Röportaj | CANER ÖZYURTLU
Bu röportaj, Episode Dergi’nin Mart 2022 tarihli sayısında yayımlanmıştır.
Röportaj: Fulya Turhan
Fotoğraf: Jiyan Kızılboğa
Oyunculuk, yazarlık, yönetmenlik, yapımcılık ve YouTuber gibi farklı alanlarda çok yönlü bir kariyere
sahip Caner Özyurtlu. Pandemi döneminde başladığı Loş Sohbet programıyla keyifli vakit geçirdik.
Yapımcılığını, yönetmenliğini ve senaristliğini üstlendiği Biz Böyleyiz filmi çok beğenildi, izlendi.
Yine yapımcılığını üstlendiği Dayı Şov, son dönemin en sevilen işlerinden biri haline geldi. Ve Ayak
İşleri… Caner Özyurtlu’nun yönetmen koltuğunda oturduğu, senaryosunu Volkan Öge ile birlikte kaleme aldığı, başrollerinde Çağlar Çorumlu ve Güven Murat Akpınar’ı izlediğimiz GAİN Orijinal di-
zisi Ayak İşleri son yılların en başarılı, en keyifli, en eğlenceli işlerinden biri. Biz de okurlarımız için Caner Özyurtlu’yla televizyon, sinema ve dijitale yayılan kariyerini, Ayak İşleri dizisini ve çok daha
fazlasını konuştuğumuz dolu dolu bir röportaj gerçekleştirdik. Keyifli okumalar…
Ayak İşleri‘ni konuşmak istiyorum önce. Nasıl ortaya çıktı bu proje? Fikir nasıl oluştu, nerelerden ilham aldın?
Ben hep sinemaya iş yaptım bugüne kadar. Pandemi olunca inanılmaz bir paniğe kapıldık ve bütün projelerimiz iptal oldu. Biz de aç kaldık gibi bir korkuya kapıldım. Tam da yeni bebeğim olmuştu. Yapmayı bildiğim her şey iptal oldu bir anda. Ben Volkan Öge’yi biraz darlıyordum 1-2 senedir, beraber iş yapalım diye, o da beni hiç sallamıyordu (gülüyor). Sonra bir gün Caddebostan sahilde yürürken telefon çaldı. Volkan dedi ki, iki kiralık katil yapsak, hep beraber hareket eden. Her bölümde birini öldürseler… İçlerinde de bir çatışma buluruz falan dedi. Ben ölüm teması o kadar sevmiyorum. Daha reel bir yerde takılmak isterim ama proje güzel geldi. Üç beş gün düşünüp bir gece gaza geldim, ilk bölümü yazdım. Volkan’a da attım, hızıma şaşırdı. Abi ben çok gaza geldim buluşalım, dedim. O ilk bölümün üzerine konuştuk. Karakterleri konuştuk. Sonrasında Ayak İşleri fikrine getirdik.
Başta bir kiralık katil hikâyesiydi yani.
Kiralık katildi Volkan’ın fikrinde. Ben de küçük şeylerle uğraşmayı daha çok seviyorum ama böyle jenerik fikirler bulamıyorum. O yüzden çok küçük yerlerde geziyorum hep. Volkan’dan gelen büyük bir fikri biraz küçültmüş oldum, böyle ortaya çıktı proje.
Küçük hikâyeleri anlatabilmek daha zor gelir bana hep. Diyalog işin içindedir, karakter işin içindedir çünkü. Başarılı bir şekilde icra etmek daha zor gibi geliyor bana.
Evet, öyle aslında ama başarı çok tartışmalı oluyor. Yani sana, bana göre başarılı olan bir şeyi sadece küçük bir hikâye anlattım diye birçok insan kaçırabiliyor. Çok sevenlerin yanında, “Bu ne ya! Saçma sapan bir iş, bir şeyin peşinde adamlar 20 dakika sohbet ediyor,” diyen çok. O yüzden diziyi çok sevmeyen insanlar da var ama sonuçta benim benliğim de bu, böyle şeylerden etkileniyorum. Daha büyüğünü üretemiyoruz zaten, bakalım bir gün üretim umarım.
Senin için ne ifade ediyor Ayak İşleri? Kariyerinde nerede duruyor, seni ne kadar yansıtıyor?
Ayak İşleri çok özel bir yerde duruyor. Yıllarca hep sipariş üstüne işler yaptım, ilk filmimde çok kendi istediğimi yapıp sonra piyasaya küstüm 7-8 sene. Maddi manevi çok kötü geldi bana o süreç. Ev filmini 2010’da yaptım, 23 yaşındaydım. Çok etkilenmiştim. Sonra hep insanlar ne istiyorsa onu yaptım. Yani kanallar neyi sipariş ediyorsa batmayacağım şekilde onu yaptım. Biz Böyleyiz filmi oradan beni çıkardı biraz. Ayak İşleri de yapmak istiyorum dediğim bir iş oldu ve bunun tutması hayatımı değiştirdi diyebilirim çünkü yazmaya geri döndüm. Biz Böyleyiz‘de dönmüştüm aslında, 7 yıl yazmamıştım Ev‘den sonra. Ayak İşleri beni geri döndürdü. Şu anda o kadar çok şey yazıyorum ki aynı anda, büyük ihtimalle o yüzden bazıları kötü çıkacak. (Gülüyor).
