsız, Türkiye’deki dizi sektöründe yönetmenlik yapmak nasıl bir şey?
Bizim yaptığımız şey bence inanılmaz bir performans. Yapımcısından oyuncusuna, kostümünden çaycısına, senaristine kadar hepsini kapsayarak söylüyorum. Bir mucize gerçekleştiriyoruz. Hem de bir sinema filmi süresinde… Güzelliğinde değil belki ama süresinde… Ama bazen bir sinema filminden çok daha iyisini de diyebiliriz aslında. Dizinin bir bölümünden çok daha kötü filmler izliyorum. Hatta hep beraber izliyoruz. Dolayısıyla bu işi çok ciddiye alıyorum.
Ama yönetmen olmanın zorluğu ne dersen şurada başlıyor: Ben halihazırda çektiğim Sadakatsiz’de bu sorunu çok yaşamıyorum. Çünkü yapımcımız meseleye bir bölüm 150 dakikanın altında olmasın diye bakmıyor. Çıkan işe bakıyor. Her zaman her yapımcının bakış açısı böyle değil. O yüzden bizim dizimizin bir temposu var. En uzun verdiğimiz bölüm yanılmıyorsam 115 dakikaydı. 90 -95 dakikalar teslim ediyorum ben. Bu da böyle yerli dizi yersiz uzun diye sokağa çıktığımız andan sonra -bu ülkede biraz öyle oluyor- daha fazlasını yaşamak üzere evimize gönderildik maalesef. Dolayısıyla süreler korkunç derecede uzun. Bizim iyi, gerçekten hızlı, inandırıcılığı yüksek, kaliteli bir iş çıkarma olasılığımız elimizden alınıyor. Çünkü şunu yapmak zorunda kalıyoruz, önümüze senaryoyu alıp bölümün aksını belirleyen sahneleri seçip, onlara bir tık daha fazla zaman ayırarak diğer sahnelere aynı inceliği, özeni maalesef gösteremiyoruz.
Şimdi çalıştığım şirketin 5 gün 12 saat kuralı vardır. 3.bölüm itibarıyla bu çalışma düzenine geçersiniz. Çok güzel ama dizi süreleri kısalmayınca bu düzenin pek bir anlamı kalmıyor. Diyelim ki senaryo bir gün gecikti, ki olabilir senaristlerin de bizim gibi zamana ihtiyacı var, ama benim bölümü yetiştirmek için dört gün sürem kalıyor. Ve o dört günde bir dölümü yetiştirmeye çalışmanın gerginliği korkunç bir şey. Benim bu sektörde yaşadığım en acı şey.
Diğer bir zorluğu da şu… Daha özgür olmayı umut ediyorum aslında. Dizide yapımcı, yönetmen, kanal, senaristler bu kadar insanla beraber karar vermen gerekiyor. Film sektöründe de böyle oluyor belki ama dizi sektörü daha yapımcı ve kanalın hâkimiyetinde. Eskiden pek böyle değildi bu arada. Yönetmenlik daha ağırlığı olan bir birimdi. Daha özgür olabilmeyi umut ediyorum. Kendim için de meslektaşlarım için de.
TV dizileri sözkonusu olduğunda… Dizi sektörü emekçileri olarak daha iyi şartlara sahip olsa mesela bizden daha iyisi çıkar mı? Türkiye’nin yeteneğinin ortaya çıkacağını düşünüyor musunuz?
Hayır…
Neden peki?
Çünkü bu, tamamen dizi sektöründe çalışanların elinde olan bir durum değil. Orası senaristin ve yönetmenin hâkimiyetinde değil. Olamayacak da… Hiçbir zaman.
Karar vericilerin konumlarıyla alakalı olarak söylüyorsunuz sanırım…
Evet çünkü onlar da RTÜK çerçevesinde bir şeyler yapmaya çalışıyorlar. RTÜK de kendisinden daha üstte olan birimlere göre bir şeyler söylüyor. Bu böyle bir hiyerarşi zinciri. Size gelene kadar bütün bu bakış açısının, toplumun değişmesi ve dönüşmesi gerekiyor. O kadar uzun ve zorlu bir süreçten bahsediyoruz ki… Belki dünyanın birçok yerinde benzer mekanizmalar vardır ama buradaki gibi midir, emin değilim.
Sizce Türkiye’de TV dizileri neden bizim için bu kadar önemli?
Ekonomik nedenlerle.
Tamamen ekonomik durumlardan yani?
