Röportaj: Yetenekli Oyuncu Uğur Uzunel
Tiyatrocu olmak için yaratılmış da dizilerde zevk için oynuyor gibi bir havası var Uğur Uzunel’in. 8 yaşında başlayan tiyatro aşkının onu nasıl İstanbul’a getirdiğini konuştuk. Temmuz ayında Ara Sahne adında bir tiyatro açmaya hazırlanan oyuncu Masumlar Apartmanı çekimlerinde nasıl akıl sağlığını koruduğunu da anlattı.
Senin dizilerini izliyorum birkaç gündür. Telaşlı seçim günlerinde olmasak tüm kataloğunu bitirirdim ama yetişemedim hepsine. Ne kadar fazla dizide ve filmde rol almışsın, hepsine yetişemedim gerçekten. İstanbul’a geliş hikâyenden başlasak olur mu? İstanbul’da kimleri tanıyordun da geldin? Ben hep aile yanında büyümüş biriyim. Hep İstanbul’daydım. O yüzden tek başına buraya gelip hayat kuranlar ilgimi çekmiştir. Cesur bir hareket bence.
Ben kimseyi tanımıyordum gerçekten. İstanbul’a gelmek gibi bir hayalim hiçbir zaman yoktu. Okuldayken herkesin İstanbul’a gitme hayali olduğunu görüyordum. Bana da çok garip geliyordu “Neden başka bir şey düşünemiyoruz?” gibi. Zaten birkaç hocamın etkisiyle de okulda hoca olmaktı niyetim. Bunu düşünmekten keyif alıyordum. Bir de Bornova Şehir Tiyatrosu’nda oyunculuk ve hocalık yapıyordum. Henüz ikinci sınıfı bitirmişken o tiyatroda oyunlar oynuyordum, keyfim de yerindeydi. 3. sınıf başlamak üzereydi ki Ferahfeza diye bir sinema filmi senaryosu geldi. Filmin cast direktörü Pınar Gök bizim okula gelmiş, birileriyle konuşmuş, başrol için kim olabilir diye araştırma yapıyormuş. Orada birkaç arkadaş benim ismimi vermiş, o da fotoğrafımı görmüş ve kafasındaki karaktere uyduğumu düşünmüş ve bana Facebook’tan yazmış. Ciddiye almadım. Çünkü benim kafamda, “İstanbul’a gideceksin, aç kalacaksın, sürüneceksin, nasıl menajer bulacaksın…” gibi düşünceler vardı. En son Pınar senaryoyu gönderip, “Lütfen şu senaryoyu oku,” dedi. Uzun süre bekletip okumadıktan sonra pazar sabahı -işim yok- diye şunu bi’ okuyayım dedim. İyi ki okumuşum çünkü senaryoyu çok beğendim. İstanbul’a tanışmaya çağırdılar, geldim, rolü verdiler. İlk filmim ve başrol! Ben hâlâ olayı anlamamıştım ama, “Yok ya, istemiyorum, okulu bitireyim önce,” diyordum. Senarist bir arkadaşım var, Ayça Üzüm. “Buraya gelirken ayağını burksan bir sene uzayacak bu okul, git şunu yap, ondan sonra izlersen çok acı çekersin,” dedi. Hak verdim. Tamam dedim, geldim, oynadım, geri döndüm. Böylece bir adım atmış oldum. Aslında şimdi fark ediyorum ki büyük bir adım. Ondan sonra orada tanıştığım insanlar bir iki film için audition daha gönderdi, onların da auditionına girdim ve o filmler de oldu. Evdeki Yabancılar ve Nefesim Kesilene Kadar filmleri örneğin. Anlamadığım bir şekilde çok hızlı gelişti her şey. Kendimi 2014’te tamamen buraya taşınmış buldum. Sonrası bu kadar şanslı olmadı tabii, biraz zorlandım ama başlangıcı bu.
İlk işin Ferahfeza’ydı o zaman, öyle değil mi?
Daha önceden oynadığım bir şey var. İzmir’deydim o zaman, 16 yaşındayken Kumdan Kale diye bir sinema filminde oynamıştım. Dokuz Eylül Üniversitesi’nin çektiği bir filmdi. Oğuz Makal’dı yönetmeni. Ayrıca okulda sinema bölümü öğrencisi arkadaşlarımın çektiği onlarca kısa filmde oynadım. Belki 20 tanesinde oynamışımdır, sayısını bilmiyorum bile. Ama profesyonel anlamda kamera karşısındaki ilk iş Elif Refiğ’in filmi Ferahfeza’ydı. O da kaç yıl oldu ya, 2011 miydi, 2012 miydi? Epey oldu.
Yani tiyatro aşkı olan biri için önemli bir şey olmalı İstanbul’a gelmek. Aslında o dönemi hatırlıyorum, Asmalımescit civarında Beyoğlu’nda adım başı tiyatro vardı, apartman tiyatroları vardı hatta. İlk geldiğinde neler hissediyordun peki? Senin için cennet gibi olmalı.
Tabii. Ben sekiz yaşından beri tiyatrodayım. Belediyenin açtığı kurslara yazıldım, öyle başladım. İzmir’de şöyle bir hikâyemiz var bizim; belediyeden o dönem atılan bir hocamız vardı. Onunla bir apartmanın zemin katındaki parkeci dükkânını sahneye çevirdik. Ben bunu yaşadığımda 10-12 yaşındaydım. Bütün tiyatronun inşaat sürecinin tamamında vardım. O serüvende, Bilimsel Tiyatro Atölyesi denen o tiyatroda neredeyse her oyunda görev alarak büyüdüm. Bana da onu yönettirmeye başladılar. Ondan sonra konservatuarı kazandım. Sahne olmayan yerlerde, buluntu mekânlarda nasıl oyun yapılır, çocukluğumdan idmanlıyım. İstanbul’a geldiğimde İzmir’de o dönem bir tek bizim olduğumuz şekilde birçok yapının olduğunu gördüm. Dediğin gibi, Asmalımescit civarında ne kadar çok tiyatro varmış.
Evet, çok iyiydi gerçekten.
