2024’ün En İyi Filmleri: Yılın Öne Çıkanları

 2024’ün En İyi Filmleri: Yılın Öne Çıkanları

2024’ün son günleri, son saatleri… Açıkçası makro ölçekte yeni yıla dair umutlu olmamızı gerektirecek hiçbir şey yok. Kendi adıma da yılın bu zamanlarını hiç sevmiyorum. Üstüme bir ağırlık çöküyor, depresyon bulutlarıyla geziniyorum. Dünyada ve ülkemde olup bitenlere bakınca daha da moralim bozuluyor. Böylesi bir deliryum geçidinde, şuursuzluğun ortasında sağduyulu kalmaya çalışmak bile çok yorucu geliyor.

Yıılın bu zamanlarını sevmesem de bütün bir yıl boyunca dinlediğim albümleri, izlediğim filmleri ve okuduğum kitapları listelemeyi seviyorum. Hatta yeni yıl öncesindeki tek eğlencem de bu oluyor. O yüzden gelin, hep birlikte 2024’ün en iyi filmlerine ve yılın öne çıkanlarına göz atalım.

Listeme geçmeden önce ufak bir hatırlatma yapmam lazım, çok önemli bazı filmleri vizyon tarihleri dolayısıyla ya da başka nedenlerle izleyemedik. Örneğin Luca Guadagnino’nun Queer filmi Türkiye’de yasaklandı. Brady Corbet’in çok konuşulan The Brutalist filmi henüz vizyona girmedi. Keza yurtdışında öne çıkan bir başka film olan Edward Berger imzalı Conclave‘i de daha izleyemedik. O yüzden bu filmleri bir şekilde izleyebilseydim, listemin farklı olabileceğini belirtmek isterim.

Bu hatırlatmayı da yaptığıma göre 2024’ün en iyi filmleri listeme geçebiliriz, keyifli okumalar.

The Substance

Coralie Fargeat son filmi The Substance ile kariyerinde çok büyük bir sıçrama gerçekleştiriyor ve tekno-feodalizm çağında neo-feminist bir manifesto yazıyor. Aslın bakılırsa Coralie Fargeat, Avrupa mitlerinin bilindik “doppelgänger” motifini alarak David Cronenberg’in izinden giden postmodernist bir “Dr. Jekyll ile Mr. Hyde” hikayesi anlatıyor.

Fakat Coralie Fargeat’in bu hikayesi, günümüzün güzellik algısının, yaş ayrımcılığının, TV dünyasına dair sahte ışıltının ve eril zorbalığının üzerine kusuyor. Öyle ki The Substance, kadın vücudunun nesneleştirilmesini kanlı bir “gore” festivaline dönüştürerek protesto bayrağını çok sert ve çok vurucu bir biçimde açıyor.

Bir yandan da Coralie Fargeat, Demi Moore’un canlandırdığı “Elisabeth” karakterini ünlü Anglosakson destanı Beowulf’taki “Grendel’in Annesi”ne dönüştüyor ve onu giderek canavarlaştırarak toplumun tiksindiği, işaret ettiği bir nefret öznesi haline getiriyor. Bunu yaparken de ağır bir kültür eleştirisi sunuyor.
Zaten filmin son perdesindeki iç gıcıklatan “body horror” aşırılığındaki amaç da tamamıyla bu kültürün eleştirisiyle ilintili. Ayrıca The Substance‘ın Demi Moore için bir dönüş filmi olduğunu da söylemek lazım, Demi Moore akıllara kazınacak bir kariyer zirvesine imza atıyor. Coralie Fargeat akıl alan stilize bir yönetmenlikle ve öğüten bir senaryoyla yıkıp geçiyor.

Ghostlight

Kelly O’Sullivan’ın yazdığı Ghostlight, disfonksiyonel aile temasını tiyatronun iyileştirici gücüyle incelikle birleştiren bir yapım. Aynı zamanda Ken Loach ekolü bir işçi sınıfı filmi olan Ghostlight, travmatize olmuş insanların kolektif bir biçimde hayatla nasıl başa çıkabileceklerini gösteriyor.

William Shakespeare klasiği Romeo ve Juliet üzerinden bir yüzleşme hikayesi sunan Ghostlight, dramatik açıdan çok güçlü bir film. Acıları sağaltmaya yönelik göstergeler sunan filmdeki karakterlerin duygusal eğrileri ve doğallık da harika. Ghostlight, Amerikan bağımsız sineması adına da çok sevindirici bir yapım. Geçen yıl adından sıkça bahsettiren The Holdovers‘ı sevenler Ghostlight‘ı da mutlaka izlemeli.

