Başrollerinde Ayça Ayşin Turan ve Furkan Andıç’ın Yer Aldığı ’39 Derecede Aşk’ın Fragmanı Yayınlandı
‘Avatar: The Way of Water’: James Cameron’ın Tasarım ve Yüksek Teknolojiye Dair Vizyonu
2009’da vizyona giren ilk Avatar filmi sinemanın geleceği açısından bir kırılma yaratmıştı. Tasarım ve teknoloji alanlarında yeni sınırlar belirleyen Avatar, tüm zamanların en çok hasılat yapan film rekorunu da kırmıştı. 237 milyon dolarlık bir bütçeyle çekilen film, 2.9 milyar doları aşan bir hasılat elde etmişti ve inanılmaz bir gişe başarısı yakalamıştı. Aynı zamanda Altın Küre Ödülleri’nde ‘En İyi Film’ ve ‘En İyi Yönetmen’ ödüllerini alan yapım, dokuz dalda aday gösterildiği Akademi Ödülleri’nde ise ‘Sanat Yönetimi’, ‘Görüntü Yönetimi’ ve ‘Görsel Efekt’ dallarında Oscar heykelciklerine kavuşmuştu. Tabii böylesi bir başarı sonrasında devam filmlerinin gelmesi ve Avatar‘ın bir franchise’a dönüşmesi kaçınılmazdı. Fakat devam filmlerindeki ustalığıyla tanınan James Cameron, tasarım ve teknoloji alanında açtığı yeni yolda beklemeyi tercih etti ve Avatar: The Way of Water ilk filmden tam 13 yıl sonra vizyona girdi.
Doğrusu Cameron, Avatar‘ın ilk filmi için de doğru zamanı ve teknolojinin gelişmesini beklemişti. Aslında filmin ilk taslaklarını 90’lı yıllarda ortaya çıkaran Cameron, istediği görsel dünyanın ve makro evrenin kurulabileceğine de The Lord of The Rings (Yüzüklerin Efendisi) serisiyle ikna olmuştu.
The Lord of The Rings serisinin çığır açan görsel dünyasının arkasındaysa 1993’te Yeni Zelanda’da kurulan Weta Digital adlı firma vardı. Kurucuları arasında Peter Jackson’ın da olduğu Weta Digital; geliştirdiği dijital görsel efektler, sanal ortamda çok aracılı simulasyon sistemleri ve yazılım programlarıyla sinemaya boyut atlatmıştı.
Cameron, The Lord of The Rings serisini izledikten sonra hayalindeki evreni yaratmak için kendisine yardımcı olabilecek doğru adresin Weta Digital olduğuna karar vermişti. Avatar filmi için de patenti kendisine ait olan “Fusion Camera” sistemini geliştirmişti. Öncü niteliğindeki filmin büyük bir kısmı da “photo-realistic CGI” ile yaratılmış ve birçok CGI (bilgisayar tabanlı görüntü) sahnesinde de “motion-capture” teknolojisi kullanılmıştı.
Gerçek görüntüyle bir çeşit performans yakalama teknolojisinin bir araya getirildiği Avatar, yeni ufuklar demekti. Avatar: The Way of Water filmi için de Weta Digital ile çalışan Cameron; yaratılan renk derecelendirme, yapay zeka ve 3D efektleri sayesinde yine devrimci bir CGI hikaye anlatımına kavuşmuş. Elbette burada Cameron’ın yönetmen olarak becerileri de oldukça önemli. Neticede kendisi farklı alanlarda yetkin ve hayli yetenekli bir isim.
Ana Akım Kodları, Çokyönlülük ve Yenilik Tutkusu
James Cameron’ın hayatını değiştiren filmlerin başında Stanley Kubrick klasiği 2001: A Space Odyssey gelir. Zaten üniversitede Fizik ve İngiliz Edebiyatı okuyan Cameron’ın filmlerinin büyük bir kısmı da bilimkurgu türüne aittir. Sinema dünyasına set dekorlarının taşındığı kamyon şoförlüğüyle adım atan Cameron, kameramanlıktan ses teknisyenliğine kadar birçok farklı alanda da çalışmıştır. Kariyerinin ilk yıllarında auteur yönetmen John Carpenter’ın etkisi de büyüktür. Cameron, Carpenter’ın kült bilimkurgusu Escape From New York’ta görsel efekt tasarımlarını yaptıktan sonra Halloween‘dan esinlenerek The Terminator‘ın senaryosunu yazar.
The Terminator ile fitili ateşleyen Cameron, fütüristik vizyonunu da açığa çıkarır. Tasarıma ve teknolojiye olan obsesyonuyla tanınan Cameron, The Terminator sonrasında yaptığı Aliens, The Abyss ve Terminator 2: Judgment Day ile de ölçeğini giderek büyütür. Ana akım formüllerini çok iyi bilen bir bilimkurgu ve aksiyon ikonuna dönüşür, gişeleri de altüst eder.
