Başrollerinde Ayça Ayşin Turan ve Furkan Andıç’ın Yer Aldığı ’39 Derecede Aşk’ın Fragmanı Yayınlandı
Gotik Sinemanın Unutulmaz Filmleri
Cadılar Bayramı yaklaştıkça (malum, 31 Ekim’de) gotik akımı yine gündem olmaya başladı. Biz The Sisters of Mercy, The Cure, Bauhaus falan dinleyenler için zaten hep gündemdi; hakeza H.P. Lovecraft okurları ya da vampir filmleri meraklıları için de. Ancak herkesin kan ve karanlığa ilgi duyduğu bu ayda unutulmaz gotik filmlerden küçük bir seçki yapmak keyifli olur diye düşündüm… ve yaptım!
İşte, beyaz perdenin unutulmaz gotik filmlerinden bazıları…
Nosferatu: eine Symphonie des Grauens (1922)
1979’da Werner Herzog tarafından çekilen Nosferatu the Vampyre filmi (ki Popol Vuh imzalı müzikleri ve başroldeki Klaus Kinski ile Isabella Ajdani’nin performansları mükemmeldir), F.W. Murnau’nun yönetmenliğini yaptığı 1922 tarihli Nosferatu: eine Symphonie des Grauens’e (Türkçesiyle söylersek Nosferatu: Bir Korku Senfonisi) saygı duruşu niteliğindeydi. Nitekim bu kült film, saygı duruşunu fazlasıyla hak ediyor.
Bu siyah-beyaz, sessiz film aslında Bram Stoker’ın meşhur Dracula romanının izinsiz bir uyarlaması. Almanya’da geçen filmde Kont Drakula’nın adı Kont Orlok olmuş. Kont Orlok’u Max Schreck canlandırıyor. Diğer başrollerde ise Greta Schröder ile Gustav von Wangenheim var. Epey düşük bütçeyle çekilen film, Stoker’ın mirasçıları tarafından dava edilmiş ve bütün kopyalarının yok edilmesine hükmedilmiş ancak neyse ki birkaç kopya kendini bu itlaftan kurtarabilmiş. Neyse ki diyorum çünkü düşük bütçesine rağmen Nosferatu: eine Symphonie des Graunes, gotik sinemaya dair kostümden makyaja, hikâyeden karakterlere her unsuru bünyesinde barındırıyor. Bu da onu gotik sinemaya meraklıysanız izlemeniz gereken ilk filmlerden yapıyor.
Dracula (1931)
Gotik rock’ın öncülerinden Bauhaus’un çok meşhur bir şarkısı vardır: “Bela Lugosi’s Dead”, yani, “Bela Lugosi’nin Ölümü”. Bela Lugosi’ni adını ben yıllar önce ilk bu şarkıyla duymuştum. Böylece öğrendim ki Bela Lugosi, gotik sinemanın efsanevi yüzlerindenmiş; bunda da en büyük pay sahibi, Hamilton Deane ile John L. Balderston’un Bram Stoker’ın Dracula romanından uyarladıkları tiyatro oyununda canlandırdığı Kont Drakula rolüymüş…
Oyun çok tutunca yönetmen Tod Browning, Kont Drakula’nın hikayesini filme çekmeye karar vermiş. Başrol için ise tabii ki en ideal isim, Broadway sahnelerinde kan emici dişleriyle fırtınalar yaratan Bela Lugosi’den başkası değilmiş. Böylece Kont Drakula rolünde Bela Lugosi ve ona eşlik eden David Manners, Helen Chandler, Dwight Frye, Edward Van Sloan gibi isimlerle kült film Dracula ortaya çıkmış.
Daha sonra birçok başka başarılı Dracula uyarlaması yapılsa da Bela Lugosi’nin unutulmaz performansıyla 1931 tarihli bu kült film hepsinin önüne geçiyor. Gotik sinema söz konusu olduğunda da herkesin adını ilk andığı filmlerden oluyor.
Frankenstein (1931)
1931 yılı gotik sinema için kutlu bir yıl sayılabilir çünkü o yıl Dracula’nın yanı sıra gotik edebiyatın bir başka klasiği, Mary Shelley’nin Frankenstein’ı da beyaz perdeye uyarlandı; üstelik mükemmel bir şekilde!
James Whale’ın yönetmenliğini üstlendiği filmin başrollerinde Henry Frankenstein’ı Colin Clive, canavarı ise tıpkı Bela Lugosi gibi bir ‘gotik ilahı’ sayılabilecek Boris Karloff canlandırıyor.