Dune: Part Two

bilimkurgu filmleri

Denis Villeneuve’ün Dune: Part Two (Dune: Çöl Gezegeni Bölüm İki) filmi yıla damga vuran yapımlarından biriydi. Doğrusu Frank Herbert’ın transhümanist düşleri ve çığır açan Dune mitolojisi, Denis Villeneuve’ün makro evren inşasıyla son yılların görsel açıdan en etkileyici eserlerinden birisine dönüştü.

Ayrıca Denis Villeneuve’ün sinematik vizyonunu gösteren ve görüntü yönetmeni Greig Fraser’ın katkısıyla nefes kesen Dune: Part Two, gişede yarattığı dalga ve kırdığı rekorlarla da dikkatleri üzerine çekti. Bununla birlikte Dune filmlerinin spin-off’u niteliğindeki HBO yapımı Dune: Prophecy de mitolojiyi genişleten bir seri olarak 2024’te izleyicilerle buluştu.

Nosferatu

Robert Eggers, Nosferatu ile Alman dışavurumculuğunun simge isimlerinden F. W. Murnau’ya ve Bram Stoker’ın gotik korku edebiyatının temellerinden biri olan Dracula romanına aşk mektubu yazıyor. Bunu yaparken de Dracula’nın temsil ettiklerini ve arketiplerini zifiri bir karanlık içinde sunuyor.

Aslında Dracula; modernite ile gelenek, bilim ile din, mantık ile metafizik çatışmasını odağına alan mitik bir eser. Rumencede “şeytan” anlamını taşıyan Dracula, Doğu’dan gelerek Batı’yı terörize eden bir canavarı sembolize eder. Kan ise aristokratik bir açlığı ve aşırılaşmış bir cinsel arzuyu metaforlaştırır.

Bununla birlikte tıpkı Edgar Allan Poe eserlerinde olduğu gibi Bram Stoker’da da Aydınlanma Çağı’nın getirdikleri romantizm akımının ötesine geçer. Robert Eggers bu yapıtaşlarını alarak Freudyen imgelerle ve psikoseksüel ögelerle dolu bir Dracula anlatısı inşa ediyor. Ayrıca Nosferatu, Yunancadaki “nosophoros” yani “veba taşıyan” kelimesinden türemiştir. Anlatıdaki veba bağlantısı ve korkusu da buradan geliyor.

Doğrusu vampir kültürünün geçmişinden, folklorik inanışlardan, dilden ve okült temalardan beslenen Robert Eggers, diğer filmlerinde olduğu gibi sinemasal işçiliğin ön planda olduğu bir yapım ortaya koyuyor.

Robert Eggers’in her filminde birlikte çalıştığı görüntü yönetmeni Jarin Blaschke’nin geceye hükmeden planlarının da oldukça çekici olduğunu söylemeliyim. Filmin esas gücünün dönemin ruhunu yansıtan bu soğuk, tekinsiz kompozisyonlarda yattığını vurgulamam lazım.

Tabii Bill Skarsgard’ın yaşayan bir cesede benzeyen “Kont Orlok” olarak parladığını da belirtmeliyim. Kont Orlok, The Crow faciasını unutturacak bir performans olarak hatırlanacak ve Pennywise’ın yanına eklenecek. Sonuç olarak Robert Eggers, Nosferatu ile kimliğini oluşturan klasiklere bir saygı duruşunda bulunuyor ve yine stilize bir film sergiliyor.

Emilia Perez

Jacques Audiard’ın Emilia Perez‘i hem içerik hem de biçimsel olarak çok iyi kurulmuş bir narko opera. Özellikle filmin cinsiyet disforisi üzerinden beden ve kimlik inşasına dair açılımları harika bir bakış açısı sunuyor. Açıkçası Pedro Almodovar melodramlarına yakın duran Emilia Perez‘in The Skin I Live In ile de belirgin bir bağı var.

Bununla birlikte filmdeki hikâye de Shakespeareyen trajedilerinin özelliklerine sahip. Fazlasıyla operatik ve gerçek hayatta olamayacak kadar büyük bir anlatı. O yüzden Emilia Perez‘de bir Broadway müzikali havası da mevcut. Bu açıdan filmin müziklerini yazan Camille Dalmais ve Clément Ducol’a ayrı bir övgü düzmek gerekiyor. Müzik ve yaratılan koreografiler filmi başka bir boyuta taşıyor.

Bu arada bu ikiliyi Leos Carax’ın son şaheseri Annette‘den de hatırlayabilirsiniz. Annette filminde de müzik direktörü olarak çalışmışlardı ve ortaya yine enfes bir sonuç çıkmıştı. Ayrıca yozlaşmış bir düzene, sosyal adaletsizliğe ilişkin toplumsal bir eleştiri sunan Emila Perez, hayata tutunmaya çalışan kadınların kolektif çabasını da yüceltiyor.

