Başrollerinde Ayça Ayşin Turan ve Furkan Andıç’ın Yer Aldığı ’39 Derecede Aşk’ın Fragmanı Yayınlandı
‘Time’ Serisi: BBC One’ın Birinci Sınıf Draması ve Popülerliğini Kaybetmeyen Hapishane Anlatıları
Doğrusu hapishane dramalarının sinemada köklü bir tarihi var. Geçmişi Hollywood’un erken dönemlerine kadar uzanan bu tür, özgürlük yoksunluğu çeken ve diyet ödemek zorunda kalan karakterlerin dönüşüm hikayelerini anlatmak için de oldukça çekici.
Esasen bir alt tür olarak görülebilecek hapishane dramaları, içerisinde aksiyon ve komedi de barındırır. Özellikle ideolojik ve sosyo-politik arka planlarıyla dikkat çeken bu büyük anlatılar; insanlığın ölümü, azim, umut, arkadaşlık ve sebat üzerine verilen mesajlarla da önemli bir yere oturur.
İkinci Dünya Savaşı, Vietnam Savaşı, Soğuk Savaş ve de sonrası gibi dönemsel bazlı da incelenebilecek hapishane dramaları, suçluları merkeze alan belirli bir şablonu ve simgeler dizisini takip eder. Tabii Hollywood’un oluşturduğu bu şablon ve simgeler dizisi Oliver Hirschbiegel’in Das Experiment‘i gibi yenilikçi ve tabu kıran Avrupalı filmlerle de değişikliğe uğramıştır.
Gerçek bir olaydan uyarlanan Das Experiment‘de psikolojik bir deneyin oluşturduğu sonuçlar konu edinilir. Açıkçası gardiyan veya mahkum olmanın psikolojik etkileriyle ilgili bir inceleme olan “Stanford Hapishane Deneyi”ne dayanan Das Experiment, insanın sadistik eğilimlerini ve hayvansı yönünü gözler önüne serer.
Fakat tarihsel açıdan baktığımızda I Am a Fugitive from a Chain Gang (1932) hapishane dramalarının atası olarak kabul edilebilir. Keza bu filmde de masum bir adamın psikolojisini zorlayan şartlar altındaki dönüşümü anlatılır.
Bu film sonrasında gelen San Quentin, Stalag 17, Le Trou, Birdman of Alcatraz, The Great Escape, Cool Hand Luke, Papillon, Escape from Alcatraz, The Shawshank Redemption ve The Green Mile gibi hapishane dramaları ise kült statüsündedir.
Elbette sinemada kuşaktan kuşağa aktarılmış ve her daim popülerliğini korumuş bu alt türün TV’de de karşılığı var.
TV’yi Değiştiren Bazı Yapımlar: ‘Porridge’, ‘Oz’, ‘Prison Break’ ve Dahası
Açıkçası hapishane anlatıları sinemada bulduğu karşılığın bir benzerini TV’de de buldu. O nedenle bu türün TV tarihindeki geçmişi de oldukça eskiye dayanıyor. Örneğin; BBC One’ın 1974-77 arasında devam eden serisi Porridge, Birleşik Krallık’ın en iyi sitcom’ları arasında yer alır. İsmini mahkumlara verilen “yulaf lapası”ndan alan seri, çok iyi yazılmış bir durum komedisidir ve ufuk açıcıdır.
Bunun yanı sıra HBO’nun Oz serisi de TV’deki vitrin işlerden biridir. Toplamda altı sezon sürmüş seride, Oswald Hapishanesi’nde geçen olaylar oldukça sert bir biçimde anlatılır. Neo-Nazilerin, Sicilya mafyasının, motorcu çetelerinin, Afro-Amerikalıların ve farklı etnik grupların etrafında dönen Oz, şiddet dozuyla ve felsefi damarıyla yeni sınırlar belirlemişti.
Keza Oz sonrasında gelen Prison Break de popüler bir TV serisi olmuş ve kendisine ait özel bir izleyici kitlesi yaratmayı başarmıştı. Özellikle hapishaneden kaçış planıyla ve senaryo matematiğiyle dikkat çeken seri, ardıllarını da etkilemişti.
Tabii hapishane ortamları son derece eril ve maço yerler olarak dikkat çekiyor olsa da buradaki kadın hikayelerini de es geçmemek gerekir. O yüzden kadın karakterleri, feminist alt yapıları ile parlayan modern hapishane dramaları da hayli önemlidir. Bu listenin ilk sıralarına da Orange Is the New Black ve Wentworth gibi işler yazılır.