İkinci Kat, Şermola, Altıdan Sonra Tiyatro, aşağı iniyorsun Kara Kutu, Dot… Oynama isteği geliyor insana. Sokak gümbür gümbür kalabalık, iki bira içen, “Bir oyun izleyelim,” diyor. Oyunlar kalabalık. Çok güzel bir atmosfere sahipti. Çok kıskanıyordum herkesi zaten hemen girdim bir yerlere. Oyun izledim, insanlarla tanıştım. Sonra bir oyun yapıp bir yerde oynamaya başladık hemen. Daha sonra da İkinci Kat ekibiyle tanışma şansım oldu, İkinci Kat’a girdim. O ara epey yerde oynadım. İstanbul’da işim bitip İzmir’e dönmem gerektiği zamanlarda yine buradaki oyunlarımı bırakmıyordum. İzmir’den otobüsle gelip oyunumu oynayıp dönüyordum.
Tamamen taşınmamıştın yani öyle mi?
Tamamen taşınmamıştım. Ne yapacağımı bulamıyordum tam olarak. Çünkü İstanbul’da oyun yapmak istiyorum ama her şeyi biz yaptığımız için bir sürü sorun oluyordu. Mesela İzmir’den geliyordum, üç seyirci var. Kaç seyirci olduğu önemli değildir belki ama hem motivasyonun düşüyor hem de hiçbir şey kazanamıyorsun. Üzgün üzgün geri dönüyorsun. Masrafın tamamı da cebinden çıkmaya başlayınca çok büyük sorun olmaya başlıyordu. Öğrenciydik çünkü. Bu arada İzmir’de de tiyatro yapmaya başladım. O da sevdiğim bir oluşumdu ve öyle olunca, “Ben ne yapmalıyım, nerede kalmalıyım?” derken… Hayatım yollarda geçti. Sürekli gidip oynuyordum, dönüp oynuyordum. En son burada tamamen yerleşik bir oyuncu oldum yani. Şimdi şunu fark ediyorum gerçekten; İzmir’in çapı İstanbul’a göre maalesef küçük kalıyor. Tabii ki oradaki ekipler de sürekli çalışıyorlar ama İstanbul kadar geniş bir kitleye ulaşma şansın yok. Çalıştığın ekipler anlamında da yok. İzmir’deki ekipler birbirini tanıyor. İstanbul çok büyük, burada birçok oyuncuyla, yönetmenle çalışma, tanışma şansı insanı heyecanlandırıyordu.
Peki, işleri kovalama nasıl oldu? Dizi hayatına geçişin tiyatroların sonrasında mı oldu?
Yine çok şanslı bir hikâye anlatacağım, “Ne ballı çocuk!” diyecekler. (Gülüyor) Gazete okuyorum, provaya gireceğiz okulda, gazetede “Ağır Roman dizi oluyor” yazıyor. Okula geldiğimden beri “Tam Ağır Roman castısın,” diyorlar bana. Okulda bir süre önce Ağır Roman oynanmış. “Ağır Roman Salih olur senden…” diyorlar. Aklıma kazındı yani bu Ağır Roman işi. Şafak Binay o dönem tanıdığım tek menajerdi, sonradan menajerim oldu. Onu aradım, konuştuk. Dedim ki, “Gazetede bir haber gördüm, Ağır Roman dizi oluyormuş, auditionı olursa bana haber verir misiniz, beni buna alırlar.” “Tamam, peki söyleyeceğim,” dedi. Gerçekten haber verdiler. Benden audition bile almadan, “Çok uygun castımıza,” diyerek diziye aldılar. Böyle garip bir şekilde küt diye İstanbul’a geldim, fotoğraf çektirdik, İzmir’e geri döndüm. Birkaç hafta eşyalarımı toplayıp tekrar geldim. İstanbul’un her yerinde duvarlarda, duraklarda, otobüslerde fotoğraflarımı gördüm. Afişte vardım. İnanılmaz şaşırmış ve utanmıştım. Ama bu işi yapabileceğime dair inancım da tazelenmedi değil. Rüzgâr gibi bir başlangıç oldu ama dizimiz maalesef izlenmedi; on bölüm sürdü bitti. Ama çekimler sürerken ben oyun yapma sürecine neredeyse diziye başladığım gün başlamıştım zaten. Ondan sonra bir sanırım iki-iki buçuk yıl televizyonla bir ilişkim olmadı. Sadece oyun oynadım. Televizyonda tekrar iş bulana ve bunu tamamen düzene oturtana kadar bir zaman geçti. O süreç biraz sıkıcıydı. Hatta epey zordu.
Seni o dönemde arkadaşlarına, “Sen tam bir Ağır Roman oyuncusu olmalısın, olabilirsin,” dedirten dinamik nedir? Seni niye öyle tanımlıyorlardı? Dizilerin esmer, yağız delikanlısı olarak başlamışsın ama İzmirlisin.
Babam Samsunlu, Arnavut göçmeni ve çocukluğu sarı. Yüzüm çok benziyor ona ama o küçükken de sapsarıymış. Mesela annem İzmirli, annemin ailesi Malatyalı. Esmerlik oradan diyeceğim ama annemlerde de benim kadar esmer yok. Tek ben böyleyim. Neden böyleyim bilmiyorum. Herkes, “Diyarbakırlısın sen kesin,” diyor. Ruhumda bir doğululuk var, onu ben de fark ediyorum. Tam anlamadım ama kökende yok. İzmir’de küçükken Kadifekale’de yaşadım. Orada bütün komşularımız doğuluydu. “Çocukluktan bir şey kaldı herhalde,” diyorum. Bir de Ağır Roman’da çok zayıftım. Zayıflıktan bütün vücudum kas gibiydi. Zaten hep öyle roller geliyordu. Sokak kabadayısı, kenarda milleti sıkıştırıp bıçak çeken herif… Sürekli böyle şeyler geliyordu. Okuldaki durum da esmerliğim, zayıflığım ve bıçkın görüntümden ötürü olsa gerek, yakın zamanda da Ağır Roman oynandığından, “Ya, olsaydın kesinlikle sana oynardın Salih’i,” gibi üst sınıflarımın bir coşku haliydi. Öyle inandırdılar beni.
8 yaşından beri tiyatro yapıyorsun. O dönemdeki motivasyonun neydi? Aileden birinden mi etkilendin? Ben ya doktorculuk ya kovboyculuk oynardım herhalde o yaşta. Tiyatro adına evde taklitler yapmak çok önemli ama gidip bunun eğitimini almak müthiş bir dinamik. Sana yol gösteren biri mi vardı ailede?
