Psikanaliz: Can Manay | Esra Koçak
”Düşündüklerinizi umursamıyorum, tabii düşündükleriniz benimle ilgili değilse”
Kurt Cobain
Can Manay’la tanıştığımız ilk sahnede varoş bir mahallenin dar sokaklarından aşağı yürürken şu cümleyi kurar: ”Bir insan yaratmanın maliyeti çok düşüktür; yumurta, sperm ve kafi miktarda şehvet, ve işte dünyadasın.”
Bu cümle onun kendilik algısıyla ilgili ilk ipucunu bize verir aslında. Bir insan, bir yaratı, hem sperm ve yumurta tarafından oluşturulan hem de kendi kendini kurgulayan. Sokaktan usul usul aşağı inip bir batakhaneye girer. Orada bıçkın bir adamı göz hapsine alır. Adam öfkeli birisidir, zaten o yüzden takılır radarına. O anda neden onu seçtiğini bilemesek de az sonra bunu anlarız, Can kavga istiyordur. Adamı bakışlarıyla rahatsız eder, öfkesini kontrol edemeyeceğini anladığı birini öfkelendirir. Sonra suratının ortasına yumruğu yer ve bundan haz duyar. Burada Can’ın mazoşist bir nüvesi olduğunu ilk kez görürüz. Can cezalandırılmak istiyordur, neden cezalandırılmaya ihtiyaç duyduğunu ise dizi sürdükçe, yavaş yavaş anlarız.
Can, ünlü bir psikiyatrist, öğretim üyesi ve televizyon programcısıdır. Dizide, yaptığı işlerin hepsinde çok başarılı olduğu fikri süreğen olarak yansıtılır. İnsanlar ona hayrandır, kadınlar onunla birlikte olmak ister, öğrencilerinin gözünde çok değerlidir. Öte yandan Can, etikten bihaber davranmaktadır. Televizyon programında terapi yaptığını iddia etmek bile başlıbaşına etik bir ihlaldir zaten. Hele de öncesinde konuğun kirli çamaşırlarını karıştırıp yayında bunları yüzüne vurmak, ne terapiyle ne de psikiyatriyle alakası olmayan bir davranış.
Can, etik de dahil olmak üzere tüm kurallarla problem yaşayan bir adamdır ama bunun nedeni anarşist olması değil, hayatı kendi kurallarıyla oynamak istemesidir. Elbette bu kulağa hoş gelen bir fikir ancak hepimiz diğer insanlara bağlı yaşarız. Sosyal etkileşim, insanoğlunun hayati ihtiyaçlarından biridir. İnsan, insanla yatışır ve ruhunu etkileşimle besler. Bu etkileşimin temel kuralları vardır. Hepimizin kişisel sınırları vardır ve ötekilerin bu sınırı geçmesini istemeyiz ve ötekinin sınırını izinsiz geçmememiz gerektiğini de biliriz. Can, bu temel kuralları da kabullenemeyen bir adamdır. Ötekinin duyguları, düşünceleri, sınırları onun için önem teşkil etmez. Benmerkezcidir.
Özellikle insanlarla ilişki kurma biçimine bakarak, Can Manay’ın narsisistik bir kişilik yapısına sahip olduğunu söylemek mümkün. Narsisistler insan ilişkilerinde karşılarındakinin duygularını önemsemezler. İnsanları küçümseme ve kendilerini büyük görme eğilimindedirler. Özel muamele beklerler ve bu muameleyi görmediklerinde öfkelenmeye meylederler. Kendilerine hayranlık duyulması onlar için önemli ve gereklidir. Diğerlerinin elinde, onların arzuladığı bir şey varsa buna karşı yoğun kıskançlık duygusu beslerler ve diğer insanların onları kıskandığını düşünürler. Diğerlerinin arzularını ve ihtiyaçlarını anlamak ve karşılamak konusunda yetersiz ya da isteksizdirler. Kibirli davranırlar. Son derece kontrolcüdürler. Hayatı ve insanları kontrol etmek için olağanüstü bir gayret gösterirler. Bu kontrol düşkünlüğü bazen obsesyon şeklinde tezahür eder. Can’ın kalemleri dizmek, su bardaklarını belli zeminlere bırakmamak, simetriye düşkünlük gibi merakları, kontrolcülüğünün görüntüsü olan obsesif yapının bir tezahürüdür.