Dolayısıyla Hollywood’da başlayan hapishane anlatıları günümüzde çeşitlenerek ve yeni yollara girerek takip edilmeye devam ediyor. Birinci sınıf dramaları ile dikkat çeken BBC One’ın Time serisi de son yıllardaki en nitelikli hapishane serilerinden bir tanesi.
Jimmy McGovern’in Duyarlı Kalemi ve İngiliz Hapishane Sistemi
Time serisine geçmeden önce serinin yaratıcısı Jimmy McGovern’den biraz bahsetmek lazım. Kariyerini TV odaklı kuran McGovern, yazarlığını yaptığı meziyetli seriler ile tanınıyor. Liverpool doğumlu olan McGovern, işçi sınıfından gelen ve politik bilinci kuvvetli bir senarist. Bu nedenle kalemi de toplumsal meseleler ve sosyal konular nezdinde oldukça duyarlı. Bir katolik okulunda okuyan McGovern’in aldığı dini eğitim de yazarlığını çok yönlü kılan detaylardan.
Kariyerine 80’lerin başında başlayan McGovern, özellikle The Lakes, The Street ve Cracker serileriyle biliniyor. Elbette ki bir Liverpoollu olarak futbola da ilgi duyan McGovern’in Hillsborough felaketini anlattığı TV filmi Hillsborough da BAFTA ödülü kazanmış bir yapım. Bunun yanında dini anlatılar konusunda da uzman olan McGovern’in homoseksüel bir rahibin hikayesini anlattığı Priest ve Broken gibi ses getiren işleri de bulunuyor.
Esasen sevdiği aktörlerden biri olan Sean Bean ile Time serisi öncesinde Broken’da da birlikte çalışmışlardı ve Bean’i benlik çatışmaları yaşayan bir rahip olarak izlemiştik. Time serisinde ise Bean’i yaptığı araba kazasından ötürü suçlu bulunan ve hapishaneye gönderilen bir edebiyat öğretmeni olarak izliyoruz.
Buradan Time‘a geçecek olursam, seriyi oyunculuk açısından bir ustalık sınıfı olarak görmek mümkün. Zaten McGovern hikayeyi Sean Bean ile Stephen Graham’ı düşünerek kaleme almış. Bundan ötürü Bean ile Graham’ın bulduğu oyunculuk alanı ve seriyi çıkardığı seviye gerçekten takdir edilesi.
Fakat serinin alametifarikası sadece burada saklı değil. Doğrusu McGovern’in draması, İngiliz hapishane sistemini içerden anlatan ve adalet üzerine, mahkumların psikolojileri üzerine düşünmeye zorlayan esaslı bir metin.
Hapishane anlatılarının temeli olan karakter dönüşümü Time‘da çok doğru şekilde işliyor. Bean’in canlandırdığı ve oraya ait olmayan kayıp ruhlu Mark Cobden’in cezaevindeki acımasızlık, güce dayalı katı hiyerarşi karşısında yaşadığı çöküntü incelikli bir biçimde aktarılıyor.
Aslında Time bu yönüyle yitip giden umutlara dair de bir hikaye. Cobden’ın alıkonulduğu cezaevinin gri ağırlıklı kasvetli atmosferi, izleyicinin yüzüne sürekli şekilde çarpıyor. Zorbalığın ve istismarın her türlüsünün yaşandığı bu acımasız ortamda hayata tutunmak da hayatta kalmak da zor. McGovern’in kırılgan ve nazik Cobden’ın benliğine yedirdiği sessizlik dolu dehşet de çatışmayı derinden kuruyor.
Açıkçası izleyiciler seri boyunca bir aynalama yaşıyor ve sert bir gerçeklikle yüzleşmek zorunda kalıyor. İşte, seri esas gücünü de buradan alıyor ve bunu karakterlerini adım adım açarak büyütüyor. Yumuşak mizaçlı Cobden’ın koruyucusu konumundaki gardiyan Eric McNally ile kurduğu saygı çerçevesindeki ilişki de hapishane dramalarının olmazsa olmazı olan arkadaşlık bağını kapsıyor.
Tabii Stephen Graham’ın canlandırdığı Eric karakterinin çocuğuyla ilgili yan aksta devam eden sorunları ve yapmak zorunda kaldığı eylemler de dualist bir yapı kuruyor, etik kavramına dair sorgulamalar yaptırıyor.
Sonuç olarak Time hem sağlam şekilde kurulmuş drama şablonuyla ve kapsamlı karakter arklarıyla hem de oyunculuk performanslarıyla son yıllardaki en iyi hapishane serilerinden birisi olarak izlenmeyi hak ediyor. BBC’den ikinci sezon için onay alan yapımın gideceği yol da merak uyandırıyor.