Çok beğenilince devamı ve spin-off’ları da çekilen Frankenstein’ın 1935’te vizyona giren ilk devam filmi Bride of Frankenstein da en az orijinal film kadar sıkıdır. Clive ile Karloff’un Frankenstein’daki rollerine geri döndükleri bu yapımda Elsa Lanchester, Mary Shelley’i; Ernest Thesiger ise Doktor Septimus Pretorious’u canlandırmaktadır. Frankenstein’ı severseniz (ki muhtemelen seversiniz), Bride of Frankenstein’ı da mutlaka izleyin!
Rebecca (1940)
Gerilim filmi dendi mi herkesin aklına üç beş yönetmenin adı bir çırpıda gelir ve bunlardan biri mutlaka Alfred Hitchcock’tur. Hitchcock, gotik sinemacılar için de büyük ilham kaynağıdır ve bunun başat sebebi de onun 1940 tarihli Rebecca filmidir.
Daphne du Maurier’in 1938 tarihli aynı adlı romanından uyarlanan Rebecca, 13. Akademi Ödülleri’nde 11 dalda aday gösterilmiş ve bu adaylıklardan ikisini (En İyi Film ve En İyi Sinematografi) ikisini kazanmıştır.
Başrollerini Laurence Olivier ile Joan Fontaine’in paylaştığı Rebecca, karanlık, gerilimli ama bir o kadar romantik bir hikaye anlatıyor. Bu, Bay ve Bayan de Winter’ın hikayesi. Romantik olan, aşkları; gerilimli tarafı ise Bayan de Winter’ın kocasının kendisinden önce Rebecca diye bir kadınla evli olduğunu öğrenmesi ve bu kadının hayaletiyle yaşamak zorunda kalması.
Rebecca, yalnızca insanı gerim gerim geren bir film olduğu için sinema tarihine adını altın harflerle kazımamıştır; o, aynı zamanda, gotik bir aşk hikâyesinin nasıl anlatılacağını da herkese göstermiştir.
House Of Usher (1960)
Yönetmen Roger Corman’ın birçok Edgar Allan Poe uyarlamasının ilki olan House of Usher, lanetli bir ailenin hikâyesine odaklanıyor. Philip Winthrop, nişanlısı Madeline Usher’ı görmek üzere Madeline’in erkek kardeşi Roderick’le beraber yaşadığı ürkütücü malikaneye gidince kendisini bu lanetin ortasında buluyor.
Sadece 300 bin dolar civarında bir bütçeyle çekilen House of Usher, gotik edebiyatın önemli örneklerinden birini öyle başarıyla ekrana taşıyor ki bütçesinin çok üstünde bir iş başararak kült gotik korku yapımları arasına adını yazdırıyor.
The Innocents (1961)
Henry James’in 1989 tarihli The Turn of the Screw romanına dayanan The Innocents, gotik hayalet hikâyelerini sevenlerin mutlaka izlemesi gereken filmlerin başında geliyor. Filmin senaristleri William Archibald ile Truman Copte, senaryoyu Archibald’ın aynı adlı tiyatro oyunundan uyarlamışlar.
Jack Clayton’ın yönettiği psikolojik korku türündeki bu filmin başrollerinde Deborah Kerr, Michael Redgrave ve Megs Jenkins var. Tarihin en iyi korku filmleri arasında gösterilen The Innocents’ın çekimleri ise Sussex’teki gotik malikane Sheffield Park’ta yapılmış.
Klastrofobik atmosferiyle dikkat çeken filmde iki küçük çocuğun özel hocaları, çocukların yaşadığı evin perili olduğunu fark ediyor. The Innocents, sonraları defalarca işlenen ‘perili ev’ temasının en iyi örneklerinden.
Rosemary’s Baby (1968)
Roman Polanski rezil bir herif olsa da maalesef karakteri ne kadar kötüyse yönetmenliği bir o kadar iyi; Rosemary’s Baby ise hem onun hem de gotik korku sinemasının başyapıtlarından biri. Paranoya, okült ve hristiyanlık gibi temaları bir arada işleyen Rosemary’s Baby’nin oyuncu kadrosunda Mia Farrow, John Cassavetes, Ruth Gordon, Sidney Blackmer, Maurice Evans, Ralph Bellamy, Angela Dorian, Clay Tanner, Charles Grodin gibi isimler var. Hepsi de döktürüyor. Ira Levin’in aynı adlı romanından uyarlanan film hem hikayesi hem de oyuncuların muhteşem performanslarıyla geçen her dakika izleyiciyi daha çok geriyor.
Rosemary’s Baby, New York’ta kendilerine yeni bir evde yeni bir hayat kuran Guy ve Rosemary’nin hikayesini anlatıyor. Başta yeni evlerinde her şey normal görünse de ilginç komşuları Minnie and Roman Castevet ile yakınlaştıkça hayatları değişmeye başlar. Guy her şeyden memnun görünse de Rosemary kendini korkunç bir şüphenin ortasında bulur ve yeni doğacak bebeği için herkesin “paranoya” olduğunu düşündüğü büyük endişeler taşır.