Komedi mi bu projeler?
Yok, hiç değil. Biri komedi, diğerleri değil. Farklı alttürlerde.
Biz Böyleyiz ve Ayak İşleri‘ne bakınca ters köşeleri sevdiğini görüyorum. O nüansları güzel yazıyorsun. Diyaloglar çok iyi, karakterler çok dolu. Yani yan karakterlerin de altı dolu. Bu senin özel olarak yöneldiğin bir alan mı? Önce karakter mi düşünüyorsun yoksa hikâye mi?
Hikâyeden yola çıkamıyorum ben, hatta kötü bir hikâyeciyim aslında. Kendimde en çok geliştirmeye çalıştığım şey de o. İyi bir final bulamam genelde çünkü karakterlerin küçücük şeylerine o kadar takılırım ki. Hayatta da öyle. Bir insanın bir özelliğine takılırım, iki yıl onu izleyebilirim. O heyecanla bakarım. Değişecek mi veya tekrar edecek mi diye izlerim. O yüzden de bir karakterle ilgili birkaç özellik veya altyapısıyla ilgili beni heyecanlandıran detaylar bulunca yazmaya başlıyorum. Öykü hep sonra geliyor ama Ayak İşleri bunun zirvesi. Bu iki karakteri hep şöyle yazdık, cıvatacıya girseler ne olur? Hadi sokalım bakalım oraya… Volkan’la ses kaydı açıp tartıştık. Deniz Alnıtemiz’le de öyle. Bir arabaya binseler ve 27 dakika arabada kalsalar ne olurdu? O Vedat’ı konuşturuyor, ben Evren’i ya da tam tersi… Böyle geliştirdik. Karakterleri sevip tanıyıp veya sevmeyip tanıyıp, onları bir şeylerin içine atıp ne olacağını bilmediğim şekilde yazdım hep. Finali hiçbir zaman bilmiyordum.
Cast süreci nasıl gelişti peki? Çağlar Çorumlu ve Güven Murat Akpınar hep aklında olan oyuncular mıydı?
İlk denemelerde o kadar değildi. Ben normalde düşünerek yazardım biraz ama bu sefer Vedat da Evren de bir karakter olarak çok gözümün önüne geldi. Yüz olarak değil ama iki güzel karakter çıktı. İki üç bölüm yazdıktan sonra özellikle. Vedat’ı tanıyorum gibi hissettim, Evren’i de. O zaman kiminle görüşsek gibi bir yere geldik. Ama çok az kişiyle, bir kişiyle falan görüşmüşüzdür onlarla görüşmeden önce.
Şahane bir ikili. Çok iyiler.
Kesinlikle. Bence ikisi de diziyi farklı bir yere taşıdı. Murat konservatuardan sınıf arkadaşım zaten. O yüzden çok yerde beraber de oynadık. Birbirimizden çok sıkıldığımız dönemler de oldu ama benim çektiğim ilk televizyon pilotunda da Murat başrolde mesela. Ben daha 21 yaşındaydım, okuldayken bir kanala bir şey çekmiştim, Murat oynuyordu. Biz hep beraberdik yani. Ta o zaman “hocam” diye kaydetmiş geyik olsun diye, hâlâ öyle duruyor. Bizi birbirimize benzetmeleri de o yüzden belki, mimiklerimiz, falan. Çok vakit geçirdik çünkü.
Harika bir uyumları var.
İkisi de benden çok şey taşıyor. Benim çok takıntılı olduğum şeyler vardır. Delirtirim insanları, bir şeye tutulurum çıkamam oradan. Evren’de o çok var ama bazen de o kadar kaba şeyler söylüyorum ki insanlar çok şaşırır. Gerçekten bunu savunuyor olamazsın derler. Yani ilk sezonunda Vedat’ın savunduğu bazı argümanlar aslında benim argümanlarım ama Evren olarak karşı çıktım. Bazen Evren’in argümanları benim oluyor, Vedat olarak karşı çıkıyorum. Aslında ikisi de benim ve Volkan’ın hem birbirimizle hem de kafamızın içinde çatışması gibi.
Ayak İşleri‘nde sevdiğim bir şey daha var. Tutturması zor bir denge sözkonusu burada diye düşünüyorum. Evren aracılığıyla da Vedat aracılığıyla da bir şeyler söylüyorsun, birtakım konseptleri çarpıştırıyorsun ama birinden birini haklı göstermek, haklı çıkmak gibi bir çaban yok.