Az önce, “Tiyatroda neler yaptın diye bakayım,” demiştin ya. İnternete ben de geçen baktım, orayı güncellemem lazım. Çok eski dönem ya da en azından okul öncesine kadarki bölüm, her çalışmamı hatırlayıp yazamayacak olsam da çok eksik kalıyor. Tamamını da versem kimse inanmaz, “Bu kadar şey yapmış olmak mümkün değil,” derler ama yaptık gerçekten. 8 yaşında oynamaya başladım ve bu bahsettiğim parkeci dükkânını tiyatroya çevirdiğimiz süreçte senede en az 5-6 oyunda oynuyordum. Kimini yönetiyordum, kiminde örneğin hasta olmuş bir oyuncunun yerine joker olarak çıkıyordum, illa her şeyde vardım. Tiyatrodan önce de babamla VHS kasetlerden oyun izlerdim. Babam çok sever film izlemeyi de. Sabah namazına kaldırıyorlarmış bizi bayramlarda. Babam da kalkarmış benimle kahveye gidip bir video kaset takıp oyun izlermişiz. Sürekli her oyunu alır, izlerdik. Ferhan Şensoy, Devekuşu Kabare… Devekuşu Kabare, inanmazsınız hâlâ baştan sona ezberimde oyunlar. O kadar çok izledim. Okuma yazma öğrendikten sonra okuma bayramlarını atlıyordum, her şeyi atlıyordum. Sağda solda, “Tiyatrocu olacak,” diyorlardı. O yüzden tiyatro kursuna yazdırdılar. Oradaki hocaya tiyatrocu diye âşık oldum. Çok saçma, ikinci bir meslek olasılığı aklıma hiç gelmedi. Hayat öyle gitti. Övünerek anlattığım şey değil. Hayatta başka hiçbir şeyi merak etmedim. Kendimi o konuda cahil de hissediyorum ama çok garip bir şekilde çok küçükken ne yapmak istediğimi bulmuştum.
Çok şanslısın böyle anlatınca. Gayet iyisin yani ne kadar hissederek oynadığını da gözlerimizle gördük sonuçta. Ben seni zaten tiyatrodan biliyormuşum. Masumlar Apartmanı’ndan tanıdım zannediyorum ama Sığınak öncesi, Park oyununda izlemişim bile. Hakikaten tam yerini bulmuşsun.
Buradan devam edecek yani başka bir şey yapabilme şansım yok bu saatten sonra.
Peki, o meraklı, hemen taklit yapıldığında öne atlayan çocuk büyüyünce kişilik olarak nasıl bir hale geldi? Çünkü oyuncularla konuştuğum zaman, “Ben dışarı çıkmayı sevmem, asosyal diyebilirsiniz,” gibi daha içe kapanık emare belirtiyorlar.
Valla, bu son dönem hepimizi biraz ona dönüştürdü. Pandemi ve sonrasının ve bu ekonomik krizlerin, İstanbul’dan korkmanın etkisi de olabilir. Fazla eve kapandık gibi geliyor bana da. Evet, ben de gece hayatı yüksek enerjiyle geçen biri değilim. Sürekli bir yerlerde takılıp içkili eğlencelerde çok zaman geçiremiyorum. Başım ağrıyor hemen, eve dönesim geliyor. Ev partilerinde takılmayı daha çok seven biriyim ama bu kadar içime kapanık değildim. Bir şey oldu gerçekten, bu pandemi sonrası bu krizler filan hepimiz bir kaçar olduk. Yani neredeyse yaptığımız işle o kadar örtüşmeyen bir durum ki. Sosyal bir iş bu. Bir de ben insan severim, muhabbet etmek isterim herkesle, kalabalıkta olmak isterim. Ama toplum için böylesi zor dönemler can sıkıcı oluyor. İçimize böyle kapanırsak nasıl beraber iş üretebiliriz ki? Ama bilmenizi isterim ki bu süreçte şöyle bir şey oldu: Şimdi Taksim’de bir sahne açıyoruz. Yeniden bir tiyatronun inşaatında olmanın heyecanı bir yana sürekli sahne kaybeden Taksim’e bir sahne de biz açıyoruz. Kendimi iyi hissettiriyor bu bana. Umarım beceririz. Bir de tiyatronun içine hareketli bir şekilde girince yeniden aşırı sosyalleştim. Herkesle görüşmeye başladım. Oyuna gelenlerle dışarıda oturup içiyoruz bir şeyler. Hayatıma renk geldi gerçekten, o yüzden seviyorum dışarıda olmayı.
Bu pandemi döneminden bahsetmişken şunu sormak istiyorum. Hepimizin korktuğu dönemlerde Masumlar Apartmanı’nı çekiyordunuz ve dışarı çıkmak zorunda kaldınız. Yani insanlarla ilişkiye girmek zorundaydınız. O dönemde korkarak mı çalışıyordunuz? Biraz anlatabilir misin?
Yok, ben korkmuyordum. Açıkçası dışarı çıkmasaydım kendimi çok kötü hissederdim. İyi ki bir işin içindeydik, birçok insana göre o anlamda daha şanslı olduğumuzu düşünüyorum. Tabii çalışırken çok korkanlar vardı. Bir de ben pandeminin hemen ikinci ayında veya ilk ayında Covid oldum.
Hadi be, ilk sobelenen sen olmuşsun!
Aynen, benim! Bir de test yapıyorlardı. Sonuç olarak akıl almaz yüksek bir orandan Covid gelince beni apar topar eve götürdüler. Milyonlarca telefon aldım. Hiçbir şeyim yok, hapşırmıyorum bile ama, “Bir şey olacak, ölecek miyim acaba, ne olacak?” paniği bastı. İlaçlar getirdiler, hiç tartışmadan hemen yutuyorum her şeyi. 14 gün evde tek başıma hapşırmadan geçirdim. Sonra çıktım. Post-covid sendromu diye bir şey var. Bir hafta kafam çok gitti geldi, yani o yorgunluğu geldi, uyuyakalıyordum, sonra geçti. İyi ki böyle yaşamışım. Sonra hiçbir şey yaşamadım. Şöyle de avantajı oluyordu çalışmanın; sokaklar bomboş, kimse yok. Zaten sosyal mesafe konusunda dikkat etmemiz gereken şey sadece set içinde oluyordu. Setlerde çok yoğun önlemler vardı. Sürekli test içindeydik. Aslında Masumlar Apartmanı’nda oynamanın şöyle bir artısı vardı; temas etmiyorduk birbirimize. (Herkes gülüyor) Çok takıntılı insanları oynadığımız için, temas yoktu. Hikâyenin kendi sosyal mesafesi vardı. O yüzden biz korunaklıydık. İyi ki çalıştık diyorum yoksa delirirdik evde. Şöyle de bir şey var; İstiklal Caddesi’ni bomboş görmek çok enteresan, çok garip bir şey. Bankalar Caddesi’nde, Şişhane’de trafik kazası çeken kimse yok. Yani dizinin biraz da hayrına bir durum oldu.
