Casusiyenin Verimli Topraklarından Yeni Geldi: ‘Slow Horses’

 Casusiyenin Verimli Topraklarından Yeni Geldi: ‘Slow Horses’

Kimisi casusluğu takım işi olarak tanımlar. Her takımın bir ilk 5’i, ilk 6’sı, ilk 11’i olur. Ve yedekleri, kadroya giremeyenler, sakatlar, cezalılar ve kadro dışı bırakılanlar… Mick Herron’un Slough House adlı casusluk serisinin 2010 yayın tarihli ilk kitabı Slow Horses ile aynı adı taşıyan dizi uyarlaması, istihbaratın sakatlarına, cezalılarına, kadro dışındakilere bakıyor. Dizi, Nisan 2022’de Apple+ platformunda gösterime girdi. İlk sezon finalini altıncı bölümüyle nisan ayı sonunda yaptı. Slough House serisinin ikinci kitabı Dead Lions (Ölü Aslanlar) da dizinin altı bölümlük ikinci sezonunu oluşturacak. Kristin Scott-Thomas, Saskia Reeves, Jack Lowden, Jonathan Pryce gibi isimlerin rol aldığı dizinin en büyük kozu ise Gary Oldman. 

Slow Horses bizi hayvan çiftliğine benzeyen bir evrene sokuyor. “Tazı” lakaplı MI-5’ın (İngiliz iç istihbaratı, bir nevi ABD’nin FBI’ı) saha ajanları, “ölü aslanlar” denilen uyuyan ajanlar ve tabii ki diziye adını veren “yavaş atlar”… “Yavaş atlar” yarışta kazanması beklenmeyen, üzerine bahis oynanmayan, kenara köşeye atılmış insanları anlatıyor. Ganyan muhabbetlerinden de bildiğimiz üzere gerilerden gelip sürpriz şekilde yarışı kazanma ihtimali olan “sütçü beygirleri”ni çağrıştırıyor. Ve son olarak, “slow” sıfatı sadece fiziksel anlamda yavaşlığı değil zihinsel yavaşlığı, geriliği, durgunluğu da içeriyor. Zekâ gerilemesi sadece Slow Horses adı verilen MI-5’ın ıskarta ekibine mahsus değil. İstihbaratçısından siyasetçisine, gazetecisinden teröristine toplumun her kesimine yayılmış budalalık, casusiye ile İngiliz mizahının karışımı olan Slow Horses’ı mümkün kılıyor. 

Her ne kadar dizinin uyarlandığı Slow Horses kitabı 2010’da yazılsa da Herron için Brexit sonrası İngiltere’nin John le Carré’si (sadece casusiye türünün değil, 20. yüzyıl dünya edebiyatının da en önemli yazarlarından) deniyor. Bugünlerde kendi koyduğu Covid-19 önlemlerini düzenlediği doğum günü partileriyle delmesi ve yeni göç yasasıyla yakın zamanda dünya gündemine oturan Boris Johnson ve hükümeti, ülkede yükselen göçmen karşıtlığını tatmin etmek adına Avrupa anakarasından botlarla İngiltere’ye gelmeye çalışan göçmenleri Ruanda’ya yollamak gibi abes ve yüksek maliyetli bir planı da hayata geçirmeye uğraşıyor. Göçmen karşıtlığı ve imparatorluk nostaljisinin yükseldiği bir dönemde Johnson’un başbakanlığında Avrupa Birliği’nden ayrılan İngiltere’de büyüklenme ile eziklik arasında savrulup duran hissiyat, siyaset ve toplumun her yanına sirayet ederken Herron’un kitaplarına ve dolayısıyla Slow Horses dizisine aromasını veriyor. Aslında en tepedeki karar alıcıdan en alt düzey çalışanına kadar İngiliz devletinin kendisi bir tür “yavaş at” haline geliyor.  

Slow Horses

Slow Horses, “teröristler” ile kolluk güçlerinin iç içe geçtiği bir dünyayı gösteriyor bize. Bu sefer teröristler İngiltere’deki aşırı sağ unsurlar. Kendilerine Albion’un Oğulları adını veren bir grup, Hassan Ahmed adında, komedi kulübü olan Pakistan asıllı bir İngiliz vatandaşını kaçırarak canlı yayında kafasını keseceğini açıklıyor cihatçıların o zamana kadar yaptıklarına misilleme olarak. Fakat bu esasında  MI-5’ın aşırı sağı itibarsızlaştırmak için yürüttüğü bir yanıltma (false flag) operasyonu. Ve tabii ki Brexit İngiltere’sinde diğer pek çok şey gibi, bu plan da tutmuyor ve işler çığırından çıkıyor.  “Mış gibi” yapma kendi gerçekliğini üretiyor. Plana göre ölmemesi gereken rehinenin kurtarılması da Slough House birimine kalıyor. 