Düşünsenize işçi bir ailenin sinemaya gitme imkânı var mı? Şu anda bir elektrik faturasını ödediğin an diğer şeyleri ödeyemeyecek hale geliyorsun. Hele de asgari ücretle geçinen aileler için… İki kişinin ya da bir çekirdek ailenin herhangi bir etkinliğe katılması ne kadar mümkün ki? Bir sergiye gitmek, bir söyleşiye katılmak, bir konsere gitmek… Bunları yapmak temel besin ihtiyaçlarını karşılayabilmekten tabii ki önemli değil.
TV dizilerinin toplumsal davranışlar üzerinde etkisi olduğunu düşünüyor musunuz?
Tabii ki… Onun bilinci ve sorumluluğuyla da davranmaya çalışıyorum.
Dijital işlerle ilgili de aynı fikirde misiniz?
Evet, aynı fikirdeyim. Ben herhangi bir şey seyrettiğim zaman, mesela gerçekten iyi bir filmse ki bence iyi bir filmin tanımı da böyle bir şey herhalde… Onun etkisinden kurtulmam çok zaman alıyor. Bana hiç üzerinde düşünmediğim bir bakış açısı sunuyor. Hiç oralardan düşünmediğim bir şey açıyor kafamda ya da bana bir şey hissettiriyor.
Buradan hareketle kamuoyunda suçlandığı kadar suçlu mudur yerli diziler?
O kadar tuhaf bir yetiştirilme kültürümüz var ki… Hem aileden aldığın eğitim yetersiz kalıyor hem okuldan aldığın eğitim yetersiz kalıyor. Kurtlar Vadisi’nde Çakır karakteri ölünce temsili cenazesini kaldırıyor seyirci. Ya da son dönem tarihi dizileri izleyen seyircilerin videoları, görüntüleri sosyal medyadan önüme düşüyor. Marşlar söyleyerek, ellerindeki nesneleri fırlatarak diziyi izliyorlar. Böyle bir ortamda evet, yerli diziler suçlu. Ama aslında suç dizilerde değil.
Anlıyorum demek istediğinizi…
Yine de önemli bir yeri var yerli dizilerin. Özenli ve dikkatli olmakta fayda var bence.
O zaman biraz da Sadakatsiz diyelim… Sadakatsiz’in hikâyesi çok gerçek. Birçok kadının düştüğü gerçek bir konumu anlatıyor. Asya seyirciler tarafından çok sevildi, kadınların idol aldığı bir karakter oldu desek abartı olmaz. Asya’nın hikâyesini anlatmak nasıl bir histi?
Çok zorlu… Çünkü çekmekte olduğun, oynamakta olduğun ya da yazmakta olduğun hikâyenin içinde kendi travmalarınla da yüzleşiyorsun. Spiritüel bir şey söylemeye çalışmıyorum ama durum böyle olunca hikâyenin içine çekiliyorsun. Belki de kendini yönlendiriyorsun, bilmiyorum. Kadının Türkiye’deki konumunu zaten hepimiz biliyoruz. Böyle bir hikâyeyi böyle bir zamanda anlatmak zor ama çok inanarak yaptık. Zaten orijinal formatı da çok iyi. BBC dizisinin burada uyarlanabilmesi, seyircisini ve piyasayı çok iyi bilen Fatih Bey’in başarısı tabii. Bu noktalarda müthiş kararlar alıyor.
Hikâye çok evrensel. O hikâyeyi, karakteri alıp buraya yerleştirdiğimizde, üstelik küçük bir şehre yerleştirdiğimizde Asya aslında hepimizin içimizde olmak istediği karakter. Ben annemin geçmişte böyle pozisyon almasını çok isterdim ya da benzer durumlar yaşayan arkadaşlarımın böyle pozisyon almasını isterdim. İyi bildiğimiz bir mesele. İzleyenlerin çoğu zaten benzer halleri yaşıyor, haliyle konuyla ilgili epey fikri var. Belki de az önce konuştuğumuz şeyin cevabı bu. Yapamadığın, cesaret edemediğin şeyin karşısına geçip izliyorsun. Asya güçlü bir karakter. Zaten bir kere başhekim, iyi bir işi var, finansal gücü var. Birçok kadın bu tarz imkânlardan mahrum. Haliyle akıllarından geçirdikleri birçok şeyi yapamıyor. Onların aklından geçenleri Asya’nın yapabilmesi, seyircinin katarsis yaşamasını sağlıyor yani seyircinin duyguları bu yolla sağalıyor. Dizinin olumlu özelliklerinden biri bu. Hatta bir yandan fikir de veriyor seyirciye, cesaret veriyor.
