Röportaj: Sevilen Oyuncu Nejat İşler
Onu televizyon ve sinemada iz bırakmış birçok yapımda izledik. Gülbeyaz ve Aliye ile ün kazandıktan sonra hep tuhaf, bazen kötü ama bir şekilde sevilen, karizmatik karakterleri canlandırırken gördük. Barda filminde Egzozcu Selim’i, Behzat Ç. ve ardından Saygı dizilerinde Ercüment Çözer’i oynadı. Kış Uykusu gibi dünya sinemasında önemli bir yapımda yine onu gördük. Kaybedenler Kulübü filmindeki rolüyleyse Türkiye’nin 1990’lı yıllarındaki altkültür zenginliğinden bir parçayı bize gösterdi. Tabii ki Nejat İşler’den bahsediyorum! Şimdilerde yeni filmi 9,75 ile izleyicilerle buluşmaya hazırlanan ve Saygı’nın ikinci sezonunda yine Ercüment Çözer olarak karşımıza çıkacak Nejat İşler ile kariyerini ve yeni projelerini konuştuk. Keyifli okumalar…
Öncelikle keyifler nasıl? Günleriniz nasıl geçiyor pandemi döneminde?
İyi, fena değil. Herkes gibi. Pek bir şey yapamıyoruz tabii ama bol bol film seyrediyorum. En son Billy Elliot filmini izledim. İkinci ya da üçüncü izleyişimdi.
Çok sevdiğiniz bir film herhalde…
Evet, güzel film. Bir de İrlanda’da, Kuzey İrlanda’da, İskoçya’da falan geçen filmleri seviyorum. Hoşuma gidiyor oraların öyküleri.
Gençliğiniz Türkiye’de rock müziğin yeniden yükseldiği bir döneme denk düşüyor. Kesmeşeker, Mavi Sakal, Grizu, Pilli Bebek, Whisky bir çırpıda aklıma gelenler. Bir de punkçılar var, metalciler var… Dünyada da punk, rave filmleri yapılıyordu. Bu müzik ve altkültür zenginliğinin içinde olmak bilhassa sanata ve sinemaya bakışınızı nasıl etkiledi?
Aslında çocukluğumdan itibaren kendimi etrafımdaki kişilerden farklı hissediyordum zaten. Garip garip meraklarım vardı… Yani beni o altkültürlerin içine girmek etkiledi mi emin değilim. 20 yaşıma geldiğimde İstanbul’un en acayip caddesinde tezgâhım vardı; CD, kitap, kaset satıyordum. Türkiye’nin en iyi üniversitelerinden birinde, Mimar Sinan Üniversitesi’nde oyunculuk okuyordum. O zaman birkaç dizi
vardı, hem o dizilerden birinde hem de devlet tiyatrosunda oynuyordum ve saçlarım uzundu. Benim için her şey tamamdı yani.
Neler dinliyordunuz?
Ben daha çok hard rock dinliyordum o dönemlerde. Glam rock gruplarına meyilliydim. Ama speed metal’den trash metal’e, punk’a diğer türleri de dinliyordum tabii. Tarz olarak glamcilere benziyordum; saçlarım uzundu, azıcık süslüydüm de… Kovboy çizmelerim falan vardı, bileklerimden boynuma her tarafım
doluydu. (Gülüyor)
Türkiye’nin bu altkültür dünyasına dair pek film, dizi yok. Kaybedenler Kulübü bu anlamda önemli bir yapımdı bence, sonra birkaç iş daha denendi ama pek tutmadı. Akmar Pasajı’ndan ya da Türkiye gibi bir ülkede hemen darbe sonrasında punk’ın yükselişinden bir dönem filmi çıkmaz mı sizce?
Kaybedenler Kulübü, o dönemden bir parçayı anlatması bakımından böyle bir film sayılabilir, haklısın. Tabii ki başka filmler de diziler de yapılabilir, neden olmasın… Ama bunu, o dönemleri yaşayan insanların yapması gerekir aslında. Mesela bana bir görev düşer bu konuda. Kaybedenler Kulübü’nde oynayarak da bu görevimi ufak ufak yerine getirdiğimi düşünüyorum. O yüzden severek yaptım o işi, o dönemi anlatabildiğim için… Ama ben yetmem; o döneme ait benim de uzak kaldığım bir sürü dünya var. Onları da başkalarının anlatması lazım.