Filmin başrolündeki Karla Sofia Gascon’a da bir parantez açmak gerekiyor. Bu filmdeki performansıyla Cannes’da “En İyi Kadın Oyuncu” ödülünü aldı ve Cannes’da ödül kazanan ilk trans oyuncu olarak tarihe geçti. Emilia Perez, 2024’ün en iyi filmlerinden birisi olarak MUBI kataloğunda sizi bekliyor.

Furiosa: A Mad Max Saga

George Miller’ın Mad Max serisi, sinema tarihindeki kilometre taşlarından biri. 1979’da başlayan bu çılgınlık destanı 1980’li yılları kasıp kavurmakla kalmadı, arkasından gelen birçok bilimkurgu/aksiyon yapımını da etkiledi.

George Miller, çorak topraklardaki deliliğin dozajını “Fury Road” ile artırdı ve Mad Max serisine de yeni bir yön çizdi. Fury Road ile orijinal üçlemenin sınırlarını genişleten yönetmen, punk ile heavy metal ruhunun şekil verdiği sinematografik bir şölene imza attı.

Furiosa: A Mad Max Saga ise mitolojinin genişlemesini sağlayarak Max’in yerini alan protagonistinin hikayesini geliştiriyor. Ayrıca George Miller, Furiosa karakterini ataerkil sistemin dayattığı ideal kadın imgesinin dışına taşırarak önemli mesajlar veriyor. Furiosa, boyunduruk altına alındığı sistematik ataerkilliğe savaş açarak kaderine razı olmayan güçlü kadın kahramanının mitik bağlamlarını açıyor ve coşkulu bir intikam senfonisi sunarak yılın en iyileri arasında yer almayı başarıyor.

Alien: Romulus

Alien: Romulus, Alien kanonunu başlatan orijinal filme ve Ridley Scott’a saygı duruşunda bulunan bir yapım. Fede Álvarez ilk filme köprü bir hikâye kuruyor ve orijinal filmin tüm estetik unsurlarını göz alıcı şekilde kullanıyor. Üstelik Alien: Romulus, serideki diğer filmlerden de önemli parçalar taşıyor ve birçok sürpriz sunuyor. İlk film ile kurduğu bağ yanı sıra Jean-Pierre Jeunet’nin Alien Resurrection‘ına da açılan bir kapı var.

Fede Álvarez’in “Romulus” ve “Remus” efsanesini kullanması da filme mitik anlamlar yüklüyor. Efsaneye göre Romulus, Roma’yı birlikte kurduğu kardeşi Remus’u öldürerek tahtın tek sahibi olur. Filmde de Roma’nın yaratılış mitiyle bağlantılı şekilde kardeşliğe dair önemli vurgular yer alıyor. Bununla birlikte Galo Olivares’in görüntü yönetimi, özel efektler ve prodüksiyon tasarımı da nefes kesici. Yeni Alien formlarını görmek de çok çekici. Alien Romulus, Alien kanonuna eklenen en nitelikli filmlerden biri ve 2024’ün de en iyilerinden.

Heretic

2024'ün en iyi filmleri

Heretic, inanç sorgulaması yapan ve kurduğu teolojik anlatı ile fark yaratan bir psikolojik gerilim. Açıkçası Scott Beck ile Bryan Woods tarafından yazılan ve çekilen Heretic, Mormon Tarikatı üzerinden dinlerin doğuşuna ve uygulanma biçimine septik bir yorum getiriyor, felsefi açılımlar sunuyor.

Filmin sahip olduğu bu sorgulayıcı diskurun ve zihin oyununun da türe yeni bir entelektüel soluk getirdiği aşikâr. Çünkü Heretic, dinin bir kontrol mekanizması ve kapitalist araç olarak nasıl çalıştığını kurduğu kültürel analojiler ile anlatısının içine yerleştiriyor, aynı zamanda mitolojik bağlantılar yapıyor. Bu açıdan Heretic‘in çok iyi yazılmış bir senaryosu olduğunu belirtmeliyim. Tek mekânda geçen bir film olarak da mekân kullanımı ve atmosfer yaratımı ile öne çıkıyor. Özellikle hikâyenin geçtiği evi bir labirente dönüştürerek gerilimi canlı tutmayı başarıyor.

Tabii Güney Kore sinemasının ikonlarından Park Chan-wook’un Oldboy ve The Handmaiden filmlerinin görüntü yönetmeni olarak tanınan Chung-hoon Chung’a ayrı bir parantez açmak gerekiyor. Chung-hoon Chung’un kamerası evin içinde ürkütücü bir şekilde dolaşıyor, gerilimi tetikliyor, klostrofobiyi sonuna kadar hissettiriyor. Ayrıca yakın planlardaki etkisi ve mat renk kullanımı görsel dili oluşturuyor.