Evet, öyle olmaması üzerine bir çabam var. Biraz tehlikeli. İkinci sezonda özellikle çok tehlikeli şeyler var. Ne olacak bilmiyorum. Çünkü haklı haksız meselesine de çok inanmıyorum. Bana herkes haklı geliyor yani tartıştığımda da öyle geliyor. Mesela birine çok sinirleniyorum, gidip bu konuyu açıyorum tartışıyoruz. Bir şey söylüyor, haklısın diyorum. O yüzden Biz Böyleyiz‘de de denediğim bir şeydi bu. Özge Özpirinçci’nin karakteri politik doğrucuydu yine ve biraz fazla politik doğrucuydu. Filmin sonunda da karakteri en eksik çıkan o olmuştu. Bir tartışmada her şeyi bok ediyordu ve çok eleştirildim. Hani nerede politik doğruculuk, dediler. Ben de politik doğruculuğu savunmuyorum ki zaten. İnsanın içindeki çatışmalarını savunuyorum. Yani Evren bir şey söylediğinde bu doğrudur demek istemiyorum. Vedat’ın haklı olduğu çok konu var aslında o yüzden ben sadece bir tartışma yaratmak istiyorum. Ama Türkiye’de karakterlerin söylediği şeyleri senaristin savunması zannediyor insanlar, çok tuhaf. Ben hiçbir zaman cevap vermek istemedim, hep soru sormak istiyorum filmlerimde, o yüzden daha az izleniyor gerçekten. Çünkü insanlar cevap istiyor. Sonuç istiyor. Ben de istiyorum ki çıkınca herkes tartışsın, sence ne oldu, hangisi haklıydı gibi. Ama işte Türkiye siyasette de ailede de sinemada yönlendirme istiyor. Kendi kararlarını vermek istemiyor.
O yüzden de çarpışan, tartışan kavramlardan yola çıkıyorsun sanırım bölüm hikâyelerini planlarken.
Genelde evet, kavram üzerinden çıkıyorum. Mesela ilk bölüm ırkçılık veya milliyetçilik üzerine konuşmayı çok istiyordum. Vedat’la Evren’in konuşmasını istiyordum, konuştular.
Peki, Vedat ve Evren hep böyleler miydi? Evren mantıkçı, politik doğrucu. Vedat iş bitirici, görev adamı. Yazarken ya da casting sürecinden sonra değişiklikler oldu mu karakterlerde?
Castingden sonra değişmedi, böylelerdi aslında temel olarak. Politik doğrucu, hayatta çok takıldığım bir tip çünkü hayatın zevkini de çok azaltan bir tip ama Türkiye gibi bir ülkede de şart bir karakter. Çünkü politik doğrucu olmazsan da inanılmaz yanlışçı oluyorsun. O yüzden istediğim hikâyeleri anlatmak konusunda Evren hep ayağımı yere bastırdı. Çok yanlış bir şey söylersem de düzeltme veya üzerine sorgulama şansı verdi. O yüzden Evren hep vardı. Vedat ile ilgili başka denemelerim oldu. O yüzden de Vedat şimdi ikinci sezonda değişim yaşıyor, asıl olayı onunla ilgili. Karakterlerin psikolojisi üstünden kırılıyor genelde kafamda her şey.
Ayak İşleri‘yle ilgili planların nedir peki? İster misin sezonlar boyu süren bir iş olsun.
Ben sıkılana kadar sürsün isterim. Henüz sıkılmadım ve 3. sezonla ilgili de aklımda fikirler var. İkinci sezonla birinci sezon da o kadar benzemiyor bence. İkinci sezonda biraz daha psikoloji çizgisi var bütün sezona yayılan. Biraz Vedat’ın değişimi üzerinden gidiyor ve daha fazla diyalog var aslında. Daha az konuk oyuncu var. Biraz daha Vedat ve Evren çalışması üstüne kurulu. İlk sezon onları da çok tanımadığım için iyi kaçış olmuştu benim için konuk oyuncular. Şimdi karakterleri tanıdıkça daha fazla onlara odaklıyım. O yüzden çok gerginim seyirci üzerinde nasıl bir etkisi olacak anlamında. Sen ilk sezonu sevmiş miydin?
Ben ilk bölümün ilk dakikalarında direkt ısındım diziye. Diyaloglar tuttu beni özellikle. Bilmem okur musun, Hemingway çok severim. Hikâyeyi ilerleten, karakteri kodlayan diyaloglar kadar etkili bir şey bilmiyorum.
Severim, okurum. Zaten dizinin ana omurgası Büyük Hippias diyaloğu gibi, yaşlı adam genç adam vardır ya Yunan diyaloglarında. Ama ben yaşlı adamın erdemli olmasından nefret ederim. Burada genci erdemli yaptım. Burada yanlış olan yaşlı olan genelde. Hayatta da hep böyle olduğunu düşünüyorum. Her zaman genç varsa onun fikrini sormayı tercih ederim. Onu ters çevirince işte bazen zorluklar da oldu seyirci için. Hangisi haklı gibi. Aslında haklı yok.
Evet, Evren aslında söylenmesi gereken şeyleri söylüyor, bunları dile getirmesi güzel. Ama mesela Vedat’ın cinsiyetçi küfürler kullanması, bunu bilinçsizce yapması, Evren’in uyarılarına rağmen devam etmesi de rahatsız etmedi beni açıkçası.
Bana mesela en çok şunu söylüyorlar, Evren bu kadar cinsiyetçi küfür tiradı atıyor, bir sonraki bölümde Vedat yine cinsiyetçi küfürler ediyor. E, çünkü o Vedat. Vedat öyle konuşurken Evren bir kere bile küfretmiyor. İkinci sezonda bir kere edecek. Onunla ilgili bir bölüm var. (Gülüyor) Ama şöyle bir şey, her insan kötü bana göre hayatta. Benim %100 sevdiğim bir insan olmadı. Bayıldığım insanlar için bile, “Of, şu huyunu öğrenmeseydim keşke!” diyorum. Kendim için de geçerli bu. O yüzden de bu küfre bu kadar takılmaları, ne bileyim. Abi bunlar insan ve tutarlı değiller yani. Olmaları gerektiği kadar olabiliyorlar.