Sadakatsiz’e başlarken, “Bu iş tam yerini bulacak. Ses getirecek,” gibi bir hissiniz var mıydı?
Evet, vardı! Orijinalini seyrettiğim an her şeyimle oradaydım. İzlediğim ilk andan beri, “Evet, Türkiye’de uzun zamandır ihtiyaç duyulan karakter tam da bu,” dedirtti. Sosyal statü olarak da bu standartlarda yaşayan kadınların yaşadığı mobbing, taciz, şiddet, onların da sesi olması bakımından buna çok ihtiyaç vardı. Aynı sosyal statüde olup Asya’nın yaptığını yapmayan kadın çok fazla. Öğrenilmiş çaresizlik sözkonusu.
Asya’yı hayata geçirirken Cansu Dere’yle yönetmen-oyuncu ilişkiniz nasıldı?
Hayatımda uzun zaman sonra çalıştığım en disiplinli, müthiş çalışkan, saçının telinden ayak parmağına kadar o karakter olmaya gayret eden, o karakterin içine giren biri. Başka bir Asya olamazdı. O olduğu için Asya bu başarıyı yakaladı. Müthiş bir ekip arkadaşı, çalışma arkadaşı.
Günde 12 saatten haftada beş gün çalışma temposu olan bir yönetmen olarak, Neslihan Yeşilyurt kendine zaman ayırabiliyor mu? Ayırabiliyorsa neler yapıyor?
Tatil günlerinde, bazen şu oturduğum koltuktan sadece temel ihtiyaçlarımı karşılamak için kalkıyorum. Hem fiziken hem zihnen ama özellikle zihnen inanılmaz yoruluyorum. Zihnimi beslemeye vaktim olmuyor. Özellikle büyük aralarda yani 2-3 aylık yaz tatillerinde, kana kana her şeyi içesim geliyor. Bilgi olarak demek istiyorum. Şimdi şuraya gideyim, şimdi bu kitabı okuyayım, hayır, iki kitabı birden okuyayım, hayır, dur Neslihan, sakin ol daha iki ayın var… Çünkü sezonda, çekim zamanlarında öyle bir şansım olmuyor maalesef. Haftalık iki gün boşluğun muhakkak bir gününde de revizyon, yeni bölüm senaryosu, sonraki haftaya hazırlık ile geçiyor. Dizi sektöründe yönetmenlik yapıyorsan zaten sabah uyandığından an da gece gördüğün rüyan da bu işe dahil. Her şey o an çalıştığın işle ilgili oluyor. İzlediğin başka bir şeyi bile o reflekslerle izliyorsun.
Peki, her an uyanık, ayakta bir zihinle yaşamak zor mu? Nasıl bir şey?
Bence çok güzel bir şey. Ben çok memnunum. Tabii bir taraftan kaçışım da olabilir bu. Bilemiyorum ama yine de keyifli. Belki çok yüzeysel bir cevap gibi gelecek ama o anın içindeyken dediğiniz gibi hissetmiyorum zaten. Onun yerine “yiyorum” ben. Duygusal yiyiciyim. Üzgünsem yerim, gerginsem yerim, yerim yani.
Son dönemde izlediğiniz, beğendiniz dizi ya da diziler var mı?
Son dönemlerde Maid dizisi beni etkiledi. Fiziksel şiddet yerine duygusal şiddeti işlemeleri… Ne gerekenden fazla dramatize edilmiş ne de yüzeysel anlatımla geçiştirilmiş bir dizi.
Maid’de sizi ne yakaladı? Hangi duygu, hangi his?
Belki doğru kelime değil ama yine de demek istediğim anlaşılır diye düşünüyorum: Gayretsizlik. Normalde biz bir sürü şey anlatmaya çalışıyoruz ya hani. Maid’de öyle bir şey yok. O karakterin peşine takılıyorsun, onunla beraber gidiyorsun. Sadece olaylar değil, karakterin duygusuyla ilgilenen anlar yaratan bir iş. Bir de İlk ve Son’u çok sevdim. Hakan Bonomo’nun son dönemdeki yetenekli yazarlardan biri olduğunu düşünüyorum. Masum’dan sonra iyi ki dijitalde yapılmış dediğim ikinci iş oldu.