‘The Mandalorian’ Serisi: Star Wars Mitolojisinin Temellerine Dönüş
Star Wars; sembolleri, karakterleri, felsefesi, tasarımları, görsel efektleri, müzikleri ve anlatım nüansları ile popüler kültürün vazgeçilemeyen öğelerinden biri. Hatta nesilden nesle aktarılan bu destansı uzay operası birçok kişi için bir din niteliğinde. Yeni Hollywood’un temsilcilerinden George Lucas’ın vizyonunun ve entelektüel birikiminin yansıması olan bu makro evrenin köklerinde ise kolaj mantığı ve pastiş özellikleri bulunuyor. Lucas’ın ilham kaynaklarının başında introsuna kadar kullandığı uzay macerası Flash Gordon ve Planet of the Apes (Maymunlar Cehennemi) serisi ile Fritz Lang’in Metropolis ve Stanley Kubrick’in 2001: A Space Odyssey filmleri gelse de Star Wars evreninin mayasında farklı türlerden birçok eser yer alıyor.
Örneğin Akira Kurosawa’nın The Hidden Fortress (Gizli Kale) filmi Star Wars filmlerinin hikâye aksında büyük bir öneme sahiptir. Hatta Lucas ilk filmin The Hidden Fortress’e benzerliğinin saygıdan dolayı olduğunu bile dile getirmiştir. Bunun yanı sıra Lucas, John Ford ve Sergio Leone’nin “spaghetti western” filmlerinden de stilize şekilde yararlanmış ve uzay operasının içine “vahşi batı” ruhunu enjekte etmiştir. Ayrıca Frank Herbert’ın Dune serisi ve Isaac Asimov ile Doc Smith’in romanları da bu evrene biçim vermiştir.
Mitolog Joseph Campbell ise Star Wars evreninin izleyeceği sonsuz yolu gösteren asıl isimdir. Campbell’ın Carl Gustav Jung’un arketipler ve kolektif bilinçaltı çalışmalarından etkilenerek oluşturduğu mitoloji teorisi, Star Wars’un esas formülünü oluşturur. Campbell’ın The Hero With a Thousand Faces (Kahramanın Sonsuz Yolculuğu) kitabı evrensel olarak her kültürde geçerli olan mitolojik öğeleri ve hikâyeleri anlatır. Star Wars’un modern mitolojisinin ve “Genişletilmiş Evreni”nin (Star Wars Legends) temelinde de bu kahramanlık inşası mevcuttur.
Fakat Disney’in Lucasfilm’i satın almasından sonra Star Wars kanonunun gittiği yer ve “son üçleme” eski hayranlarda buruk bir tat bıraktı. Bunun en büyük sebebi de Lucas’ın fikirlerinin ve tasarılarının bir kenara atılmasıydı. Lakin Jon Favreau’nun yarattığı The Mandalorian serisi Disney’in istediği Star Wars transmedya evrenini köklere dönerek kurtardı. Tabii bu işin Marvel Sinematik Evreni’ni (MCU) başlatan kişiye gitmesi de çok yerinde bir karardı.
Mandalor Ögretisi ve Kültürü: Yalnız Bir Silahşorün Maceraları
Aslına bakılırsa The Mandalorian serisi, George Lucas’ın zihninde uzun süre yer eden türde bir yapım. Lucas ilk olarak 2005’te “bounty hunter”lar (ödül avcıları) üzerine bir seri yapmak istediğini ima etmişti. Hatta bunun Star Wars’un ikonik karakterlerinden biri olan Boba Fett ile alakalı olacağı düşünülüyordu.
Amma velakin Lucasfilm, Disney tarafından satın alınınca işler değişti. Boba Fett serisi de Disney tarafından “The Book of Boba Fett” olarak yapıldı ama Boba Fett’in karakter arkındaki değişiklikler ve “deus ex machina”lar dolayısıyla maya tutmadı. Ne var ki bu başka bir yazının konusu.
The Mandalorian’a dönersem Disney, Jon Favreau ile iletişime geçince Favreau kafasında Mandalorlar ile ilgili bir hikâye olduğundan bahsetti. İşte, The Mandalorian serisi böyle gelişti ve sonra Dave Filoni de projeye dahil oldu. Açıkçası Favreau ve Filoni’nin “Genişletilmiş Evren”e dair taze fikirleri, yeni karakterler üzerinden hikâye kurma ve bilinmeyen bir kültürü anlatma isteği, sıkışan Star Wars anlatılarının ihtiyacı olan yakıttı.