Neden anlatmıyorlar peki, neden yapılmıyor bu döneme dair daha çok film?
Bilmiyorum. Pahalı bir iş bu; bir dönemi anlatmaya kalktığında daha da pahalı oluyor. Yoksa belgeseller yapıldı, kitaplar yazıldı ama kurgu film dedin mi karşına bir para, yapımcı ve mecra konusu çıkıyor. Bu yüzden de karşılığını alabileceğin bir iş değilse hiç girişmiyorsun. E, 1990’larda biz normaldik ama bugün insanlara o yaşamlar marjinal geliyor. Kadın programlarında izlediği yaşamları normal buluyor insanlar, bizi marjinal buluyor… Yapımcılar da, “Ben bunları anlatan bir film yaparsam karşılığını alamam,” diye düşünüp çekiniyor herhalde. Bir de gitgide yükselen bir muhafazakârlaşma var Türkiye’de… Bu yüzden altkültürlere dair bir filmin alan bulması zor bugün.
Peki, siz bu dönemden kimi, Murat Beşer’in tabiriyle hangi “yoldan çıkmış sima”yı canlandırmak isterdiniz?
Çoğu simayı oynamak isterim o dönemden. Yaşantılarını kıskandığım insanlar vardı, onları canlandırmak isterdim. Ama bir kişi söylemem gerekiyorsa Parkinson Şeref derim. Ustamdır. Murat da kitabında (Yoldan Çıkmış Simalar) anlatır onu. İstanbul metal camiasının başat adamlarından biriydi Şeref, onu oynamayı çok
isterdim.
Konservatuardan mezun olduktan sonra kendinize ait bir tiyatro kurmuşsunuz. Kahramanlar ve Soytarılar Tiyatrosu. Bu tiyatroyu kimlerle nasıl kurdunuz? Kuruluş sürecini anlatabilir misiniz?
Mimar Sinan Üniversitesi’nden mezun olduğum dönemde, 1990’ların başında yani, bu kadar dizi yoktu Türkiye’de. Bu yüzden para kazanmak için önümde tek seçenek vardı: Tiyatro oyunculuğu yapmak. Okuldan mezun olduğum yıllarda garanti bir iş seçeneği yoktu önümde. Devlet tiyatrosu sınavlarına girebilirdim ama tercih etmedim. Bağımsız kalıp kendi kafama göre davranmak istedim, hâlâ öyle yapıyorum. Kendi tiyatromu kurabilirim diye düşündüm ben de. Zaten üniversitede okurken yazıp çizmeye de başlamıştım… Böylece okuldan bir arkadaşım, bir de fotoğrafçı arkadaşımla Kahramanlar ve Soytarılar
Tiyatrosu’nu kurduk. Önceleri normal, İtalyan sahne tiyatrolarda oynuyorduk. Sonra ben biraz daha anarşist bir şey yapmak istedim ve barlarda oynamaya başladık. En çok da Kemancı Bar’ın orta katındaki Kemancı Kültür Merkezi’nde sahne alıyorduk. O ara, tiyatroya yazdığım bir oyunu bar sahnesine uyarladık. Beğenilince kendi yazdığımız başka oyunları da oynadık. Bu şekilde epey devam etti Kahramanlar ve Soytarılar Tiyatrosu. Oradan kazandığımız para da bize yetiyordu. On kişiye falan oynuyorduk zaten, rahattık ve bilet parasını Kemancı’yla yarı yarıya kırışıyorduk. İçkimiz mekândandı, bazen yemeği de orada yiyorduk. Kira masrafım da çok yoktu çünkü arkadaşların evlerinde kalıyordum. Bir eve çıkmışsam da arada birkaç bölümlük dizi işleri geliyordu, onlardan kazandığım parayla altı aylık kirayı çıkarıyordum… 2000’li yıllara kadar böyle gerilla usulü devam etti Kahramanlar ve Soytarılar Tiyatrosu macerası.
Neden bitti peki?