Hugh Grant’i de kariyerinin bu bölümündeki tercihleri için tebrik etmek lazım. Doğrusu Heretic‘teki tekinsiz ve manipülatif performansı kariyer zirvelerinden bir tanesi. Onun oyunculuğu filme boyut atlatıyor.

The Apprentice

2024'ün en iyi filmleri

Ali Abbasi’nin son filmi The Apprentice, yılın en iyi politik draması. Ali Abbasi bu yarı belgesel ile Donald Trump’ın hem bir iş insanı olarak yozlaşma sürecini ve güç zehirlenmesini hem de bir Cumhuriyetçi ve muhafazakâr milliyetçi olarak portresini sunuyor.

1970’ler ve 1980’lere yayılan bir dönemi anlatan film, Donald Trump’ın McCarthyci antikomünist Roy Cohn ile ilişkisini de ayrıntılı şekilde işliyor. Filmin parladığı esas nokta ise Roy Cohn’u aktarma biçiminde yatıyor. Çünkü Roy Cohn elindeki şantaj mekanizması ile siyasi bir düzenleyici ve özellikle New York’taki bürokrasiyi baskıyla avucunun içine almış bir isim. Rosenberglerin idamında da öne çıkan savcı.
Roy Cohn, Donald Trump zenginler kulübüne kabul edildikten sonra Donald Trump’ı kanatlarının altına alıyor ve ona Machiavellci, etik yoksunu, kapitalist bir zorba olmayı öğretiyor, Trump imparatorluğu da böyle kuruluyor.

Açıkçası Ali Abbasi, Donald Trump’ın hikâyesi üzerinden ABD’nin siyasi paradigmasını, Amerikan tarzını ve sağcı popülizmini harika hicvediyor. Tabii Jeremy Strong’un da Succession sonrasında yine muazzam bir rol seçtiğini ve performansıyla göz doldurduğunu söylemek lazım. Sebastian Stan de Donald Trump olarak çok iyi iş çıkarıyor. Ali Abbasi her filmiyle büyümeye devam ediyor, The Apprentice ile de ABD’nin bağırsaklarını deşiyor.

The Room Next Door

2024'ün en iyi filmleri

Pedro Almodóvar’ın son filmi The Room Next Door, yarı biyografik eseri Pain and Glory‘e yakın duran bir yapım. Yaşam ve ölüm diyalektiğine entelektüel bir bakış atan film, ötanazi hakkına dair de bir açılıma sahip.

Pedro Almodóvar’ın karakterlerine derinlik, hikayeye de katman sağlamak için Dora Carrington’a, Edward Hopper’a, Andrei Tarkovsky’e, James Joyce’a ve John Huston’ın “The Dead” filmine yaptığı göndermeler hayli zekice.

Pedro Almodóvar karakterlerini verdiği bu referanslar ve diyaloglar üzerinden imliyor, anlatısının altını dolduruyor, çenebaz bir film sunuyor. Fakat filmdeki flashback sahnelerinin biraz gevşek sunulduğunu söylemeliyim. Özellikle de Tilda Swinton’ın canlandırdığı Martha’nın karakter arkında hoyratlık var.

Açıkçası Pedro Almodóvar’ın alışık olduğumuz yoğun diyalogları ve ritmi The Room Next Door‘da yok. Bu da bana kalırsa kariyerindeki ilk İngilizce film olmasıyla ilgili. Filmin en çekici yanı ise Almodóvar’ın prodüksiyon tasarımındaki Art Deco takıntısında, simetrik kamerasında ve parlak, canlı renk paletinde saklı.

The Room Next Door‘un iç mekân planları, kullanılan objeler, kıyafetler ve sıcak renklerin hissettirdikleri hayat dolu. Bu yanıyla film, ölümü kucaklayan bir yapıya sahip. Elbette Julianne Moore, Tilda Swinton ve John Turturro’yu birlikte izlemek de ayrı bir keyif. Ayrıca Pedro Almodóvar, neo-liberalizm ve sağcılığa karşıt olan politik mesajlarını da John Turturro’nun canlandırdığı karakter üzerinden vermeyi ihmal etmiyor. The Room Next Door, Pedro Almodóvar hayranlarını fazlasıyla mutlu eden bir film.

Ekranda ve Beyazperdede 2024’ün En İyileri dosyamıza buradan ulaşabilirsiniz.

Orçun Onat Demiröz

Lisans öğrenimini 2010 yılında İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesinde tamamladı. Akabinde yüksek lisans için Viyana’ya gitti ve 4 yıl kadar Avusturya’da yaşadı. 2015 yılında Türkiye’ye döndü ve çeşitli kültür/sanat dergilerinde, eklerde, bloglarda yazarlık yaptı. Aynı zamanda birçok ajansta da metin ve içerik yazarı olarak çalıştı. Hayatına yazar, yorumcu ve DJ olarak devam ediyor.

Related post