Rosemary’s Baby, gotik temaları ve stili modern şehir hayatı içinde resmetmekte en başarılı olan filmlerden biri. Klasik vampir ya da hayalet anlatılarından sıkılanlar için 50 yaşını aşmış bir film olsa da hâlâ cazip.
The Changeling (1980)
Peter Medak’ın yönetmenliğini yaptığı ve George C. Scott, Trish Van Devere, Melvyn Douglas’ın başrollerini üstlendiği The Changeling geleneksel gotik korkuları sevenlerin başucu filmlerinden sayılabilir.
Kanada yapımı bu film, eşini ve kızını bir trafik kazasında kaybeden New Yorklu bir besteciyi odağına alıyor. John Russell adındaki bu adam büyük bir Viktoryen malikane kiralayarak oraya taşınıyor. Ancak kendisi gelene kadar, yirmi yıldır boş olan bu malikanede doğaüstü gariplikler peşini bırakmıyor.
The Changeling, bir gotik korkudan beklenen her şeyi izleyiciye sunmasıyla gotik sinemanın klasikleri arasında yer alıyor.
The Lost Boys (1987)
1980’lerin sonlarında çoğu esasen punk altkültüründen çıkma bir sürü genç deri ceketleri, siyah tişörtleri, abartılı makyajları ve saçlarıyla yeni bir altkültür başlatıyordu: Gotik. Bauhaus, Siouxsie and the Banshees, The Sisters of Mercy, Fields of the Nephilim gibi grupların öncülüğünde gotik rock, bir anda müzik endüstrisinin çeperinde kapkara parlamaya başlamıştı. Bu arada birçok vampir filmi de sinemalarda gişe başarıları elde ediyordu. Ancak aralarından biri, The Lost Boys, gotik altkültürünün hepten yaygınlık kazanmasında büyük pay sahibi oldu.
Klasik vampir anlatılarını modernize ederek 80’lerin gotik altkültürüne uyarlayan bu filmde bir grup genç vampir, deri ceketleri ve dönemin modasına uygun saçlarıyla arzıendam ediyordu. Yönetmenliğini Joel Schumacher’in yaptığı, senaryosunu Jeffrey Boam’ın kaleme aldığı The Lost Boys’un açılış sahnesinde çalan şarkı da bunun yalnızca bir vampir filmi değil, çekildiği dönemin gençlik kültürünü yansıtan bir film olduğunun ispatı gibiydi: 1980’lerin önde gelen post-punk gruplarından Echo & The Bunnymen’in orijinali The Doors’a ait olan “People Are Strange” yorumu.
Başrollerini Corey Haim, Jason Patric, Kiefer Sutherland, Jami Gertz, Corey Feldman, Dianne Wiest, Edward Herrmann, Billy Wirth, Brooke McCarter, Alex Winter, Jamison Newlander ve Barnard Hughes’ı paylaştığı The Lost Boys, vampir anlatısıyla gençlik filmlerini ve gotik erotizmle gotik korkuyu bir araya getiren bir yapımdı. Tuttu; devam filmleri de çekildi. Belki sinema tarihi açısından bu listedeki en kıymetsiz filmdir ama The Lost Boys, gotik kültür için tarifi zor bir önem taşıdığı için unutulmaz gotik filmler arasında sayılmayı hak ediyor.
Interview with the Vampire (1994)
Şu kadroya bir bakın: Tom Cruise, Brad Pitt, Stephen Rea, Antonio Banderas, Christian Slater, Kirsten Dunst ve yönetmen koltuğunda Neil Jordan. Bu kadro, Anne Rice’ın 1976 tarihli Interview with the Vampire romanından uyarlanan aynı adlı gotik korku filminde bir araya gelmişti. Ortaya çıkan iş de tabii ki acayip iyiydi!
Lestat (Cruise) ve Louis (Pitt) isimli iki vampirin 1791’de Lestat’ın Louis’yi vampire dönüştürmesiyle başlayan hikâyelerine odaklanan Interview with the Vampire’da bir gotik korkuda arayacağınız her şey var: Bolca kan, çürümüş cesetler, karanlık bir atmosfer… ve vampire dönüştürülen küçük, sadece on yaşında bir kız çocuğu: Kirsten Dunst’ın canlandırdığı Claudia.
Bu arada, gotik sinemanın klasiklerinden sayılan filmin Elliot Goldenthal imzalı müziklerinin de şahane olduğunu belirtelim.