Yaşım ilerlemişti. Askere de gidip gelince artık hayata bu şekilde devam edemeyeceğimi fark ettim. Arkadaşların evinde yatıp kalkmak güzeldi ama sonuçta hep böyle devam edemezdim. Onların da yaşı ilerlemişti, kendilerine bir hayat kuruyorlardı. Bir gün bir diziden başrol teklifi aldım: Aşk ve Gurur (2002)… Dizinin yapımcısı, Pentagram’ın Bir albümünün yapımcısı olan Böcek Yapım’dı. Öyle olunca, “Tamam,” dedim, “bir deneyelim.” Çok uzun sürmedi, 18 bölüm sonunda bitti. Ama o dizideki rolüm sayesinde bana o yaz 15-20 senaryo geldi. Şaşırdım ve önümde bir yol açıldı bir anda. Çok da girmek istemiyordum aslında o yola çünkü diziden kazandığım parayla yurtdışında okumak, yüksek lisans ve doktora yapmak gibi planlarım vardı. Ama çeşitli nedenlerden o yola girdim. Benim hayatımda hep isteklerle gerçekler kesişti. Birçok isteğimi gerçekleştirdim ama bazı gerçekleri de kabul ettim.
Tiyatrodan çok uzaklaştınız ama sanki…
Ben birden fazla şeyi aynı anda yapamıyorum. Yani diziden çıkayım, bir film yapayım, akşamları tiyatroda oynayayım; bu, bana göre değil. Dizilerde rol almaya başlayınca tiyatro geride kaldı. Sonra da sinema girdi hayatıma zaten; daha büyülü bir dünya orası.
Elinizde olsa sadece sinema oyunculuğu yaparsınız öyleyse, doğru mu?
Elbette. Bence herkes aynı şeyi yapar, herkesin istediği budur.
Bir ara dizilerin sanat sayılıp sayılamayacağı tartışılıyordu. Sinema bir sanat, bunda herkes hemfikir. Sizce diziler de sanat sayılır mı?
Zanaattır dizi. Gündelik bir iştir açıkçası. Bir şey giymek istersin üzerine, sevdiğin bir markanın dükkânına gidersin, konfeksiyon üretimi bir şey alırsın. Ama özel görünmek istersin, üzerine kendi istediğin bir şey
yaptırırsın terzide, senin isteklerin ve terzinin becerisi birleşir, sanat olur. Dizi ile sinema arasındaki fark da biraz böyle. Dizilerde hazırlanmaya, bir şeyleri mükemmelleştirmeye vakit kalmıyor ki. Bir de haftalık çekildikleri için gündeme göre hikâyeleri değişebiliyor.
Dijital platformlar bu durumu değiştirdi biraz galiba. Saygı’da tecrübe ettiniz siz de…
Evet, dijital işlerin öyle kıyak bir tarafı var. Yıllar evvel bir televizyon yazarı, “Nejat hep sızlanıyor dizilerde oynadığı için, yahu Al Pacino dizide oynuyor!” demişti… Angels in America’dan bahsediyor. Öyle dizi gelse hepimiz atlarız tabii! (Gülüyor) Dijital platformlar sayesinde şimdi artık hazırlanmaya vaktin oluyor, dizinin de başı sonu belli oluyor… Sekiz bölümü tıpkı sinema filmi çeker gibi çekip yayınlıyorsun. Saygı’da öyle yaptık işte.
Saygı’dan bahsetmişken Ercüment Çözer’i konuşalım biraz. Ercüment Çözer, Behzat Ç.’de çok fazla bölümde gördüğümüz bir karakter değildi aslında ama en az Behzat kadar etkili olmuştu. Ercüment Çözer’i bu kadar popüler kılan nedir?
On beş bölümde gözükmemiştir Ercüment Çözer, doğru. Çok az görünmesine rağmen bu kadar popüler olması sosyolojik bir şey. Bu yüzden bu soruna rahatlıkla cevap veremem.
Siz sevdiniz mi karakteri?
Canlandırırken çok eğlendim. Kendi adıma şunu söyleyebilirim: Ercüment gibi aykırı, garip karakterleri canlandırdığımda o karakter genelde seviliyor. Belki de bu yüzden o rol bana geliyordur. Ben kötü karakterleri de marjinal karakterleri de kabul ettirebiliyorum. Galiba o karakterin insani ve eğlenceli tarafını ortaya çıkarabildiğim için… Kötüyü kötü oynamıyorum yani. (Gülüyor) Ama dediğim gibi, Ercüment’in bu kadar popüler olması esasında sosyolojik bir durum. Babam bir defasında, “Bu dizilerde kötüler bir türlü ölmüyor, insanlar da kötüler hep yaşayacak sanıyor,” demişti. Belki bununla ilgilidir.