Üçüncü sezonla ilgili nasıl düşüncelerin var? Nereye götürmek istiyorsun bu hikâyeyi?
İkinci sezonda biraz farklı bölümler göreceksiniz. Yapmayı düşündüğüm bazı filmlerin küçük denemeleri gibi. Hem kendimi denediğim, mizansenleri denediğim, hem değişik kamera hareketleri denediğim, değişik kamera aksesuarları denediğim bir iş benim için Ayak İşleri aynı zamanda. Sekizinci bölümde probe lens, o bardakların içinden geçen incecik lensi kullandım mesela. Onları daha büyük hikâyelerde kullanmak için burada onlara bölümler yazıyorum aslında. 2. sezonda aksiyonu da daha fazla denedim. Zayıf olduğumu düşündüğüm yerler, üzerine çalışmak istedim. Grafikli bölümler de var. Ekrana yazıların geldiği, takip etmek zorunda olduğumuz. 3. sezonda da yeni teknikler denemek istiyorum, yeni anlatımlar. Bir bölüm var aklımda nerdeyse sessiz sinema gibi. 20-25 dakika bir şey yapmak istiyorum, ikisinin de ağzının bağlı olduğu ve tüm bölümün böyle sürdüğü. Seyirci bunları sevince sevmediği bölüme de en kötü ihtimalle katlanıyor ya da geçiyor. Ama önce onları biraz sevmesi gerekiyordu. O sağlandıysa sorun yok. Seyirciyi de beni de zorlayacak bir noktada olmasını isterim. Bu güvenli bir işe dönecekse yapamam zaten. Elimde böyle bir imkân var, iki manyak karakterim var, manyak bir kanal var arkamda, hiçbir yazdığıma karışmayan GAİN gibi. İnanamıyorum gerçekten! 2. sezonda bazı sahneler var, revizyon gelmemesine inanamıyorum. Bu kadar şey deneyebileceğim fırsatım varken, Çağlar ve Murat gibi oyuncularım varken garanti bu on yıl sürsün kartını oynamam yani. Beni bitireceğini düşünsem de o fikri denemeyi tercih ederim. Bu ne biçim bölüm desinler ama onu seven belki 1000 kişi çıkacaksa tamam. Reklam çekmediğim, başka şeyler çekmediğim için deneme fırsatım çok olmuyor. Bir sete girdiğim zaman en tecrübesiz insan ben oluyorum. Yedi film çektiysem yedi set görmüş oluyorum yönetmen olarak ama görüntü yönetmenim bir haftada o kadar set görüyor mesela. Dolayısıyla ne kadar fazla şey deneyebiliyorsam o kadar denemeye çalışacağım.
GAİN’le neler yapıyorsun başka? Dayı Şov’un da yapımcılığını üstlenmiştin. Başka projelerin var mı?
Dayı devam ediyor. Tuttu garip bir şekilde. Bir Şifa Bağımlısının İtirafları var. Ayak İşleri de güzel tepkiler alırsa üçüncü sezonu konuşuyoruz. Gözde’yle, Işıl’la, Tolga’yla, ekiple iş yapmak çok zevkli gerçekten. Entelektüel olarak benzeştiğin insanlarla çalışmak Türkiye’de çok az başına geliyor. Ben ırkçılıkla ilgili bir bölüm yapacağım dediğimde aman ha bulaşma diyen yok. Hadi yapalım diyorlar mesela, çok zevkli bir şey bu. O yüzden yeni aklıma gelen şeyleri hep Gözde’ye, Işıl’a anlatıyorum. GAİN benim için her zaman heyecan duyduğum bir yer.
Yazmak üzerine de konuşmak istiyorum aslında biraz. Rutinin nedir? Nasıl bir yöntemin var?
Çok sık değişiyor aslında. Tam bir rutinim oluştu diyorum, bir anda yazamamaya başlıyorum. Zaten genel olarak tutarlılık sorunum var aynı evde iki yıldan fazla oturamıyorum. Hemen bir sürü şey çağrıştırmaya başlıyor. Aslında Evren üzerinden gittiğim ve bağ kurmak dediğim mesele bu. Çok sevmiyorum bağ kurmayı, hemen kesip atmak istiyorum. Rutinlerle ilgili de benzer bir durum var. Rutinim bağımlılık mı oldu diye bir korku kaplamaya başlıyor içimi. Değişiyor o yüzden. Eskiden 11.00-14.00 arası en verimli olduğum saatti. Şimdi çocuk olduktan sonra oralar imkânsız hale geldi. Gündüzden 22.00’a kadar doluyum, o yüzden o yattıktan sonra 1 saat veriyorum kendime. Genelde oyun oynuyorum, sonra ayağa kalkıp gezmeye başlıyorum elimde telefonla. Sesli notlar alıyorum, ekran görüntüleri alıyorum. Sonra gece 1.00-3.00 arası artık koyuyorum bilgisayarı, yazmaya başlıyorum. Müzik dinliyorum ve genelde Türkçe rap dinliyorum. Türkçe rap dinleyerek yazdığımı görünce Müge, “Kafayı mı yedin, niye böyle bir işkence yapıyorsun kendine?” diyor (gülüyor). Duymuyorum sözleri ve çok hoşuma gidiyor. Mesela albümlerim var, bu sezonu yazarken hep aynı albümleri dinlemişim. O beni moda sokuyor.
