2017 diZi RAPORU | Sevtap Tuzcu
[button url=”https://episodedergi.com/2017-dizileri/” size=”large”]Bu yazı, EpisodeDergi.com’un “2017’nin Dizi Raporu” dosyası kapsamında yayınlandı. Dosyanın tamamını görmek için tıklayın.[/button]
Editörümüz Özlem; “Episode yazarlarımızın 2017 ‘de izledikleri dizilerin listelerini yayınlayacağız. Sen de yazar mısın seninkini alayım…” dediğinde tabii şöyle bir yutkundum. Oturup izlediğim dizileri not almaya başladığımda 2017 dizi özgeçmişimin ne kadar da kabarık olduğunu fark ettim.
Yazı bitsin bir de okuduğum kitapları çıkaracağım. Ama sanırım sınıfta kaldım. Yooo, kimse yanlış anlamasın! Önce Özge Fışkın’dan “Pişman değiliiiiim” diye alıntı yapıp, sonra da Edith Piaf ile altını çizmek isterim “Non, je ne regrette rien (Hayır hiçbir şeyden pişman değilim.).”
Spike Lee ‘nin ’86 yapımı filmi “She’s Gotta Have It” Netflix için 10 bölümlük yarımşar saatlik dizi haline getirip günümüze uyarlanmış. Çerez niyetine izlediğim en son dizi olmakla birlikte, izleyecek olanlara “Shazzam’ınızı hazır tutun” önerisinde bulunacağım bir yapım. Brooklynli siyahi bir ressamın cinsel özgürlük arayışı ve bunun sanatına yansımasını izlerken içim şişmedi değil! Ancak playlistimi tamamlamak adına bir de Spike Lee’nin çekim açılarını es geçemeyeceğim için diziyi son bölümüne kadar izledim.
Günümüzde hâlâ “Black is Beautiful” hareketinin öneminin her ne kadar farkında olsam da “Dear White People”i izlerken “Sen daha beyazsın, ben daha siyahım” muhabbetinden öyk geldi.
“Dynasty” – zamanında annesiyle “Dallas” tutkusunu paylaşanlar burdan buyursun. Cips Kola gibi. ”Ne kadar banal” diye diye izledim vehâlâ da izliyorum.
“Lovesick” (1 Ocak 2018 3.sezon geliyoooooor!) fırın sütlaç niyetine izlenecek olan hafif ve tatlı bir İngiliz dizisi. Evet, itiraf ediyorum; İngiliz aksanını çok çekici, esprilerini de çok ince buluyorum. “Aşk Acısı” yerine “Aşkı Ararken” diye çevrilmiş başlığı… Olsun, zaten birinden kaçarken diğerine yakalanmıyor musun!
“Bir an önce 2.sezonu yayınlansa da 2052’de neler oluyormuş” dedirten, bir solukta izlediğim Netflix’in ilk alman dizi prodüksiyonu olan “Dark”, Almanların da artık dünya üzerindeki dizi piyasasına giriş bileti oldu.
“You Me Her” açık ilişki ve threesome meraklılarına göz kırpan aman dikkat erotik içerik var etiketini hak eden, çekim tekniklerine ve repliklerine bakılırsa oldukça bayat bir yapım.
İlişki durumu karışık içeriklerden hızımı alamayıp, “açıların kadınıyım” dedirtecek “The Affair”in tabii ki de 3.sezonunu demlene demlene hüplettim.
Dolandırıcılara ve hayatta kalma pahasına her şeyi yapan karakterlere zaafım olduğunu söylemiş miydim. “Ozark” bu konuda açlığımı kesinlikle giderdi.
Bir ilişki üçgeni daha sunan “Gypsy”, başrolde yaşlanmak bilmeyen Naomi Watts’a hayran bıraktı.
Kadroya kadro demeyen, bu senenin en rahatlatıcı ve tatmin eden sezon sonlarından birini de “Big Little Lies” sundu. Nicole Kidman, Reese Witherspoon, Zoe Kravitz ve Shailene Woodley canlandırdıkları karakterlerin birbirinden çok farklı hayata bakış açılarına rağmen buluştukları bir nokta olabileceğini son bölümde kanımca havai fişekler eşliğinde gösterdiler.
İçimdeki küçük kızı beslemeden de geçmezdi bu yıl. Moda portalı Nastygal’in kurucusu Sophia Amoruso’nun hikayesinden esinlenerek yazılmış olan “Girlboss” sana da bunun için teşekkür ederim.
Annemin aerobik kasetlerini alıp alıp vitrine dizdiği Jane Fonda, bir dizide oynar da ben izlemez miyim. Onca yılın hatırı var bende. Bu yüzden “Grace and Frankie” uyku öncesi ritüellerime eşlik ettiğin için “iyi ki vardın”.
Sex, Drugs ve Rock’n Roll ihtiyacımı oturduğum yerden 70’lerin müzik piyasasını konu alan “Vinyl” ı izleyerek giderdim. Rockn roll ruhunu Mick Jagger ve Martin Scorsese dışında en iyi kim verebilirdi.
Hazır 70’lerdeyken 80’lilere de uğramadan olmazdı.
Röportajlarını yazmak için izlediğim, “Stranger Things” ile 80’lerde gerilim banyosu davetini kabul ettim.
Hadi Nostaljiye devam. Ver elini “The Get Down”. Hip Hop müziğinin oluşumunu ve perde arkasını izlerken tabii ki playlistime de eklemelerde bulundum.