Behzat Ç.’de Ercüment Çözer, saygı meselesine bireysel bir yerden yaklaşıyordu. Saygı’da ise bu duyarlılığını toplumsal bağlamda da gördük. Behzat Ç.’den Saygı’ya, Çözer’in dönüşümünü nasıl anlatırsınız?
Ercüment’in canı sıkılıyor. Senin sıkılmıyor mu? Herif o kadar kudretli ki iki dakikada Libya’ya silah gönderiyor, iki dakikada ihale hallediyor… Ne istese iki dakikada gerçekleştirebiliyor ve haliyle canı sıkılıyor. Canı sıkıldığı için de böyle bir oyun bulmuş kendine, “saygısızlık” konusunu kafasına takmış. Saygı’da Ercüment bunu biraz daha açıyor; aile içi eğitimden bahsediyor ve biri çocukluğunda ailesinden iyi eğitim
görmediyse istediği kadar okul okusun, onun düzelmeyeceğine inanıyor. Bu arada kendisi de saygısızlık yapıyor tabii ama onu görmezden geliyor, takmıyor kafasına pek. (Gülüyor)
Saygı’nın gelecek sezonunda ya da sezonlarında Ercüment kendisiyle hesaplaşacak mı?
Eser miktarda hesaplaşacak çünkü Ercüment bence bu durumdan da sıkıldı. Sıkıldığı için de dönüp kendine bakacak, evet. Bir de yeni sezonda bir şey dikkatini çekiyor Ercüment’in ve merak ediyor onu… Ama bu merakı çok da uzun sürmüyor. Bu kadar anlatabilirim. (Gülüyor)
Türk televizyon tarihinde iz bırakmış birçok yapımda rol aldınız. Deli Yürek, Gülbeyaz, Aliye, Behzat Ç. ilk akla gelenler… Son dönemde de sizi Çukur’da ve başrolünde olduğunuz Saygı’da izledik. Hangi diziyi televizyon kariyerinizin dönüm noktası olarak görüyorsunuz ve en çok hangi karakter sizde iz bıraktı?
Kariyer benim için sinema filmi demektir ve sinema filminde oynamama en yardımcı olan işler Gülbeyaz ile Aliye’ydi. Onlarla popüler olunca film teklifleri almaya başladım. Yani kariyer yapmamı onlar sağladı biraz. En eğlendiğim, içime en çok sinen iş ise Keşanlı Ali Destanı’dır. O işi gerçekten çok seviyordum. Oynuyordum orada, poz kesmiyordum yani. Tiyatrodaki gibi, büyük büyük oynuyordum. Komik de bir karakterdi Keşanlı Ali. O zamana kadar hep kabadayı gibi oynanmıştı ama Keşanlı Ali yalancı bir kabadayı aslında, üçkâğıtçı bir tarafı var. Bir yandan köpek gibi âşık, âşık olduğu kadın rezil edip duruyor bunu. Benden önce oynayanlar da harika oynamış, onlara laf etmiyorum ama ben onlar gibi oynamayı tercih
etmedim. Keşanlı Ali’nin üçkâğıtçı, hınzır, komik taraflarını da gösterdim. Değişik bir karakterdi benim için, çok eğlenmiştim onu oynarken. Eğlenceli işlerde rol almayı seviyorum aslında ama gelmiyor hiç… Gerçi eğlenceli iş de yok artık. İnsanlar bir buçuk yıldır evde pandemi yüzünden bunaldılar, hâlâ televizyonu bir açıyorsun pata küte işler; illa şişeceğiz yani! Biraz da gülelim… Ama yok, istemiyor kimse bunu. Çok enteresan.
Proje iyiyse her karakteri canlandırır mısınız yoksa canlandıracağınız karakterlerde belli başlı özellikler arıyor musunuz?