Filmleri içerikten yoksun diye eleştirilse de her filminde sinema dünyasına farklı yenilikler sunmaya gayret eder. Özellikle The Abyss ve Titanic‘in yapım aşamasında su altı çekim teknikleri konusunda uzmanlaşır. Titanic ile Avatar arasındaki sürede de okyanuslar ve derin çukurlar üzerine çalışmalar yapar. Hatta dünyanın en derin noktası olarak bilinen Mariana Çukuru’na dalabilmek için National Geographic Society’le birlikte çalışır. Bu doğrultuda “Deepsea Challenger” adını verdiği denizaltı aracının da tasarımını yapar. Bu araçla Mariana Çukuru yanı sıra New Britain Çukuru’na da tek başına dalan Cameron, NASA’nın keşif görevlerinde kullanılan kameralarının geliştirilmesine bile yardımcı olur. Yani Cameron salt yönetmen olmakla yetinmiyor. O aynı zamanda bir kaşif, tasarımcı ve mühendis.
Ekolojik Mesajlar, Kurumsal Açgözlülük ve Kolonyalizm Karşıtlığı
İşte, Avatar‘ın uzun soluklu yaratım sürecinde de Cameron’ın yıllar içinde farklı disiplinlerde kazandığı ihtisas yatıyor. Bu arada filmin alt metnindeki ekolojik mesajların ve kolonyalizm karşıtlığının da Cameron’ın yaşam biçimi ile uyuştuğunu belirteyim.
Cameron aynı zamanda vegan ama o bu tanım yerine “futurevore” kavramını kullanmayı tercih ediyor. Kendisini geleceği düşünen biri olarak ifade eden Cameron, uzun süredir de Yeni Zelanda’da bir çiftlikte yaşıyor ve doğal bir hayat sürüyor. Hatta sürdürülebilirlik ve “Vegan Gıda” girişimleri de bulunuyor.
Avatar‘ın hikayesini oluştururken Frank Herbert ve Isaac Asimov gibi bilim kurgu tanrılarından etkilenen Cameron, devam filmini de çevreci bir su altı belgeseline dönüştürmüş ve doğayla uyumlu yaşamanın altını çizmiş. Fakat Avatar: The Way of Water‘ın hikâyesinin ilk filme yenilikçi bir ekleme yaptığını söylemek mümkün değil. Film gücünü yine kurduğu makro evrenden ve görsel deneyiminden alıyor. Her ne kadar Pandora gezegeninin farklı bir köşesine gitmek ve Resif Halkı Metkayina’lar ile tanışmak heyecan verici olsa da devam filminin hikayesinde kırılma yaratacak majör bir olay bulunmuyor. Tabii bunun yaklaşık beş filmlik bir seri olacağını düşündüğümüzde, bu iki filmin sadece giriş kısmı olduğunu da unutmamak gerekiyor. Zaten Cameron da üçüncü filmde Na’vi’leri başka bir açıdan ortaya koyacağını ve karanlık “Kül Halkı”nı da hikâyeye dahil edeceğini belirtti.
Avatar: The Way of Water‘ın bir problemi de karakter arklarında yatıyor. Maalesef devam filmindeki karakter gelişimlerinin sınırlı ve bazı karakterlerin de yine fazlasıyla “stereotip” olduğunu görüyoruz. Aile temasını odağına alan devam filminin, feminizm ve babalığa dair mesajlarının da ilkel klişelerle dolu olduğunu söylemek lazım. Ancak çocuklar üzerinden hikâyeye yedirilen ‘kahramanlık’ ve ‘öteki’ motiflerinin parladığını ifade etmeliyim. Özellikle Payakan isimli Tulkun, Moby Dick gibi korkulan bir öteki. Bu açıdan filmde yan hikâye unsurları olarak Moby Dick öbekleri de bulunuyor ve deniz canlıları ile kurulan bağ spiritüel anlamda önemli bir yere oturuyor.
Filmin 190 dakikalık süresine rağmen temposu ve ritmi de sorunsuz. Lakin filmin final blokundaki çatışma planlarının ve Titanic göndermelerinin de sarktığını eklemeliyim. Açıkçası filmin esas ışıldadığı anlar Pandora’nın su altı dünyasında ve Eywa’ya dair ezoterik aktarımlarda yatıyor.
Sonuç olarak Avatar: The Way of Water, Cameron’ın devam filmlerinde ne kadar iyi olduğunu tekrar gösteriyor ve vaat ettiklerini de yerine getiriyor. Elindeki teknolojik imkânları yine sonuna kadar kullanan Cameron, Avatar: The Way of Water ile filmografisine sinemaya boyut atlatan epik bir film daha ekliyor ve ilk filmi aşan bir görsel deneyim sunuyor.