Sahne düşünüyor musun müzik dinlerken? Ayak İşleri‘nde de çok hissediliyor o.
Müzik çok belirleyici. Yani mesela “Sağı Solu Kes”. Gazapizm benim programa geldiğinde Ayak İşleri‘ni yazmaya başlamamıştım. Ben bunu bir yerde kullanmak istiyorum demiştim, o da tamam demişti. Çok güzel oldu. Müzik çok gaza getiriyor beni, müzik bağımlılığım var. Onu da yaratıcılığın parçası gibi kullanmak çok iyi oluyor.
Arabalardan bahsetmek istiyorum bir de. Arabalar önemli mekânlar Ayak İşleri‘nde. İkinci sezonda da, yeni bir maceraya atılıyorsak güzel bir araba bulalım diyor Vedat. Senin de sevdiğin o küçük hikâyeler için şahane mekânlar arabalar. Senin için ne ifade ediyor?
Bu sorunun geleceğini tahmin ediyordum. Aslında ben arabalardan anlamam, 3-4 yıldır araba kullanıyorum. Ama arabaların tasarımlarıyla ilgili beni çok heyecanlandıran şeyler var. Spor arabalar, yeni arabalar değil de mesela Japon arabaları… Büyük camları çok ilgimi çekiyor. İlk sezonda Sarp Apak’ın arabası da Japon’du. Yeni sezonda da iki Japon arabası kullanıyorum. Yani küçücük insanların kocaman camlı arabalar kullanması ilgimi çekmişti aslında, tasarımları çok hoşuma gitti. Benim için takıntı gibi oldu. Prodüksiyon ekibi çok aradı bu arabaları, en sonunda buldular. Arabaların nedense büyük resme çok şey kattığını düşünüyorum. Bir insanın kullandığı arabanın o insanla ilgili çok ipucu verdiğini düşünüyorum. Hem dramaturji için çok önemli malzeme veriyor hem de psikolojik olarak. İnsanların hep daha büyüğüne sahip olma isteği, jipe, villaya geçmesi. O yüzden Vedat’ın ya da Evren’in seçeceği arabayı çok düşünmüştüm. Arabada konuşmayı da çok severim ben. Yağmur yağsın duralım, iki saat konuşalım… Orada çok baş başasın ve kaçabileceğin hiçbir şey yok. Telefonunu açsan çok tuhaf oluyor. O yüzden önemli benim için. Ama sevmeyen de çok. Mesela ilk bölümde dakikalarca arabadalar, bizi mi kandırıyorsunuz diyenler de oldu. Ama bilerek öyle yapıldı zaten. Bizim dizimiz bir aksiyon komedi değil aslında. Psikolojik gerilim benim için ya da gerilim komedi. Bunu sevmeyen herkesi eleyelim gibi bir fikrim vardı benim. (Gülüyor) Fazla eledik belki, bilmiyorum. Ama ilk başta çok büyük bir açılış yapsam sonra hayal kırıklığına uğrayacak insanlar. Şu barajı aşan diğerlerini de sever gibi bir düşüncem vardı. İkinci sezon daha kapsayıcı bir açılış yapmaya karar verdim.
Ama aksiyon sahneleri de çok başarılı. Bu dünyayı hep bu kapsamda mı kurmuştun? Platformdan büyütelim ya da küçültelim gibi bir şey geldi mi?
Benim kafamda daha da küçüktü. Her bölüm ilk iki bölüm gibiydi yani küçük bir olaya gidiyorlar ve saçma sapan bir şeyin içine giriyorlar. Ama GAİN diyalog yapısını çok sevdi ve daha büyük olaylar da görsek olur dediler. Ben de hep tersi yönünde revizyon almaya alışığım (gülüyor). Hiç daha önce böyle bir şey duymamıştım. Peki, olur tabii dedim. İşte o araba kovalama sahnesi, F1 muhabbeti yapıyorlar. Büyük olarak ilk onu yazdım. Bunu da çekebiliyor muyuz bütçe olarak, dedim. Evet, tabii dediler. Sonra büyüdü. Ben bir de Amerikan tekniğini çok severim, özellikle Fincher… 90’lar teknik adamlarının analizlerini çok severim. Ama art house’da da bana kalsa filmle ilgili tek kriterim İngilizce olmasındır. Anlamayalım, şaşıralım, o dilin ne olduğunu da tahmin etmeye çalışalım. İki uç birleşince böyle bir şey çıkıyor ortaya. Romen, İran, İsveç, Norveç oralara bayılıyorum ama Amerika’nın da tekniğini çok seviyorum bu ikisini birleştirmeyi becerebilir miyim gibi bir deneme de oldu aynı zamanda. Beceremediğim de çok sahne var ama iyiye gideceğini düşündüğüm bir çaba diyeyim.
Peki, ikinci sezonda daha rahat hissettin mi bazı konularda? İlk sezonda da rahatsın bence, epey belli oluyor o.