On yıldan beri televizyon dizileriyle ilişkim şu: Televizyon dizisinde oynarım ama bir film kadar yani en çok sekiz hafta. Bunu bir tek Çukur’da kırdım, 16 bölüm oynadım ama aravererek. Sekiz bölümü çektik, sonra Saygı’ya gittim. Saygı’dan sonra tam Bodrum’a dönecektim ki Çukur’dakiler, “Abi sekiz bölüm daha çeker misin?” dediler. Durdum düşündüm biraz, Bodrum’a dönsem öylece oturacaktım. Kabul ettim, bir sekiz bölüm daha oynadım. Ama bunun dışında televizyon dizileriyle ilişkim artık bir film süresi kadar sadece.
Dijital platformlardaki işlerde kesinlikle hikâye önemli. Dijital işleri de uzun süreli bir film gibi görüyorum zaten. Sekiz bölüm geliyor karşına mesela, onun iş dökümünü çıkarıyorsun ve tek seferde çekiyorsun. Filmlerde de en çok önemsediğim şey hikâye. Bir de biraz önce söylediğim gibi televizyon dizileri, dijital dizilerin ve filmlerin aksine haftalık işler. İstediğin kadar hata yap ya da istediğin kadar iyi bir şey yap; bir hafta sonra yeni bölüm gelince onu kimse hatırlamaz. Halbuki dijital işlerde ya da sinemada yaptığın her şey orada kalıyor çünkü onları otuz yıl sonra bile izleyebiliyorsun. O yüzden dijital diziler ve sinema filmleri
sözkonusu olduğunda, yıllar sonra tekrar izlediğimde utanmayacağım projelerde yer almaya çalışıyorum.
Bodrum lafı geçmişken Gümüşlükspor macerası tamamen bitti mi?
Altı sene sürdü, güzel bir maceraydı benim için. Güzel de bitti. Bir amatör takımın gidebileceği en üst yere kadar götürdük takımı. Bundan sonrası profesyonel iş ama benim için Gümüşlükspor, profesyonel bir iş değildi. Benim profesyonel bir işim zaten var. Bir de teklifler gelmeye başlamıştı, mesleğimi de biraz boşladığımı düşünüyorum, o yüzden Gümüşlükspor defterini şimdilik kapattım. Başında durmazsan yürümüyor kulüp işleri. İleride döner miyim, bilmiyorum.
Yeni filminiz 9,75 yakında yayınlanacak. Mehmet Eroğlu’nun romanından uyarlama. O filmde sizi cezbeden ne oldu?
Mehmet Eroğlu zaten çok beğendiğim bir yazardır. 9,75 Santimetrekare’yi filmden önce okumamıştım gerçi ama başka romanlarını okumuştum. Filmin yönetmeni Uluç (Bayraktar) da çektiği dizilerle beni hep etkilemiştir. Ezel’de bir sahneyi o kadar beğenmiştim ki evde ayağa kalkıp alkışladığımı hatırlıyorum.
Hiç yapmadığım bir şeydi daha önce. (Gülüyor) Hep takılıyordum ona, “Ne zaman film çekeceksin?” diye. Denk geldi, 9,75 onun da ilk uzun metraj filmi… Çok da güzel bir film oldu bence, güzel bir hikâye anlattık.
Film romana sadık mı yoksa daha serbest uyarlama tarzında bir iş mi?
Hemen hemen sadık diyebilirim. Ona Mehmet Eroğlu daha doğru cevap verir. (Gülüyor)
Filmde canlandırdığınız karakteri anlatır mısınız biraz? Nasıl biri ve hikâyedeki yeri ne?
Fiziksel bir hastalığı var ama bu bir süre sonra ruhsal bir hastalığa evriliyor. Çünkü ağır bir travma geçiriyor ve hatırlamıyor o travmasını. İnsan bazen öyledir, yaşadığı kötü şeyleri unutur ama bir yanlışlık olduğunu da bilir, o kötü şey kaybolmaz. Benim karakterim de bir yanlışlık olduğunu biliyor ve o kötü şeyin peşine
düşüyor, onun ne olduğunu bulmaya çalışıyor. Fakat fiziksel hastalığı da ağır ve ölümcül bir hastalık. Bu yüzden ölmeden önce, unuttuğu o şeyi hatırlamak istiyor ve travmasının peşine düşüyor. Bir yolculuk hikâyesi aslında. Fiziksel bir yolculuk değil ama kendi içinde bir yolculuğun hikâyesi.