Dizinin merkezinde sönük, kasvetli ve sıkıcı ev anlamına gelen ama “slow” ile telaffuzu aynı olan Slough House (biz “Iskarta Evi” diye çevirelim) ve çalışanları var. Her biri başka bir alem. Le Carré’nin en bilinen romanı Köstebek’in 2012 film uyarlamasında kısa, tıknaz, gözlüklü, yaş almış ve karısı tarafından aldatılan bir MI-6 (İngiliz dış istihbaratı) memuru olan Smiley’i canlandıran Gary Oldman, Slow Horses’ta ıskarta ekibinin başına atanmış, onları hayatlarından bezdirmek her şeyi yapan, aksi, pasaklı, sık sık “gaz çıkaran”, alkolizmin sınırlarında dolaşan, adabı muaşeret’ten vazgeçmiş bir Smiley olarak Jason Lamb’ı oynuyor. Jack Lawdon tarafından canlandırılan River Cartwright, kahramanlıkla macera bağımlılığının birleşimi sonucu durumdan vazife çıkarmaya meyilli İngiliz bir Jack Bauer. Lamb’in çile dolduran sekreteri ve kişisel asistanı olarak karşımıza çıkan Catherine Standish, İngiliz istihbaratı için uzun yıllar evrak işleri yapmış ve önceki patronunun intiharıyla ıskartaya çekilmiş, vicdan azabı çeken 60’larında bir emektar. Sorumluluğunda olan gizli evrakları trende unuttuğu için sürgüne yollanan Min Harper’ın tamamen yanlış bir meslek seçtiği aşikâr. Roddy Ho, sinir bozucu derecede kibirli ama bir o kadar da yetkin bir bilgisayar operatörü/hacker. Louise Guy ise ıskarta ekibinin en yetkin ve kafası çalışan elemanlarından biri. Ve ıskartaların en yeteneklisi, neden ıskarta olduğu bilinmeyen Sid Baker. Yani “Iskarta Evi” başarısızların atıldığı bir çöplükten ziyade ortama uyum sağlayamayan, üstleriyle çatışan, görmemeleri gereken şeyleri gören casusların yollandığı bir sürgün esasında. 

İlk bölüm, River Cartwright’ın bombalı eylem simülasyonunda uğradığı başarısızlıkla açılıyor. Bu başarısızlık nedeniyle ıskarta evine sürgün edilen River, aşırı sağcılarla kurduğu ilişkilerin ifşa olmasıyla gözden düşen ve eski önemini yitiren bir gazetecinin çöplerini karıştırmakla görevlendiriliyor. Iskarta evinin patronu ve sonrasında “kuzu” postuna bürünmüş bir kurt olduğunu anlayacağımız Jackson Lamb, River dahil tüm çalışanlarına hayatı zehretmek için bu tarz angarya işler veriyor. Aşırı gereksiz ve sıkıcı görevlerle cebelleşen River, “akıllanmayarak” görev tanımını aşmasıyla kendisini bir devlet komplosunun ortasında bulurken, ıskarta ekibini de kendisiyle beraber bu bataklığa çekiyor. River ve arkadaşları bir yandan onları “günah keçisi” yapmaya çalışan MI-5 merkezine karşı mücadele ederken diğer yandan aşırı sağcılar tarafından kaçırılan rehineyi öldürülmeden kurtarmaya çalışıyorlar. Ve sadece kompleks planlar değil aynı zamanda tesadüfler, kazalar, yanlış anlaşılmalar üzerinden olay örgüsü kuruluyor.  

Aşırı sağ siyasetin altını oymak için başlattığı yanıltma operasyonu planlarken ıskarta ekibini de haberleri olmadan buna dahil ederek olayların tetikleyicisi olan Diana Taverner zeki, acımasız ve pragmatik bir istihbarat şefi. MI-5’ın iki numarası. Diğer yandan 1970’lerde fabrikaların kapanmasıyla işsiz kalan mavi yakalı erkeklerin, şehirli üst sınıf kadınlara yönelttikleri garezin vücut bulmuş hali. Ama aynı zamanda sıradan insanı ezen sistemin de temsilcisi. Taverner rolünde gördüğümüz Kristin Scott Thomas; yüksek profilli kadın istihbaratçıları canlandıran Hellen Mirren, Judie Dench, Maggie Smith gibi İngiliz aktrislerin oluşturduğu uzun listeye giriş yapıyor. Zira İngiliz olunca oyuncular kariyerleri boyunca illaki bir casusu canlandırıyor.  Bunun nedeni casusiye türünün doğduğu ve zirve yaptığı yerin İngiltere olması. 