Mandalorlar galaksideki en korkulan ama en gizemli savaşçılardan. Galaktik tarihte de önemli bir yere sahip olan bu savaşçılar, klanlarına ve geleneklerine oldukça bağlılar. Aynı zamanda hayli gururlu olan Mandalorlar, Jedi’lara ve Güç’e kafa tutabilecek kadar da donanımlılar. Bunun en önemli sebebi de zırhlarının galaksi çapında bir üne sahip olması. Beskar çeliğinden üretilen zırhları ışın kılıçlarına bile dayanıklı. İşte, Favreau’nun daha önce işlenmemiş bu Mandalor mitini Lucas vizyonundan kopmadan anlatması ateşi körükledi. Favreau’nun orijinal üçlemenin izinden giden estetik algısı, kahramanlık formülleri ve yarattığı çılgın western dokusu The Mandalorian’ın eski okul hayranlar tarafından da sevilmesini sağladı. Neticede seri daha ilk planından kendisini belli etti ve John Ford’un The Searchers filmine referanslar sundu.
Orijinal Üçleme ile Son Üçleme Arasında Köprü Kuran Spiritüel Bir Baba-Oğul İlişkisi
Öncelikle The Mandalorian’ın Return of the Jedi’ın (Jedi’ın Dönüşü) hemen ertesinde, The Force Awakens’ın (Güç Uyanıyor) ise hemen öncesinde geçmesi harika bir zaman çizelgesi tercihi. Bu sayede orijinal üçleme ile son üçleme arasında köprü kuran seri, Star Wars’un spiritüel felsefesinin temelindeki koruyucu ve yol gösterici baba-oğul ilişkisini de yeniden hatırlattı.
Star Wars’un dünya çapında bu kadar çok sevilmesinin sebeplerinden biri de melodram damarıdır. Örneğin Star Trek katı bir bilimkurgu eseri olarak hikâye anlatımında akılcı bir anlayışa sahiptir. Fakat Star Wars bilimkurgunun alt türü olan bir uzay operası olduğu için dramatik ve fantastik yönleriyle dikkat çeker.
Esas olarak Luke Skywalker’ın babası Anakin Skywalker’a dönüşme potansiyelini ve kahramanının yolculuğunu anlatan hikâye; güç ile iktidarı, karanlık ile aydınlığı, iyilik ile şeytani olanı ele alır. Aile anlatıları ve büyük duygular ise bu destanın yapıtaşlarıdır.
Açıkçası The Mandalorian serisi Lucas’ın bu yapıtaşlarını ilk iki sezon boyunca epizodik bir tasarım içerisinde enfes kullandı. Özellikle ikinci sezonda Luke Skywalker’ın devreye girmesi ve Baby Yoda (Grogu) ile kurduğu ilişki de epik anlara sahip oldu. İkinci sezonun final bölümü de TV tarihine geçen cinstendi.
Tabii ikinci sezondaki görkemli anlardan ve akılları alan finalden sonra serinin üçüncü sezonu merak konusuydu. Çünkü ana hikâye bir yanıyla sona ermişti ve Jedi ile Baby Yoda buluşmuştu. Gel gelelim, Baby Yoda’nın içindeki Güç’e rağmen Jedi öğretisini tercih etmemesi ve bunun yerine Din Djarin’e dönmesi farklı bir yol açtı.
Bu senaryo dönemeciyle birlikte serinin Mandalor kültürünü derinleştireceği bir hikâye anlatımını benimseyeceği de görüldü. Yıkık dökük, harabeler içindeki “Mandalore” gezegenini görmemiz de serinin izleyeceği yolu gösterdi. Dolayısıyla üçüncü sezonun asıl vurgusu Mandalor tarihi ve evlerinden uzaktan olan Mandalorların klan yaşamları hakkında. Zaten protagonist Din Djarin ile Baby Yoda’nın baba-oğul ilişkisi de bu eksende gelişiyor.
Özellikle batı mitlerinde görülen sürgündeki kahraman ve ödemekle yükümlü olunan kefaret anlatısı ise üçüncü sezonunun belirgin teması. O yüzden bu sezonda ana kahramanımızın Mandalor yolunu keşfedişini ve karakterinin olgunlaşmasını izliyoruz. Bazı Mandalorların neden kask takmadığı, Bo-Katan’ın sırrı ve Mandalore gezegeninde neler olup bittiği ise cevaplanmayı bekleyen diğer sorular olarak karşımızda duruyor.
Bu nedenle yeni sezondan ikinci sezondaki gibi büyük kırılımlar ve olaylar beklememek gerekiyor. Bunun yanı sıra üçüncü sezonu bir geçiş sezonu olarak görmek de mümkün. Jon Favreau’nun serinin dördüncü sezonunu da çoktan yazdığı biliniyor ve dördüncü sezonda Ahsoka serisi ile kesişim olması, olayların iç içe geçmesi bekleniyor.
Sonuç olarak The Mandalorian üçüncü sezonuyla heyecan dozunu biraz düşürse de Star Wars mitolojisinin temellerine bağlı kalmayı başarıyor ve maceraseverlere galaksinin uzak bir köşesinde yaşayan Mandalor kültürüne dair bir kaçış sunuyor.
Bu yazı, Episode’un 48. sayısında yayımlanmıştır.