9,75; 90’ları ve Gezi’yi arka planına alıyor. Bu kritik dönemlerin Türk sinemasında hakkıyla işlenebildiğini düşünüyor musunuz ve 9,75 bu dönemlere nasıl bir bakış açısı getiriyor?
Kaybedenler Kulübü’nde 1990’ların eğlenceli tarafına bakmıştım. Bu işle (9,75) 90’ların karanlık tarafına da bakma fırsatı yakaladığım için kendimi çok iyi hissediyorum. Böylece rol aldığım işlerde 90’ların tek tarafını değil, iki tarafını da göstermiş oldum. Filmin hikâyesi bakımından ise karakterin travması için 90’lar; travmasının peşine düşmesi ve kendini temize çekmesi için de Gezi çok iyi birer fon. Hepimize olmadı mı? Gezi zamanı ben de dönüp bir baktım kendime çünkü genç çocuklar bir şeyler yapıyorlardı ve yaptıkları şeyin adını koyuyorlardı. Ben de durup kendimi bir temize çekmiştim… O yüzden 90’lar ve Gezi dönemleri, filmin hikâyesi için doğru zaman seçimleri. İyi düşünülmüş bir zamanlama.
Barda vizyona girdiğinde ben daha ortaokuldaydım. Yanlış hatırlamıyorsam yaş sınırı vardı ama bir şekilde izlemiştik, sınıfta günlerce sadece Barda konuşulmuştu. Film, sonraları da tecavüz ve cinsiyetçilik bağlamında çok tartışıldı. Bu tartışmalara nasıl bakıyorsunuz?
Barda gerçek bir olaydan, bir gazete haberinden uyarlamaydı aslında ve gerçek hikâye çok daha ağır, insanın inanamayacağı kadar kötü bir olaydı. Serdar (Akar) o kötülüğü anlatmak istemişti aslında. “Bu kötülük nereden geliyor?” sorusunu soruyordu. Tabii filmde Egzozcu kendini haklı çıkarmak için bir sınıf çatışmasından bahsediyordu, “Siz bizi bu mekâna almadınız, bizi hor gördünüz, intikam alacağım,” diyordu kabaca ve bu açıdan bir kahramanlaştırma var, farkındayım bunun. Ama anlatmak istediğimiz o değildi. Bu kötülüğün saçmalığını anlatmak istiyorduk. Git başka yerde eğlen, illa o mekânda mı eğlenmen lazım?Hayır, değil… Ama adam için oradakileri öldürmek bir varolma biçimine dönüşmüş. Onun için mesele sınıf çatışması ya da o mekâna girip girememek değil; varoluşunu oradakilere öldürmeye bağlamış. Bunun üzerinde durmak istemiştik ama ne bileyim, çok seven de oldu, dayanamayıp filmi bitiremeyen de…
Gaspar Noé’nun Irréversible’sinde de bazı sahnelerden sonra midesi bulanıp çıkanlar olmuştu, o geldi aklıma.
Evet. Ama gerçek böyle bir şeydir biraz da. Gerçeklerden kaçtığımız, pek gerçeklerle yaşamadığımız aşikâr değil mi? Hele bugünlerde…
Barda bugün çekilse aynı şekilde mi çekilirdi?
Yani bu hikâye anlatılabilir miydi? Bana anlatılamazdı gibi geliyor… Bilmiyorum. Belki de biz bu hikâyeleri anlatmadığımız için anlatılamaz hale geldi. Ama televizyon programlarına falan baksana; neler oluyor… Kurguda anlatamadığın, o programlarda gerçek olarak karşına çıkıyor. Bugün sanat mı hayatı taklit ediyor, hayat mı sanatı; bu karıştı biraz.
Son olarak sinema tarihinden bir karakteri canlandırma şansınız olsa hangi karakteri canlandırmak isterdiniz?
O kadar çok karakter var ki… Bir isim veremem. Beni etkileyen oyuncular da çoktur mesela; birçok oyuncudan bir şeyler almışımdır. “Bu adam gibi olacağım,” demedim hiç. Yalnız, sevdiğim tiplerin özel hayatları benimkine çok benziyor, onu söyleyebilirim. Garip bir durum. (Gülüyor)
Bu röportaj, Episode’un 27. sayısında yayımlanmıştır.