Narsisistler son derece çekici ve ikna edici olabilirler. Bir kişiyle ilgilendiklerinde, bu kendi doyumlarını sağlamak içindir. Öncelikle bu kişiyi göklere çıkarırlar, altın tozuna bularlar, onları ne kadar arzuladıklarını her fırsatta ona söyleyip karşılarındakini yüceltirler. Aslında burada yücelttikleri, karşılarındaki gerçek kişi değil, o kişiye yansıttıkları narsisistik ideal imgedir. Can Manay ve Duru ilişkisi, narsisistlerin ilişki oluşturma örüntüsüne neredeyse tam olarak oturur. Duru’yu daha tanımadan, ilk gördüğünde idealize eder. O ‘mükemmel kadın’dır. Demek ki ‘mükemmel adam’ olan kendisinin olmalıdır. Duru’nun ne istediğinin önemi yoktur. Defalarca reddedilmesine rağmen onun peşinden koşmaya devam eder ve onu baştan çıkarmaya çalışır. Yine sosyal normları düzenleyen tüm kuralları ayakları altında çiğneyerek yapar bunu.
Arzu nesnesini elde ettikten sonra, narsisist önce onu idealize ettiği kendiliğine bir ayna olarak kullanır. Ondaki kusurlara ya da onun ayrı ve özgün bir kişi olmasına tahammülü yoktur. Arzu nesnesini kısıtlamaya başlar, ona atfettiği anlamı karşılamaya zorlar. Onu çevresinden izole eder çünkü karşısındakinin ilgisinin odağı olmak zorundadır. Karşılarındaki kişiyi manipule etmek için sıklıkla kabahatlerini onlara projekte ederek, suçluluk duygusu yaratırlar. Sert eleştirilerle karşılarındaki kişiyi kişiliksizleştirirler, onları aşağılamak, kendilerini daha iyi hissetmelerinin bir yoludur.
Karşıdan gelecek eleştirilere öfke nöbetleriyle ya da onlardan uzaklaşarak yanıt verirler. Narsisistlerin eleştiriye toleransı çok düşüktür. Sürekli pışpışlanmak isteyen bebekler gibidirler. Meme istediklerinde ve beklemek zorunda olduklarında hemen ağlamaya, tepinmeye başlayan erişkin bebeklerdir narsisistler. O büyüklenmeci, parıltılı görünümlerinn altında, kırılgan, yetersizlik duygularıyla dolu, cezalandırılmayı hak ettiğini düşünen bir içsel dünya vardır. Narsisist, yetersizliklerini kompanse etmek için kendine şişirilmiş bir kendilik tasarlar. Dünyanın gördüğü kişi, aslında gerçek kendiliği değil, kendi tasavvuru olan bir yaratıdır.
Can, akıl hastanesinde yatmış olduğunun ortaya çıkma ihtimali belirdiğinde, birden donup kalır. Orada elinden hiç bir şey gelmeyen, çaresiz, yetersiz kocaman bir bebeğe dönüşmüştür. Ne yapacağını bilemeden öylece kalakalır. Can’ın gerçek kendiliğini kısa bir an görmüş oluruz. O alaycı, sivri dilli, kibirli görünüm, işte o görüntüyü örtmek için kurgulanan bir tasarıdır. Gerçek kendiliği, neredeyse hayatla bağdaşmayacak ölçüde kırılgandır, içi bomboştur, bu yüzden hayatta kalmak için narsisistik bir kendilik yaratma yoluna gitmiştir. Elbette bütün bunlar bilinçli değil, bilinçdışı süreçler. Henüz nasıl bir çocukluk hikayesi olduğunu bilemesek de küçük yaşta 3 yıl Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde yattığını biliriz. Anne babası var mı yok mu bilemeyiz. Muhtemelen çok travmatik, sevgiden yoksun kaldığı ve kendilik gelişimi için olumlu bir zemin sağlayamayan bir çocukluk geçirmiş ve bunun karşısında narsisistik bir kendilik oluşturmuştur.