Ben ilk sezonda daha rahattım çünkü çok kendimeydi. Tutacağını hiç düşünmüyordum, insanlar nefret edecek diyordum çünkü genelde yaptıklarım öyle sonuçlandı. (Gülüyor) Yani böyle bir şekilde istediğimi yapamadım ve zaten imajım çok da iyi gitmiyordu filmografi anlamında. Tamam, istediğimi deneyeyim, bakalım ne olacak dedim. Ve şimdi, “Abi ikinci sezona üç gün var, nasıl geçecek?” gibi acayip şeyler yazıyorlar. O kadar gerginim ki hayatımda hiçbir şey beni bu kadar germemişti. Benimle ilgili beklenti olmasını ilk defa yaşıyorum. Hoşuma da gittiğini söyleyemeyeceğim açıkçası. Daha yayınlanmadı bölümler ama şimdiden, “Abi bir sekizinci bölüm gibi olacağını düşünmüyorum ikinci sezonun,” falan diyorlar.
Seyirci acımasız olabiliyor bazen.
Kesinlikle ama bir yandan iyi bir şey de bu, sonuçta bu kadar kasmama sebep olan da iyi yorumlar değil. Bu kadar kötü yorum aldığım için üstüme çok gittim. İlk filmde çok iyi bir şey yapsaydım şu anda çok kötü gidiyordu kariyerim. Bazen öyle düşünüyorum. Geç oldu biraz ama güzel oldu sanki.
Çok fazla tecrübe var bir de. Sinema var, televizyon var, dijital platform var. Ve tüm bu mecraların farklı dinamikleri var. Tüm bu mecralar için yazarlık yapmış biri olarak nasıl değerlendirirsin bu dinamikleri? Televizyonun uzun sürelerinin, sansür gerçeğinin ötesini sormak istiyorum aslında.
Ben aslında hiçbir zaman oraları pek sallamadım. Sadece kısıtlamalara uymak zorunda kaldım. Bir film yaparken 96 dakikayı geçersen beş seans değil dört seans oynayabiliyorsun o yüzden de dağıtımcılar senin 90 dakikayı geçmeni istemiyor. Mesela 110 dakikalık bir şeyi 96’ya çekmeye çalışıyorsun. Bunlardan çok şey öğrendim, çok berbat televizyon filmleri yazdım. Dört günde yazdım, iki günde yazdım. Ertesi güne sipariş verdiler, yazdım. Ve çektim. Altı günde çektiğim film var. Onlar tabii ki Türkiye’nin gerçekleriyle beni tanıştırdı ama birçok refleksimi de oraya kaydırmadan hemen bıraktım. Üç tane yaptım, on tane daha sipariş var dediler, hayır dedim. Bir film var ikincisini yapar mısın, hayır dedim. Deneyip kaçtım, deneyip kaçtım. Bu bir şekilde her şeyi deneyimlememe izin verdi tabii ki iyisiyle kötüsüyle ama bir şeyi hiçbir zaman uzun yapmamak bana çok iyi geldi. Dizi yönetmenliği çok teklif edildi, hızlıyımdır çocukluğumdan beridir de sette olduğum için. Ama tüm bunlar sette neyi ne kadar hızlandırabileceğimi ne kadar yavaşlatabileceğim öğretti en azından. Memnunum bu kadar fazla şey yaşamaktan. Şimdi de istediğim yere kırabilirim gibi hissediyorum.
Senin bir de yapımcı kimliğin var. Tüm bu dinamikleri, tecrübeleri bir yapımcı gözünden nasıl değerlendirirsin?
Yapımcılık çok sevdiğim bir şey. En sevdiğim işlerimden biri ama para yönetmek kısmı değil, insanların ne izleyeceğini biraz tahmin etmeye çalışmak veya bir yönetmen bulmaya çalışmak. Şimdi ilk defa biraz imkânımız da var ve şu an istediğimiz yönetmene teklif yapabiliyorum, o çok zevkli geliyor. Sektörde çok tecrübem olduğu için kim kiminle çalışırsa nasıl bir zarar görürüz veya ne gibi tehlikeler var, görebiliyorum. Ve belki çok da tecrübeli olmayan bir yönetmeni gerçekten iyi bir teknik ekiple birleştirebiliyorum. Veya bize gelen filmlerin son anda çekim şehrini değiştirdiğimiz oldu. Burada güzel görünmeyecek dedik ve bir filmi Sivas’ta çektik son anda verdiğimiz bir kararla. Oraya artistik eklemeler yapabilmek çok hoşuma gidiyor. Reflekslerim gelişti aslında, çok hızlandım. Yani ne kötü görünür, ne iyi görünür, ne büyük görünür, ne küçük görünür, o konularda epey hızlandım. Ama çok hızlı da kopabiliyorsun hepsinden. İki yıl sete çıkmasam bildiğim şeylerin %50’si yok oluyor aslında. O yüzden kopmak istemiyorum. Şimdi Ayak İşleri varken başka iki kişinin yönettiği işlerin prodüktörlüğünü yapıyoruz. Kopmak istemiyorum, bir koparsam çok güzel kopuyorum yani bir daha kimse beni geri getiremez. (Gülüyor) O yüzden yapımcılığı beni hayata bağlayan maddi bir şey olarak görüyorum. Hayatımda maddi çok az şey var. Bari o olsun ki bir şekilde burada kalayım.
Peki, kendini nasıl tanımlıyorsun? Yapımcı olarak mı ya da yönetmen, yazar olarak mı?