Slow Horses

1900’lerin başında ortaya çıkan bu edebi tür daha en başta iki akıma bölündü. 1907 yılında Joseph Conrad’ın yazdığı The Secret Agent (Gizli Ajan) romanıyla casusiye daha edebi bir damar açtı. 20. yüzyılın ilk on yılında İngiltere’nin başlıca gündem maddelerinden biri olan göçmen karşıtlığı ve özellikle Doğu Avrupa kökenli olanlarının anarşi -o dönemki tabiriyle “terör”- ile olan ilişkilerinden yola çıkan, kendisi de Polonya kökenli olan Conrad; anarşist eylemciler, ajan provokatörler ve polislerin iç içe geçmiş ve yozlaşmış ilişkilisini anlattı.  Conrad’ın başlattığı eğilim, Soğuk Savaş yıllarına geldiğimizde Ian Fleming’in James Bond’u karşısına John le Carré’nin antiBond’unu, George Smiley’i çıkardı. Slow Horses hem Conrad’a hem Le Carré’ye selam çakıyor. Güvenlik bürokrasisi ile suç dünyasının iç içe geçtiği bir Londra hikâyesi olması bakımından Conrad’ın Gizli Ajan’ından esinlenmiş duruyor. Romanları “Circus” (Sirk) adlı hayali bir birimde geçen Le Carré gibi Herron da “Iskarta Evi”ni yaratarak gerçek ile kurmacayı, istihbarat dünyasıyla mizahı harmanlıyor. 

Herron, Iskarta Evi” üzerine kurduğu casusluk anlatılarıyla iki şeyi gerçekleştiriyor. İlki şu soruyla alakalı: Sisteme ve sistem aktörlerine güvenmeyen kitleler nasıl olacak da casus kahramanların tarafında yer alacak, onlarla özdeşleşecek, onları tutacak? Sistem tarafından dışlanmış, aşağılanmış, hatalarıyla günahlarıyla sıradan insanlar olarak ıskartalar bu sorunu çözüyor. Devlet için çalışan ama aynı devlet tarafından aşağılanan casuslar, sistem tarafından gözetilmediklerini düşünen kitlelerin kahramanı olabiliyor.   

Bir diğeri ise zamanında Le Carré romanlarını popüler kılan noktayla aynı: Kitlelerin çalışma hayatı. Le Carré, casusları olağanüstü yetenekli, süper insanlar olmaktan çıkarıp onları her gün işe gidip gelen ücretli çalışanlar olarak resmetmişti. Herron’un ıskartaları da her gün “tırışkadan işlerine” (bullshit jobs)* gitmek zorunda olan, patronlarından gelen hakaret, aşağılama ve mobbingi sineye çeken, işlerinin anlamsızlığının üstüne bir de hayatın anlamsızlığıyla mücadele eden milyonlarca insanın kendini bulabileceği figürler. 

Dönemin ruhuna dokunmak böyle bir şeyse Slow Horses bunu çok iyi yapıyor. Ve imparatorlukları dağılsa da, Avrupa Birliği’nden çıksa da, istihbarat kurumları zayıflasa da, şovenist-sağ eğilimler yükselse de İngiltere’nin casusiye türü için verimli topraklar olmaya devam ettiğini gösteriyor.    

 *David Graeber, Tırışkadan İşler, (Everest: İstanbul) 2021. 

Bu yazı, Episode Dergi 35. sayısında, Haziran 2022’de yayımlanmıştır.

Doruk Tatar

2010’da Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü'nde lisansını tamamladıktan sonra Sabancı Üniversitesi Kültürel Çalışmalar Bölümü'nde yüksek lisans ve Buffalo Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü'nde doktora yaptı. Aralık 2018'de bitirdiği “On Guard Against Contamination: Espionage, Conspiracism, and Imperial Nostalgia in British and Turkish Literatures” başlıklı doktora tezi, Türk ve İngiliz edebiyatlarının imparatorluğun çöküşüne verdikleri reaksiyonlar üzerinden istihbarat, paranoya ve komploculuk temalarını ele alır. İki bölümden oluşan doktora tezi, ilk ayağında İngiliz casusluk edebiyatındaki farklı ekolleri incelerken Rudyard Kipling, John Buchan, Ian Fleming, Joseph Conrad, Graham Greene ve John le Carré gibi yazarlara odaklanır. Casusluk edebiyat türünü oluşturan bu yazarları analiz ederken paranoya temasını odağa alarak politik teori ve psikanalizden de yoğun bir şekilde istifade eder. Mayıs 2017’den beri 221B, Birikim, Episode ve BÜMED dergilerinde çeşitli yazıları yayımlandı. 2019 Güz döneminde Sabancı Üniversitesi’nde Türk Edebiyatı’nda Komplo ve Paranoya üzerine ders verdi.

Related post