‘The Penguin’: Gotham İçinde Açılan Farklı Kapılar ve ‘The Sopranos’a Göz Kırpan Bir Mafya Hikâyesi
‘Andor’: ‘The Mandalorian’ Sonrası En İyi ‘Star Wars’ Serisi
Disney’in Lucasfilm’i satın almasından sonra Star Wars evreninin izleyeceği rota merak konusuydu. Yeni Hollywood’un temsilcilerinden olan George Lucas’ın Dune, Flash Gordon ve Planet of the Apes (Maymunlar Cehennemi) gibi kült eserlerden etkilenerek yarattığı mitolojinin yan hikâyelerle sinematik anlamda genişlemeye ihtiyacı vardı. Zaten Lucas da Star Wars’un yeni kuşak film yapımcılarına devredilmesi gerektiğine inanıyordu ve yarattığı evrenin kendisinden sonra da yaşamasını istiyordu. O nedenle bu devri hayattayken yapmak istedi. Disney’e de kurduğu makro evrenin izleyeceği yolda kreatif danışmanlık yapmak niyetindeydi.
Fakat Disney, Lucasfilm’i satın aldıktan sonra Lucas’ın fikirlerini ve tasarılarını bir kenara attı. Nihayetinde Star Wars popüler kültüre dair bir fenomendi ve Disney de bir tekel olarak bu fenomeni sağabildiği kadar sağmak niyetindeydi. O yüzden Disney ile Lucas arasında gerilim doğdu. Lucas kendisini kandırılmış ve ihanete uğramış hissediyordu, Disney ise Star Wars’u Marvel benzeri bir yapıya dönüştürmek ve bir transmedya evreni kurmak istiyordu.
Lucas’ın, arkadaşı ve Lucasfilm’in başkanı Kathleen Kennedy ile ilgili yaşadığı hayal kırıklığı da büyüktü. Lucas kendince haklıydı çünkü Disney onun vizyonunu ve felsefesini yok etmişti. Özellikle son üçlemede bunu derinden hissetmiştik ve birçok hayran bu durumdan rahatsız olmuştu.
Fakat Gareth Edwards’ın yönetmenliğini yaptığı Rogue One, Star Wars evreninin farklı bir köşesinde duran ve yeni ufuklara doğru yelken açan bir filmdi. Bu yenilikçi Star Wars hikâyesi galaksinin tarihçesine ve unutulan kahramanlara dair ayrıksı bir hikâyeydi.
‘Rogue One’ın Başarısı: Başkaldıran, Gizemli ve Karizmatik Kahramanlar
Rogue One, 1977 tarihli ilk Star Wars filmi A New Hope’un öncesinde gelişen olayları anlatan bir yapımdı. İmparatorluğun inşa ettiği kitle imha silahı Death Star’ın (Ölüm Yıldızı) planlarını çalmaya çalışan isyancıların macerasını aktaran film, orijinal üçlemenin atmosferini yakalamayı başarmıştı. Gareth Edwards’ın karanlık uzay operası, Star Wars’un eski okul cazibesi ile modern sinemasal dokunuşları harmanlayarak George Lucas’ın hayaline yaklaşmıştı.
Açıkçası filmin esas gücü de dramatik yapısından ve etkileyici hikâyesinden geliyordu. Filmin sonunda Darth Vader tüm görkemiyle, tüm öfkesiyle kendisini gösteriyordu ve her yeri kırmızıya boyuyordu ama Rogue One; Jedi’ların, Sith’lerin, ışın kılıçlarının, dövüş koreografilerinin ya da ikonik karakterlerin yön verdiği bir yapım değildi.
Tabii Star Wars’un özü dualistik ve iki farklı töz olduğunu savunan felsefi yaklaşıma dayanır. Sith’lerin sonsuz güç arayışı ile Jedi’ların bilgelik arayışı çarpışır, karanlığa ait mutlak güç ile aydınlığa ait barış istenci iç içe geçer. Kaos ile düzen, Güç’ü oluşturan iki temel öğedir ve bu aynı zamanda mitlerin de mayasıdır.
Aslında Star Wars en eski ve ölümsüz hikâyeyi formülize eder fakat Star Wars felsefesi bu bileşenlerden fazlasıdır. Star Wars kahramanın yolculuğunu mitolojik kodlara göre işlerken aynı zamanda temsili demokrasiye, kuvvetler ayrılığına, erk kavramına, adalete, umuda ve etiğe dair de mesajlar taşır.