Kendimi eskiden öyle tanımlardım. İstediğim şeyleri yazamıyordum. Yazar işçisiydim. Şimdi çok utanmadan, yazarım demeye çalışıyorum. Eskiden biraz utanıyordum hakikaten de. Şimdi yazarım, yapımcıyım diyorum. YouTuber çok söylüyorum çünkü insanlar en çok onu aşağılıyor. Onu söylemeyi çok seviyorum. Ne iş yapıyorsun? YouTuber’ım… Böyle bir sessizlik oluyor. (Gülüyor) Yani hayatımı yazarlık yaparak sürdürmek isterim 20 yıl sonra. Yapımcılığı çok uzun süre yapmak istemiyorum açıkçası. Yazmak çok güzel, çok yalnız. Yalnızlığı çok seviyorum. Zor ama insanlarla görüşmekten daha kolay benim için açıkçası. Sosyal ortamda insanlarla kavga edeceğime kendi kafamda kavga etmek çok daha zevkli ama o da bir yerden sonra delirtiyor tabii. Her şey senin istediğin gibi olacak zannediyorsun yazarken ama hiç öyle olmuyor. (Gülüyor) İnsanları da sen kurgulayabilirsin gibi hissediyorsun, garip bir manipülasyon gücü hissediyorsun kendinde. Sen diyalogda bir şey söylemek istiyorsun ama karşındaki karakter senin istediğini söylemiyor her zaman.
Oyunculuktan da bahsetmek istiyorum biraz. İlk sezonda ufak bir rolde gördük seni. Orada ne kadar bir oyunculuk var?
Evet ya, mecburen oynadım. Son gece yazdık o bölümü. Başka bir bölüm vardı ve içime sinmedi. Son güne kadar değiştirmeye çalıştım, değiştiremedim. Son gece ben bunu çekmeyeceğim dedim, başka bir şey yazdık Volkan’la bir gecede. Ertesi güne hemen oyuncu bulamazdık, o yüzden ben oynadım. Şu da hoşuma gitti, berbat filmler çeken bir insanın yanağından vurulacaksa o ben olmalıyım diye düşündüm. (Gülüyor) Çünkü o kariyerimi de biraz geride bırakıyorum gibi ya kendimi kafamdan vurmak çok güzel fikir gibi geldi. Bir de kendini böyle ciddiye almış, şık şık giyiniyor ama Gerzek Sermet diye bir film çekiyor, aslında benim hayatım gibi bir şey. Maide’nin Altın Günü logosunun altında benim de aslında Godard’ı ne kadar sevdiğimi anlattığım şeyler vardı. Hayat çok garip.
Düşünmüyorsun tekrar oyunculuk yapmayı değil mi?
Yok, düşünmüyorum.
Oyunculuğu bıraktıktan ve yönetmenliği tecrübe ettikten sonra oyunculuğa bakışın değişti mi?
Değişmedi sanırım. Ben zaten dört yıl konservatuar, dört yıl da çocuk kadrosu şehir tiyatrosu okulu mezunuyum 14-18 yaş arası. Aslında on yıllık bir oyunculuk eğitimi var, o yüzden oyunculuk üzerine çok düşündüm, çok vakit geçirdim ve oraya ait olmadığımı anladım dördüncü beşinci yılımda ama bir yola girince hemen vazgeçemiyorsun. Çok zor bir okula girmişsin, ailen bırakacağım deyince tamam bırak tabii ki demiyor. Kendin de diyemiyorsun, İstanbul Devlet Konservatuvarı’na girmişsin, bırakıyorum demek çok zor geldi, mecburen bitirdim. Çok şey de öğretti tabii ki yönetmenlik için de. Oyuncunun psikolojisini daha da iyi anladım ama setlere girdikçe, yönetmenlik yaptıkça oyunculuktan iyice koptum çünkü inanılmaz bir virtüozite var. Çağlar Çorumlu’yla çalışıyorsun, Güven Murat’la çalışıyorsun. Bir şey söylüyorsun, adam sana onun on versiyonunu en iyi şekilde yapıyor. Benim oyunculuğumsa on tane yapıp birini tutturabilmek üstüneydi ve yetersiz hissediyordum kendimi. Burada çok kendini aşağılıyorsun diyorlar ama evet. Bana verilen rolleri kötü oynadım demiyorum, memnunum bazılarından ama sınırımı hemen gördüm yani neyi oynayamayacağımı o kadar hızlı anladım ki. Çok moralim bozuldu. Böyle sürdürürsem çok mutsuz bir oyuncu olacağımı anladım.
Yönetmenlik hep istediğin bir şey miydi peki?
Ben hep yönetmelik yapmak istiyordum aslında, bu olay da ortaokulda çektiğim kısa filmlerle başladı ama yönetmenliği okuyabilecek bir yer yoktu, o yüzden oyunculuk okudum. Resim okudum bir de, resim mezunuyum. Denedim yani her şeyi, nerede var olabiliyorum gibi. İşte burada oldum. Şu anda mutluyum, her şeyi yaparken mutluyum, onu çıkar, bunu koy, dene…
Şu sıralar neler yapıyorsun? Biraz daha geriden almak istiyorum aslında. Bir pandemi dönemi geçirdik, geçiriyoruz. Birçok farklı yol da açtı aslında bu süreç. Youtube bu yollardan biri mesela. O süreçlerden bahseder misin biraz?