Peki, o senaryo okuduğunda, “Nereye çattım ben, nereye düştük biz böyle!” dediğin oldu mu? Karmaşık ve rahatsız edici bir senaryosu olduğu en baştan anlaşılıyordur herhalde değil mi?
Ben istemiyordum, hayır demiştim. Çok iyi bir senaryo. Çok beğendim hikâyeyi ama dedim ki aileye dahil olmayan, aileye dokunmayan hiç kimsenin hiçbir anlamı yok. Çok canım sıkılır, çok kıskanırım bunu oynarken. Orada gümbür gümbür bir hikâye oynanıyor. Hikâyede aileye temas etmeyen insanların yeri yok gibi hissediyordum. Mesele şu, kadınlardan birini bana önerseler koşa koşa giderdim. Zaten “Gülben’i oynayabilir miyim?” demiştim. (Herkes gülüyor) “Hayır canım, mümkün değil, onu verdik,” dediler. Başka bir filmde oynama olasılığım vardı. Sağ olsunlar, “Eğer o iş olursa bizde çalışırken onda da oynayabilirsiniz, hiçbir sıkıntı yok, programı ayarlarız,” dediler. Tamam dedim, girdim. O görüştüğüm film olmadı ama işte Masumlar Apartmanı, 4.-5. bölümden sonra, bana rol teklif edilirken asla anlatmadıkları, beni çok mutlu eden bir şeye dönüştü. Aileye göbekten temas edeceğimi tahmin etmemiştim. Belki onlar da o kadar tahmin etmemişti. Belki yolda fikir değişti. Tam bilmiyorum onu nasıl yaptıklarını. Oyuncuyu beğenip mi fikir değiştiriyorlar, reytinge göre mi fikir değiştiriyorlar, “Ya, biz böyle düşündük ama bu çocukla devam etsin,” gibi midir bilmiyorum ne olduğunu. Kendi rolümü de çok beğenerek okuyordum, senaryonun tamamını da. Çok mutlulukla oynadım. Hatta, “Ben buna hayır deseydim ve oynamasaydım sonrasında kafamı duvarlara vururdum,” diyordum. Ha ama okurken nefesim daralıyordu, “Allahım ne oluyor!” diye durup soluklandığım, hatta ağlama molası verdiğim bile oluyordu. Gerçekten çok etkilenerek okuyordum. Senaristlerimiz Deniz Madanoğlu ve Rana Mamat harikaydılar.
Ama Esat da güzel bir adam, iyi kalpli hakikaten. O kadar delinin içinde kanalize olup, “Bu kim ya? Biraz nefes alalım,” diye baktığım bir karakter.
Evet, bence de öyle, hepsinin çok ciddi sıkıntıları var. Okurken bile, “Oh, bir tane güler yüzlü, normal biri geldi,” diyorsun.
Peki, bu apartman çekimleri karavan için de çok uygun bir bölge değil. Kulisleri ne yapıyordunuz? Apartmanın bazı evleri ayrılıp kulis mi oluyordu?
Öyle olanlar da oldu. Bayağı daire kullanmıştık. Fakat esas 2-3 bina yanında bir oteli de tutmuşlardı, hazırlık oteliydi orası. Orada herkesin odası vardı. Hazırlık oteli yani. Saç-makyaj odası da oradaydı. Hemen aşağısında da çay içtiğimiz küçük bir bekleme alanımız vardı. Kesinlikle oraya karavan girmiyor, çok dar sokaklar, biz de bir binadan çıkıp ötekine giriyorduk. Dışarı çıktığımızda yani apartman dışında başka mekânlara gittiğimizde karavan kiralıyorlardı. Ama hatırlıyorum da çok istemiyorduk dışarıda çekim… Taksim’e, sokağımıza, apartmanımıza, otelimize öyle alışmıştık ki şahsen karavanda yoruluyordum. Şımarmıştım resmen. (Gülüyor)
Otel odası daha mantıklıymış hakikaten. Peki, makyaj odasında birbirinizi nasıl telkin ediyordunuz? O ağır sahnelerden sonra gidip sakinleştirici serum almak falan gerekiyordur belki de. Yani bağırış çağırış… Gerçekten bazı sahnelere dayanamıyordum.
Masumlar Apartmanı’nda klasik yani başka dizilerde çektiğimiz gibi çektiğimiz birçok sahne oldu tabi ama aynı tiyatro oyunu çalışır gibi yaptığımız bir çok sahnemiz vardı. Özellikle de evde. “Aman şuradan kendimi kameraya göstereyim, aman buradan döneyim,” gibi dertler yok. Sadece oyunla ilgileniyoruz. Kamera bizi çekmenin bir yolunu buluyordu yani. Onlar da prova yapıyordu. Yönetmenimiz bazen tek plan çekerek hallediyordu bunu bazen başka bir şekilde hallediyordu. Doğal olarak oynadığım birçok işe göre performansın daha gerçek olduğu bir alan vardı zaten. Bir de oyuncular; Merve, Ezgi… Gerçekten çok ciddi performans koyuyorlardı ortaya.
Çekimler o yüzden bu kadar etkileyiciydi, çok iyi oyuncular toplanmıştı.
Evet, kesinlikle. Yönetmen de oyuncuların performansını daha net gösterebilmek için bir yol buldu belli ki. Genel olarak herkesi başarılı buluyordum ama Merve ve Ezgi bir ayrı özeldi. Sert sahneler, sinir krizleri, büyük kavgalar, travmalar, çığlık kıyamet sahnelerin yükü özellikle onların üzerindeydi. Çok severek, samimiyetle çalışarak oynadılar bence. Tüylerimin diken diken olduğu sahneleri hatırlıyorum, kendi adıma en çok da Merve’den. Dediğim gibi, sert sahneler daha çok onlarda olduğundan çok yoruluyorlardı. Bazı geceler eve yorgunluktan elleri titreyerek gittiklerini görüyordum. Kulise gittiğimizde yorgunlarsa şahsen çok bulaşmamaya çalışırdım, biraz dinlensinler diye ama onlar da böyle hani muhabbet edip, geyik yapıp biraz gülüp rahatlamayı tercih ettikleri için çoğunlukla geyik yapıyorduk. Ama canavar gibiler gerçekten. Neredeyse bütün ekip öyleydi. Ne güzel oynuyorlardı. Farah, Metin abi, Selim, diğerleri… Sahneye çıktıkları an, büyük bir heyecanla oynuyorlardı diziyi.