İşte Rogue One, Star Wars ruhunun taşıdığı bu mesajları yerinde kullanıyordu ve mitolojiye dair enfes bir yan hikâye olarak parlıyordu. O yüzden bu hikâyedeki başkaldıran, gizemli ve karizmatik kahramanların arka planının anlatılmaya ihtiyacı vardı.
Cassian Andor: İsyanlar Umuda Dayanır
“Yaptığım her şeyi isyan için yaptım ve ne zaman unutmak istediğim bir şeyden uzaklaşmak istesem, kendime bunu bir amaç uğruna yaptığımı söyledim. Uğruna değen bir amaç. O olmadan biz kayıbız. Yaptığımız her şey bir hiç olurdu. Şu an pes edersem kendimle yüzleşemem.”
Cassian Andor, Rogue One’da karşımıza çıkan asilerden biriydi. Willix, Aach, Joreth Sward ve Fulcrum gibi takma isimleri de bulunan Andor, isyanda önemli rol oynayan gizli kahramanlardan. Motivasyonu hayli güçlü olan Andor asker, pilot ve aynı zamanda istihbarat subayı olarak görev yapıyor. Keşif, suikast ve sabotaj konularında uzmanlığı bulunan Andor, “Asi İstihbaratı”nın da en yetenekli ajanlarından biri olarak tanımlanıyor.
Yerel ve geçmişi silinen bir karakter olan Andor, Star Wars evreninin yeni kuşakları yakalamak için ihtiyacı olan otantikliğe de fazlasıyla sahip. Karakter arkındaki gizem dolayısıyla da son derece çekici, tıpkı The Mandalorian gibi. Jon Favreau’nun yarattığı The Mandalorian’ın başarısı da Star Wars’un pastiş dünyası içerisine “western” dokusunu eklemesinden ve bilinmeyen “Mandalore” kültürünü anlatmasından geliyordu. Tabii The Mandalorian’ın üretim sürecine dair önemli bir detay vermek gerekirse George Lucas da seriye danışmanlık yapmıştı ve hatta sette görülmüştü.
Rogue One’ın senaristlerinden Tony Gilroy’un yarattığı Andor serisi de The Mandalorian’daki gibi merak uyandıran protagonistine güveniyor. Rogue One’ın yaklaşık beş yıl öncesinden başlayan seri, kısık ateşte pişen hikâyesiyle de fark yaratıyor. Özellikle ilk iki bölümdeki karakter odaklı, ağır anlatım da Star Wars evreni açısından hayli ayrıksı bir yerde duruyor. Ayrıca Andor’un çocukluğunu “flashback” ile anlatmak da karakterin arka planını tamamlıyor ve kurulan bağı artırıyor.
Esasen bir casusluk anlatısı olan seri, galaksinin karanlık ve sert tarafını da ilmek ilmek işliyor. Rogue One’ın izinden giden sinematografisi de iyi bir köprü görevi görüyor. Distopik bir atmosfer kurmak için kullanılan “Blade Runner” renk paleti de seriyi stilize hale getiriyor. Belirtmekte yarar var; seriye sinen bir hiper gerçeklik hissi sözkonusu. Bunun sebebi de serinin gerçek setlerde çekilmesi ve yapı tasarımının buna uygun şekilde oluşturulması. Örneğin Rogue One filminde ya da The Mandalorian serisinde StageCraft teknolojisi kullanılmıştı.
Star Wars evreninde müzikler her zaman önemli bir yer tutar. Efsanevi besteci John Williams’ın serideki yeri de ayrıdır. The Mandalorian serisinde müzikler son dönemin dikkat çeken bestecisi Ludwig Göransson’a emanet edilmişti ve Göransson muazzam bir iş çıkarmıştı. Andor serisinin müzikleri de Nicholas Britell’e emanet. Britell’i son yılların en iyi drama serisi olan The Succession’a yaptığı sofistike müziklerden tanıyoruz. Britell, Andor’a da bu anlamda büyük bir katkı sağlamış ve fark yaratmış. Serinin hikâyesini ve görsel dokusunu ön plana çıkaran müzikleri var.
Üçüncü bölümüyle birlikte aksiyon dozunu artıran seri, imparatorluğa karşı mücadele veren özgür ruhlu karakterlerini ve Asi İttifakı’nı açıyor. Sonuç olarak Andor, iyi yazılmış ve akıllıca kurulmuş hikâyesiyle heyecan veriyor. İlk anlatıcısını kaybeden Star Wars mitolojisinin tam da böyle taze fikirlere, yeni karakterlere ve farklı maceralara ihtiyacı var.
Bu yazı, Episode’un 48. sayısında yayımlanmıştır.