Can Manay, kimseyle gerçek bir ilişki kuramıyor gibidir. Narsisistlerin bir özelliği de özgün ve sahici bağlar kuramamalarıdır. İlk bölümlerde, düzenli olarak seviştiği, kadını seviştikten hemen sonra evine gönderdiğini görürüz. Bedensel temas kursa bile duygusal bağ kurmaktan kaçınır. Duygusal bağ kurmak için gerçek bir kendilik gerekir, ilişkilere özgünlüğünü ve samimiyetini veren şey, kendilikteki özgünlüktür. Narsisistlerin kendiliği ise kırılgan ve boş iç dünyalarını yok olmaktan korumak için oluşturdukları sahte bir kendiliktir. Bu nedenle özgün ve sahici ilişkiler kuramazlar. Dünya üzerindeki nadir bağlarından biri olan, bugünlere gelmesinin en önemli destekçilerinden olan Eti’yi bile kendisini onaylamadığı, eleştirdiği için kolayca ve bir anda hayatından çıkarır. Yıllardır yardımcısı olan Kaya’yı da benzer bir nedenle kovar. Çünkü Can uzun yıllardır hayatında tuttuğu insanlarla bile gerçek bir ilişki kurmaz; kuramaz çünkü içindeki gerçek kendilik, ilişki kuramayacak kadar yetersiz ve boştur.
Eti, Can için bir anne ikamesidir. Onu koruyup, kollayan, bugünlere getiren kadın. Eti, Can’a bir kimlik vermiştir: hem gerçek hem mecazi anlamıyla bir kimlik. Eti’de de narsisistik özellikler olması mümkün. Can onun biçtiği giysinin dışına çıkmak istediğinde, onun narsisistik uzantısı olmaktan vazgeçtiğinde, bunu engellemek için ona izinsiz olarak ilaç enjekte etmekten bile çekinmez.
Narsisistik anneler, çocuklarının onların uzantısı olarak, onların çizdiği yoldan gitmesinden doyum sağlar. Bireyleşme eğilimlerine şiddetle karşı çıkarlar. Onları kendilerine bağımlı kılmak isterler, böylece çocuklarından elde edecekleri doyumu yitirmezler. Eti ve Can’ın ilişkisi bu örüntüye benzerlikler gösterir.
Can’ın dünyasındaki en önemli imge ise Duru’dur. Duru’yu elde etmek için hem onu hem de sevgilisi Deniz’i manipule eder. Hamlelerini bir satranç oyuncusu gibi planlar ve diğerlerinin duygu, düşünce ve arzularını hiçe sayarak, kendi istediği yolda yıkıcı şekilde ilerler. Bilinçli olarak yaptığı hamlelerin yanında, bilinçdışı olarak kullandığı bir yöntem vardır: Yansıtmalı özdeşim.
Yansıtmalı özdeşim kavraması biraz güç bir psikiyatrik kavram. Kişi, kendiliğinden olumlu ya da olumsuz bir parçayı, karşısındaki kişiye yansıtır. Karşıdaki kişi, yansıtılan bu parçayla özdeşim kurar. Yansıtan, yansıttığı parçayı karşısındakinde görür ve yansıttığı olumlu ya da olumsuz parçayla tekrar etkileşim kurar. Can’ın Duru’ya yansıttığı ideal imge, Duru tarafından içselleştirilir, Duru da kendini daha ideal birisi olarak görür, hatta daha kibirli davranır. Can onda gördüğü, yansıttığının farkında olmadığı bu ideale aşık olur, onu yani o ideali elde etmeye karşı obsesif bir tavır sergiler. Benzer şekilde Duru ve Deniz’e yansıttığı agresyon, ikisini de daha agresif yapar, başta ılımlı ve barışçıl olan ikili önemsiz olabilecek konularda kavga etmeye, birbirleriyle tartışmaya başlarlar.
Can Manay gibi zeki ve başarılı, yani yarattığı büyüklenmeci sahte kendiliğin içini doldurabilmiş bir narsisist, etkileşime girdiği herkes için çok tehlikeli olabilir. Fi’nin ilk sezonu boyunca bunun çeşitli örneklerini gördük. Bugün final bölümünde olacakları henüz bilmesem de Can’ın amaçlarından – en azından birine – ulaşacağını tahmin ediyorum. Ama her narsisistte olduğu gibi Can Manay’da da bu zafer, içi boş kendiliğini doldurmaya yetmeyecek, elde ettiği zaferin, nesnenin içini boşaltana kadar onu tüketmeye devam edecek. Biz de onun bu boşluğu doldurmaya çalışırken kurguladığı entrikaları merakla izlemeye devam edeceğiz.
“Fi” Dizisini İzlemeden Önce Bilinmesi Gereken 5 Konu Başlığı | Koray Sarıdoğan