Hakikaten öyle. Tiyatro sahnesi gibiydi bazı sahneler. Fark ediliyordu. Peki, çok uç olacak belki ama dizideki gibi bir aşk yaşamaya cesaret edebilir misin? Şimdi bir yandan “Aşk şuna da konar, buna da” denir ama bazen de psikiyatrist oluyoruz böyle ilişkilerde. Bize zararı dokunuyor sonuçta. Böyle bir topa girer miydin?
Bunu düşündüm. Oynarken de düşündüm. Çok zor cevap vermek. Çünkü aşık olursun ve ne olacağı belli olmaz. Ama Esat’ın deneyimlerini yaşamadan Esat gibi düşünebilmek o kadar zor ki. Bu kadar hassas, bu kadar yaralı, özel bir kız girerse hayatına, evet, onu anlarsın belki, tanırsın zamanla, iyi biri olduğuna emin olursun ama seni çok aşan, çok fazla yarası var… Çok zor şeyler. 35 yaşında, hâlâ her gece altına kaçıran, bazı geceler sırf bu korkudan sabaha kadar uyuyamadan ağlayan, kimseye hiçbir teması olamayan, küçücük bir dokunuşu bile mümkün olmayan biri. Sokakta oturup huzurla bir çay bile içemeyen, ne zaman sinir krizi geçirdiği hiç belli olmayan, korkularla dolu, söylediğiniz bir şeyin siz hiç fark etmeseniz bile akıl almaz yaralar açabileceği çok yaralı bir insan. Buradan düşünürken bile ürperiyorum. Ona yaklaşmaktan korkuyorum, incitirim diye. Aşk her şeyi affeder mi, kurtarır mı, o yüzden bilmiyorum. Bazen insanı çok aşan durumlar yaşanıyor ama düşünürsek bu hikâyenin bir bölümü gerçek. Öyle bir adam varmış, yaşarmış ve muhteşem bir şey yapmış. Tam olarak Esat gibi biri değilmiş ama galiba biraz ters biriymiş. Sinirlendiğinde, Gülben ona, “O ayakkabılarla buraya giremezsin!” dediğinde inadına yatağın üstünde ayakkabılarıyla gezmiş, “Alışacaksın,” demiş Gülben’e. Başarmış ama.
Çivi çiviyi söker belki de.
Evet, çivi çiviyi söker. Biraz sert davranmış ama vazgeçmemiş Gülben’den ve başarmış. Gerçekte var mı? Evet, var işte böyle güzel hikâyeler. O yüzden, “Yaparım her türlü,” diyemem çünkü çok zor bir durum bu. Ukalalık etmek istemem. Ayrıca tedaviye ihtiyacı var bu insanların. Ama “Yapmam” da diyemem. Çünkü bazen senin elinde olmuyor böyle şeyler. Yani artık onu gördün, o yardım çağrısını gördün ve yardım etmek zorundasın, sırtını dönemezsin. Sana yardım için elini böyle uzatmış birinden kaçamazsın. Bilmiyorum çok zor gerçekten. Herkes mutlu şeyler yaşar umarım.
Masumlar Apartmanı dönemi bitti, orada hepiniz aşırı tanınan insanlar oldunuz ve yeni dönemde bir tiyatro oyunuyla devam etmeye karar verdin ki bu sektörde biraz şaşırtıcı bir sonuç. Çünkü işi çok tutan dizilerde bu kaşeler katlanır. Sen bu yolu seçip neden bir dizi yapmadın da tiyatroyla devam ettin?
Dizi de yaptım aslında. Altı bölümlük Sıfırıncı Gün oldu. Bu sürede Sığınak çalışmasına başlamıştım. Oyun oynamaya çalışıyordum. Oyun oynadığım sürece para kazanmama yardımcı olsun diye düşündüm.
Sığınak’ta harikaydın. Oyunun başında ve sonunda epey etkilendik zaten seninle de konuşmuştuk. Bir de piyasa içinde çok enteresan bir iş yaptınız bence. Bir oyun bu kadar kapalı gişe oynar mı? Maşallah gerçekten. Az rastlanan bir şey, hakikaten ben bile bilet bulamadım da işte bir tane röportaj uydurdum sizinle. (Herkes gülüyor) Sığınak nasıl başladı? Galiba başrol aslında başkasıymış.
Evet, üç dört kere ekip değişti. Ben Ulvi’nin (Kahyaoğlu) rolü Henry’yi oynuyordum. Kadını oynayan arkadaşımızın başka bir iş yapması gerekiyordu ve tiyatro yapmaya programının çok uygun olmadığını fark etti. Daha ilk bir ay içinde oluyor bu, ayrıldı. Başka bir kadın oyuncu geldi, devam ettik. Ondan sonra epey çalıştık. Erkek oyuncu arkadaşımız da başka nedenlerden anlaşarak tatlı bir şekilde ayrılmak durumunda kaldı. Yeni bir erkek oyuncu geldi. Yeni erkek oyuncu arkadaşımız da başka nedenlerden dolayı oyunu bıraktı. Hiçbir şekilde oyun ilerlemiyordu. Öyle olunca İbrahim (Çiçek) de gemileri yaktı, oyundaki herkesi değiştirmek istedi. Oyunun çıkması konusunda gerçekten çok dirençliydim. İbrahim bana, “Henry’yi artık senden duymaktan sıkıldım, gel B’yi oyna ya da seninle de başka bir oyunda çalışalım,” dedi. “Oynayayım,” dedim. Sonra bu son izlediğiniz cast oluştu. Ulvi geldi, Selin (Şekerci) geldi, tekrar çalışmaya başladık. Bütün bu süreç bence en doğrusu oldu. Çünkü her şeyden önce cast olarak doğru yerlere gittik gibi hissediyorum. Mülteci oynuyoruz, biliyorsun. Selin’in de benim de esmer olmamız renk olarak bence daha doğru oldu. Sokakta her gün karşılaştığımız Suriyelilere, Afganlara benzer birilerinin olması gerektiğini düşünüyorduk. Süreç daha doğru bir cast oluşmasına yaradı sanki. Bir de Sığınak her yönden benim için önemli. Hem bu çalışma sürecinin uzunluğu, böyle kriz sonrasında çıkması işi değerli kılıyor. Tekrar tiyatroya dönmek açısından değerli, İbrahim’le çalışmak da değerli. Duyarlı biri, çok seviyorum onu. Bugün bu ülkede en nefret edilen insanları oynuyoruz; mülteciler ve geyler… İkisini aynı anda oynuyoruz. O yüzden tiyatronun bu tutumu benim ruhuma da iyi geldi açıkçası.