Prince Harry’nin “Suits” dizisinden bildiğimiz Rachel’i canlandıran Meghan Markle yaptığı evlilik teklifi üzerine, bizim İdil ile ingiliz basının altından girip üstünden çıkıp, ”Elisabeth acaba nasıl tepki verecek, gelinimiz sonuçta hem asil olmayan bir aileden geliyor, hem melez bir de üstüne aktivist” diye kafa kırma suretiyle hızımızı bir oturuşta altı bölümlük,“The Royal House of Windsor”u izlerken bir meksika dalgası yapmadığımız kaldı.”Bir Diana daha dünyaya gelmez” “Asalet kanda değil duruştadır” “İkon dediğin budur işte” sloganlarıyla coşarken Dodi Al Fayed ile tamamlanmamış aşklarına ağlarken bulduk kendimizi.
“Orphan Black ” bebeğimsin, öyle kalacaksın! Bir yandan heyecanla kurgunun takibindeyken, dört başrol karakteri ve bir o kadar da yan karakteri canlandıran Tatjana Maslany “İnsan mısın sen? Nasıl bir oyunculuktur bu” gibi övgüler yağdırmadan edemedim.
Manyak PR’cılar gibi karşılaştığım herkese “Sense 8” i izledin mi? İzlemediysen, izlemelisin!” tacizlerim 2.sezonun da bitmesiyle son bulmuş değil. Episode için yaptığı röportajda, Wolfgang karakterini canlandıran Max Riemelt ile tanışıp bir de üstüne nispetlerce sosyal medyada birlikte çekindikleri fotoğrafı yayınlayan sevgili Oben Budak’ı hala içten içe kınıyorum. Şaka bir yana; Max Riemelt ”Sarışın erkek seksi, Alman erkeğinden maço olmaz” tezimi kökünden çürüttü.
Zaman zaman“Hadi biraz da sinirlerimizi bozalım, yaşadığımız tüketim toplumuna ışık tutalım” dedikçe kurdeşen dökmeye hazır ve nazır vaziyette “Black Mirror” izlerken buldum kendimi.
Bilim kurgudan ilerlemek gerekirse tabii ki de The OA’i izlerken hem yapımcısı hem de başrol oyuncusu olan Brit Marling’e hayran kalmamak mümkün değildi.
İspanyol yapımları “La Casa de Papel” ve “Las Chicas del Cable” “bir amigoya bakıp çıkacağım diyerekten girmemle çıkamam bir olmuş.
Süper kahramansız bir yıl geçer mi? Marvel’in yetişkinlere de içerik yaratırım diyerekten sunduğu “Legion” otomatik portakal severlere ufak tefek sanatsal sunumlarda bulundu.
Fransız yapımı “Menajerimi Arayın” ego yönetiminin sonu gelmez diyerekten, bana bu mesleği neden bıraktığımı hatırlattı.
Ve tabii ki 15. dakikasında “Goooool” diye gönlümün kalesine giriş yapan “The Sinner”. Son senelerde “Justin Timberlake’in eşi” etiketiyle rafa kaldırdığım Jessica Biel kesinlikle oyunculuğundan ötürü en takdir ettiklerim arasında. Bununla yetinmemiş bir de yapımcılığını üstlenmiş. Justin Bey umarım gururdan geberiyordur.
Karışık ilişkilerden nasibimi alamadığım için bir de “Friends fFom College” izledim. İzlemek ne demek bingewatching-in dibine vurmak denir ona.
“Friends” ve “How I met your mother” izleyenleri sevecektir.”
Yeni nesil ergenlik çağındakiler ne izliyor diye merak ederekten bir göz atayım diye başlayıp olaylar nereye bağlanıyor, kızcağız neden intihar etmiş merakından ileri sardırarak izlediğim “13 Reasons Why“ (Ölmek için On Üç Sebep).
İzledim de izledim…İzledikçe izleyesim geldi…Streaming dünyası bana göre başımıza gelen en güzel tüketim harikalarından biri. Anne ben bingewatcher oldum. Anne ben bağımlıyım. Anne Miami Vice nereee, bugünün dizileri nereee!
Bir tek yerli dizliler konusunda, Noel’i bekleyen bir çocuk gibi yayın günlerini kovaladığım yurdumun yerli mamülleri var.
Gerek sanatı olsun, gerek oyuncu kadrosu ve çekim açıları, şüphesiz gelmiş geçmiş en estetik sahibi türk dizisi olduğunu düşündüğüm “Fi” ve “Çi”nin meraklısıyım. Ancak okuduğum haberlere göre Azra Kohen, senaryonun kalemine ait Fİ Çi Pi eserlerinden uzaklaştığı ve artık özüne hizmet etmediği için erken final yapacağını duyurmuş. Saygı duyuyoruz da, kitaptan esinlenmiştir etiketiyle diziyi biraz daha izleyebilseydik fena olmazdı.
Elimde geriye kalan ise, salı akşamları kızlarla amber ışıkta oturduğumuz yerden içine düştüğümüz; “Çukur”. “Anti Kahramanların dibi-Vartolu acını anlıyoruz! Sen yürü biz takibindeyiz! Yamaç olsan eteğinden atlar yine çukura düşmek isteriz!”
Ekranda deli izlemeyi özlemişiz belli ki, belki bizim de tepemizin tası atar ümidiyle…