Pandemi benim için büyük bir kırılım oldu tabii. Maide’nin Altın Günü‘nü yaptıktan sonra çok büyük bir depresyon yaşadım. En çok para kazandığım iş oldu ve bir yandan da büyük iş yapalım, kitlesel bir iş yapıp görelim dediğimiz bir işti. Adam Sandler gibi film yapalım derken tabii ki paketiyle müziğiyle seyircinin algısıyla çok kirli bir yere geldi ve çok izlendi. 900 bin falan izlendi. Para da kazandık ama küfür yiyorum her gün, çok kötü hissettim. Kendini tanıyorsun ve insanlar gömüyor ve karşı çıkamıyorum çünkü evet, kötü. Ama ben bunu niye yaptım diye soracak hakkım da var. Ne yapacağım derken Biz Böyleyiz bir açılış oldu.
Biz Böyleyiz süreci nasıldı senin için? Ne kadar özgürdün, istediklerini ne kadar yapabildin? Avşar Yapım tarafından bir müdahaleyle karşılaştın mı?
Çok özgürdüm, sadece orada başka kısıtlamalar vardı. Çok özgürdüm derken, o kadar özgürdün bunu mu yazdın gibi tepkiler de oluyor. Ama şöyle kısıtlamalar var, televizyona satılabilir olacak, çok küfür olmayacak, ağır seks sahnesi olmayacak, politik olarak ters bir şey olmayacak… Bunların haricinde özgürdüm. Finaline çok müdahale etmek istedi herkes, çok uzuyor atalım dediler, orada bir hırs yaptım. Özgürdüm ama çünkü Şükrü Avşar, “Bu benim anladığım bir film değil, mahvederim ben bunu ama bu haline de bayılıyor değilim ama sizde bu,” dedi. Film çok izlendi. 400 bin falan izlendi. Herkes battım sandı ama o filmin bütçesi çok küçüktü. Bir evde geçen bir filmdi. Çok iyi bir gişeydi öyle bir film için. Sonra da YouTube kanalı patladı pandemide ve insanlar bir şekilde benim ne yaptığımı merak etmeye başladı. Ve bu beni aşırı gerdi çünkü ben eskiden bir film yaptığımda şöyle mesajlar geliyordu: “Abi ne olur film yapma.” (Gülüyor) Ama şimdi Ayak İşleri yeni sezon bekleyenler var. Loş Sohbet‘i sekiz haftadır yüklemiyorum diye inanılmaz küfür yiyorum.
YouTuber olmaya nasıl karar verdin peki?
Çok depresyondaydım, Maide‘yi yapmıştım, çok mutsuzdum. Param da yoktu. Ev‘den sonra çok süründük Müge’yle. 6-7 yılımız kötü geçti. Maide‘den çok para kazandım. Yedi yılın acısını çıkaracağız dedim. Altı ay Berlin’e gittik, bütün parayı harcadık. Hayatımızın en güzel dönemini geçirdik. Havaalanına sentleri sayarak döndük. Eve döndüğümüzde sıfır liramız vardı, sıfır. Kirayı ödeyecek paramız yoktu, o kadar harcadık. Ve işte o panikle ona buna saldırdım. Ben oyunculuk yapmak istemiyordum, artık utanıyordum oyunculuk yaparken kendimden. Bir şey de bulamıyordum yapacak. Ne yapsam, yazarlık yapsam, insanlar ciddiye almıyor ki. Maide’nin Altın Günü yazarı kitap mı yazacak diye kendimi çok harcamaya başladım. Sonra bir astrologla görüştüm, bana dedi ki sen çok yanlış bir iş yapıyorsun, ben de dedim ki evet. Ama ne yapmam gerektiğini bilmiyorum. Senin konuşman gerekiyor dedi, o ne demek dedim. Kayda girip konuşman lazım, insanların yüzüne bakıp kendi fikirlerini söylemen lazım, başkalarının yazdığı cümleleri söylediğin için hapis hissediyorsun kendini dedi. O kadar güzel geldi ki bu cümle, evet, dedim ve o gün Melikşah’ı aradım. Talkshow yapacağım dedim, ofise çağırdım. İki kamerayı koyduk karşılıklı. Bizim ofiste de arkadaşlarım bana YouTube kanalı açmam konusunda çok ısrar ediyorlardı. Astrolog da aynılarını söyleyince okey dedim, Melikşah’la kaydettik ilk bölümü. Aynı gün Aslı İnandık geldi, kaydettik. Dedim ki abi yükleyin bakalım ne oluyor. Öyle başladı ve inanamadım. Ben de çok mutlu oldum. Anlattığım şeyleri insanların dinleyeceğini hiç düşünmezdim. Bizim jenerasyondaki bizim gibi insanlarız, alfa erkek takılmayan, kırılgan, buranın gerçekleriyle çok uyuşamamış insanlarız. Küpe taktığım için ağır küfürler yediğim, taciz edildiğim bir çocukluk ve ortaokul dönemim var, şu anda bizim dönemimizin olması çok garip geliyor bana. Sırf ben de değil, Melikşah, ben, Bartu hepimiz 90’ların Türkiye’sinde aşağılanan insanlardık.