Senin için de cesur bir şey aslında. Geyler hakkında konuşmak bile Türkiye’de bir röportaja konu yapabileceğimiz bir meseleye dönüştü. Sen sadece bir rol oynadın ama bunun için ben sana, “Ben bu rolü seçtiğin için çok cesursun,” diyebiliyorum. Gerçekten çok ciddi bir durum. İnsanların tepkisi nasıldı? Ailenden “Neden bu rolü oynuyorsun?” gibi soran oldu mu?
Cesaret gibi düşünmediğimiz için… Biz rol olarak düşünüyoruz. Oyunu ya da rolü seçerken ne kadar etkilendiğimizi düşünüyoruz çoğunlukla. Oyunculuk hayatta var olan herkesle ilgilendiği için yaptığım şeyi ben cesaret gibi hissetmiyorum. Ben bir hikâye anlatıcısıyım, bu da bir hikâye, ben de bu rolü oynayarak bu hikâyenin aktarıcısı, bu meselenin savunucusu oluyorum bir bakıma. Dediğini çok iyi anlıyorum, ne acı ki burada cesaret gibi algılanıyor. Üzücü bir şey bu. Ama ben tiyatroda büyüdüm. Böyle saçma yargılara takılmam. Ayrıca ailemden yana da şanslıyım. Çocukluğumdan bu yana muhafazakâr bir aile yapısı içinde büyümedim. Rahmetli dedemle LGBT+ yürüyüşüne katıldım mesela. Garip şeyler hiç duymadım. Birine Kürt dendiğini, gey dendiğini falan, mülteci diye herhangi bir şekilde ayrıştırıcı bir dil kullanıldığını çevremde gerçekten duymadım. Şükür ki ailem, sosyal duyguları gelişmiş insanlar. Anneme, “Oyunu nasıl buldun?” diye sorduğumda, “Çok güzeldi,” diye heyecanlanıyor. Çevremize, “Gidin bakın, Uğur çok acayip şeyler yapıyor,” diyormuş. (Herkes gülüyor) En fazla bu kadar yani. Bu arada Penetratör diye bir oyun oynamıştık. Orada çok kaba saba, aşırı homofobik ama sonradan gizli eşcinsel olduğu ortaya çıkan birini oynuyordum. Babam da onu izleyip inanılmaz eğlenmişti, “Güzel sakladın,” demişti bana.
Bu oyunun başında daha ışıklar kararmadan çıkıyorsun, bir şeyler dikiyorsun, takıyorsun… Orada dinliyor musun bizi? Örneğin bir espri duysan güler misin?
Muhtemelen gülmem. Bir şey olur da dikkatim dağılır mı ben de merak ediyordum. İbrahim o bölümde serbestlik veriyor, “İstersen bak seyirciye,” diyor. Bazen seyircinin, “Oyun başladı mı?” gibi seslerini duyuyorum. Ben orada bir şeyler sarmaya çalışıyorum. Bi keresinde seyirciden iyi niyetli bir ses duydum: “Hayır, oradan değil buradan sar,” dedi. (Herkes gülüyor) Beni bozacak bir şey henüz olmadı.
Oraya oyun izlemek için geliyorsun tabii, seni, Ulvi’yi, Selin’i görecek olmanın da bir heyecanı var. Salona girince normal olarak ışıklar kapanacak, perde açılacak diye hayal ediyorsun ama salona girince sen sahnedesin. Enteresan bir duygu hakikaten.
İbrahim böyle değişik şeyler yapıyor. Seyirciyi çok rahat bırakmayan bir tarzı var ve hoşumuza gidiyor.
Bayağı iyi oyun izledim, tekstin haricinde sizin oyunculuklarınız ve sahneye konma şekli çok hoşuma gitti. İlk 10 dakika içinde hiçbir şey anlamadım. Nereye varacak bu gidişat derken bir bağlanmaya başladı, o ışıkların anlamı çıktı, gidip geldiğiniz yerleri anlamaya başladık. Hakikaten müthiş bir oyun izledim. Herhalde ikinci sezona devam edeceksiniz değil mi?
Bir sezon arası verilir, yaz geçer. Artık ne zaman başlarız bilmiyorum, seneye devam eder. Böyle düşünmeniz çok hoşuma gidiyor, oyunla ilgili övgüler beni çok mutlu ediyor.
Bir gün bir tiyatro oyunu yazar mısın? Böyle bir isteğin var mı? Yönetmek belki…
Hepsi var. Hepsiyle aram iyi, hepsiyle ilgili çalışmalarım da var. Burada küçük bir çalışma dışında bir oyun yönetmedim henüz ama yapacağım. Bir sonraki iş gibi, sırayla gidemiyorum maalesef. Mesela şu anda büyük bir iş yapıyoruz. Taksim’de sahne açıyoruz. Orayla ilgili planlarımız, fikirlerimiz var. Onların içinde bunlar da var tabii ki. Yazmak da yeni edindiğim bir şey değil, her zaman yapardım. Mesela Sait Faik’in romanından uyarladığım bir tekst İzmir’de oynuyor şu sıralar. Burada John Fowles’ın romanından bir uyarlama yapmıştık, başka bir tiyatroda başka bir halini oynamaya karar verince durdurduk. Şimdi ben başka bir teksti çalışıyorum. Uyarlama çalışmayı seviyorum. Onun dışında kendimiz de özgün bir şeyler yazmaya çalışıyoruz. Severim o işleri.
Oynayacağın bir şey yazma kuralı gibi bir şeyin yok o zaman?
Önceden tamamen yazmak içindi. Burada ister istemez biraz “kendim için olsun”a döndü. Şimdi çalıştığım şey biraz kendim oynayayım önceliğinde. Ama İzmir’de dediğim Sait Faik uyarlaması, o tiyatronun öyle bir şeye ihtiyacı olmasından dolayıydı. Oradaki ekiple ilgili bir fikrim vardı. “Ne uygun olur?” diye düşündüğümüz için bulup hareket ettiğim bir şeydi. Daha önce İzmir’de oynayan 1-2 oyunumuz var. Sadece hikâyeyi sevdim ve yazdım, kendim içindi, oynanmasa da olur gibi durumlar da var ama şimdi burada biraz işler değişiyor. İşler “Biz ne yapmalıyız?” üzerinden gelişiyor.
Türkiye için enteresan bir şey de başardınız. Eskiden büyük kanalların büyük dizileri çok konuşulurdu ama günümüzde bir tiyatro oyununu da konuşabiliyoruz. Geçen senenin en popüler işinde oynayıp ayrı bir popülerlik elde ettin, sanki oyunla bir kopma yaşıyorsun, bunun farkında mısın? Uğur Uzunel oyunculuğu anılıyor, eski dizileri ortaya çıkmaya başladı. Bunun tiyatroyla olması bana enteresan geldi. Seni dinledikten sonra bir tesadüf olmadığını anlıyorum tabii ki zaten öyle başlamış olay.
Acayip, evet ama öyle mi gerçekten, o kadar farkına varamıyorum açıkçası. Bir şekilde akıp gidiyor. Evet, tiyatroyla alakalı daha çok insanla konuşuyoruz, daha çok oyun merkezli konuşuyoruz, haklısın bazen bana da garip geliyor. Televizyon çok izlendiği için bir şekilde dizinin ulaştığı kitle büyük. İzleyicisi diziyle ilgili soru sormaya bayılıyor. Ekranda gördükleri için seni merak ediyorlar. Bu normal, bunu anladım. Ama oyun hakkında böyle bir durum varsa, yani oyun dışarıda bu kadar konuşuluyorsa oynama paniğinden çok görememiş olabilirim. Gerçi mesela şu an oyunla ilgili röportaj yapıyoruz niye görmüyorum, şu anda oluyor. (Gülüyor) Bu güzel bir şey. Keşke hep böyle olsa.
Daha önce ekranlarda görünmeyen bir tipin var. Oradaki saç yapın, vücudunda bariz bir gelişim var sanki. Artık böyle spor meraklısı olmasan bile yapman gereken bir dönemdesin galiba. Kası olmayana rol de vermiyorlar gibi geliyor bana. O konuda neler düşünüyorsun? Artık erkek güzelliği de önemli olmaya başladı.
Katılıyorum. Ama kendi hikâyem üzerinden katılıyorum. Çünkü oyuncunun kesinlikle ama kesinlikle güzel görünmek gibi bir görevi olmadığına inanıyorum. Oyuncunun, oyunun nasıl icra edildiğiyle ilgili araştırmaya girmesi gerekiyor. Kendi isteğinin dışında piyasanın normları için güzel görünmeye uğraşmak zor bir şey. Hatta güven kırıcı, insanın kendini sevmemesine neden olan bir şey. Bu konuda kadınlar üzerinde çok ciddi baskı olduğunu zaten görüyorduk. Kendi isteğinden azade kaygıdan, iş bulabilmenin buradan geçtiğine inandığından “güzelleşmeye” çok emek harcayan arkadaşlarımız oldu. Hepsi bir şekilde bu piyasanın kurallarına tutunabilmek için aynılaşıyorlar bana kalırsa. Aynı kaşlar, aynı burun, aynı yanak estetiği… Tamam, sert şeyler söylemem yanlış olur, bazıları için belki de gerçekten doğru olan bu oluyor. Sonuçta herkesin hikâyesi farklı. Ama bazıları içinse biriciklik kayboluyor. Zaten kadınlarda böyle bir baskı var, erkeklerde yok sanılıyor ama erkeklerde de var. Mesela alanen bir mobing yemedim ama, “Çok iyi oynuyor ama çok zayıf…” gibi sözleri çok duydum. Zayıf olabilirim, ben oraya gelirken aniden zayıflamadım ki, siz çağırdınız. (Gülüyor) Sonra bana gelen rollere bakmaya başladım ve gerçekten biraz canım sıkıldı. Ana hikâyeye dahil olamayan roller, hep aynı şeyler, diziden çıkarıp atsan da kimsenin üzülmeyeceği şeyler, düşük bütçeler… Oyuncu olarak koyduğunuz performansla fark yaratmaya elbette çalışıyorsunuz. Ama bir sonraki görüşmede zayıf oluşunuz, esmer oluşunuz vs. ile karşılaşmak yorucu oluyor. Rolünüz ne olursa olsun dizide deliler gibi emek harcıyorsunuz. Küçük bir rolünüz de olsa haftanın beş gününe yakın, çok uzun saatler çalışıyorsunuz ve bunun karşılığında haliyle kazanmak istiyorsunuz. Bir de ben Aşk ve Mavi isimli bir dizi için Ürgüp’e gittim ve orada üç sene kaldım. Üç sene boyunca küçük bir yerde tek bir iş yaptım, kendimi hareketsiz hissediyordum. Ve döndüğümde gerçekten kilo almıştım. Bunun sonucunda da spor yapmaya karar verdim. Aktif bir şekilde spor yaptım ve sevdim. Vücudumda bir değişim oldu. Ben aynı benim hâlâ, aynı yetenekteyim. Belki oynayarak biraz geliştim ama belki de vücudum spor nedeniyle eskisi kadar esnek olmadığı için bazı şeyleri kısıtlı oynuyorumdur. Yine de fiziksel değişimimle bana gelen rollerin epey değiştiğini söylemem gerek. Bir anda güzel olan, ana hikâyeye doğrudan etki eden birileri, daha ciddi kaşeler… Demek ki burada aradıkları, bunu sana söylemeseler de talep ettikleri bir şey var gibi hissetmeye başladım. Ama ben burada kendi deneyimimden bahsediyorum, insanlara “Böyle bir şey var” diye abuk sabuk fikirler vermek istemiyorum. İyi performans her şeyin önüne geçer, iyi oynarsan bütün bunları kapatırsın, daha önemli hiçbir şey yok, o yüzden bütün enerjimizi daha iyi oynamak için emek harcamaya ayırmalıyız diye düşünüyorum. Sadece kendi hikâyemi anlattım.
Bildiğim kadarıyla çok film/dizi izleyicisiymişsin. Hâlâ izleyecek, heyecan verici bir şeyler bulabiliyor musun kendine? Şu dönem her şeyi çok sıkıcı buluyorum.
Çok seviyorum film/dizi izlemeyi, roman okumayı… Ama deprem olduğundan beri çok dağılmış durumdayım. Mahvetti hepimizi. Tam nefes aldık derken şimdi de siyaset gündemi… İnsan başka hiçbir şey düşünemiyor gerçekten, sürekli bunu konuşuyoruz. Bir şey izlemek için televizyonun karşısına geçtiğimde kendimi bugün kim ne demiş diye araştırırken buluyorum, çok yoruldum. Ne zaman bir şeyi izlemeye çalışsam aklım almıyor, odaklanamıyorum. Daha basit şeyler izlemeyi deniyorum onu bile tamamlayamıyorum, uyuyakalıyorum.
Ben bir bölüm izleyebiliyorum sadece. İlerleyemiyorum, merak da etmiyorum. Orada kalıyor dizi.
Konuşanlar’ı açıyorum, bir tek onu izleyebiliyorum. Tahammülüm olan tek şey o. Gürültü, gülen insanlar. Bu dönemden önce çok ciddi bir izleyiciydim. Hiçbir şeyi kaçırmak istemem, biri bir şey konuşuyorsa ben de illa bilmek isterim. Eğer etkilendiysem onunla ilgili kim ne yazmış, internetten bulup okumak isterim. Son dönemde heyecanlandıracak bir şey buldun mu dersen iki film var. Biri Leyla’nın Kardeşleri. MUBI’de izledim. İran sinemasını zaten çok beğeniyorum ama bu ekstra bir film olmuş, roman okuyormuş gibi hissettim. Diğeri de Close, onu da MUBI’de izledim. Yaktı beni Close!
Eskiden dizi takipçisi olarak neler takip ederdin? Avrupa dizileri mi yoksa ben Marvel dünyası hastasıyım mesela o tip şeyler ilgini çeker mi? Komedi sever misin? Friends mi yoksa HMYM adamı mısın? Ağırlıklı neler izliyordun?
HBO’yu çok severim. Ne yakalarsam izlerim. Çünkü bir standardın altına düşmüyorlar, çok başarılılar. Neredeyse favorim olan Breaking Bad gibi gerçekçi hikâyeleri izlemeye bayılırım. Daha eskilerden Six Feet Under acayip etkilendiğim bir işti. Hayatımda çok önemli bir yer tutar. Bunun dışında Game of Thrones gibi işlerin çılgın fanıyım. “Bunu nasıl öldürürler!” diye sinir krizi geçirecek kadar fanıyım. “Jon Snow öldüyse bir daha izlemeyeceğim!” diyordum. (Herkes gülüyor) Marvel evreninden çok şey izlemedim ama Boys’u çok seviyorum.
Bu arada Anka’yı da konuşmak isterim. Arabalar konusunda bir aksiyon filmi çekmişsiniz.
Ozan Akbaba’nın senaryosu. Ozan da tanıdığım biri. Rol teklif ettiler, o dönem sevdiğim insanlar bir arada, “yapayım bunu,” diyerek girdiğim bir işti. Seti de güzel geçti. Aşırı yorucuydu. Arabalarla çalışmak inanılmaz zor bir şey. Ben de izlediğimde beğendim.
Sahneleri de çok iyi çekmişsiniz. Hakikaten hiç ilgimi çeken bir tarz değildir bu tip filmler. Söylenerek izledim. Senin oyunculuğunu merak ettiğim için izleyecektim. Sonra bir baktım bitirmişim filmi.
Her senaryoyu, okuduğumuz en güzel senaryo olduğunu düşündüğümüz için oynamıyoruz ama. Bazen ekonomik, bazen ekip, bazen o dönem gelen işlerin içinde en aklı selim olan olması. Seçmek için bir sürü neden var. Tam olarak sanat zevkini karşılayacak senaryoyla buluşman tadından yenmez zaten. Anka benim de seyirci olarak tükettiğim bir tarz değil ama içinde olmak hoşuma gitti. Değişik şeyler vardı o sette. Her işte göremeyeceğim şeyler gördüm, özellikle teknik anlamda. Ayrıca çok keyifle geçirdiğim bir yazdı. Oyuncular da birbirinden şeker insanlar. Ha, bir de ben filmden çok rolümü seviyorum. Benim rolüm hepsinden daha eğlenceli bence. (Gülüyor)
Bundan sonra neler yapmak istiyorsun? Bu yazı dinlenerek mi çalışarak mı geçireceksin? “Senin bir tane dizi yapman lazım,” diye peşinden koşuyorlardır illaki. Çok şey okuyor musun bu aralar?
Bu yaz çalışacağız ama öncelikle tiyatromuzda çalışacağız. İnşaatımızı bitirmek üzereyiz. Yazın onunla uğraşarak geçecek. Mahşer-i Cümbüş ekibinin 20 sene boyunca kullandıkları sahne. Pandemiden beri duruyormuş ama çok bakıma ihtiyacı var, biz devraldık, yapmaya başladık. Her şey aşırı pahalı olduğu için çoğunu da biz yapıyoruz. Temmuz başı gibi bitirip çeşitli tiyatroları ağırlayacağımız bir sahne olacak. Adını da “Ara Sahne” koyduk. Bekleriz sizi de. Oranın açılışı için geliştirdiğimiz bir proje var, hazırlığımız sürüyor. Onun dışında, “Dizi yapman gerek,” diye peşimde dolaşan bir menajerim var. (Gülüyor) Şaka bir yana, ben seviyorum dizi yapmayı. Ekonomik olarak çok rahatlatıcı bir şey olmasının yanı sıra televizyondasın. Bir sürü insana ulaşma, birçok paylaşımda bulunabilme şansı. Bir de televizyonda göründüğün zaman daha önemli bir oyuncuymuşsun gibi bir hava var. Doğru bir şey değil ama kullanışlı bir şey. (Gülüyor) Güzel bir şey dizi ama zor bir şey. Deli gibi çalışıyorsunuz ve tutmayabiliyor. Zor.
Bu röportaj, Episode’un 49. sayısında yayımlanmıştır.