“Dublin Murders”: İki Kişinin Bildiği Sır Değilse Nedir? | Devrim Toyran

 “Dublin Murders”: İki Kişinin Bildiği Sır Değilse Nedir? | Devrim Toyran

Dublin Murders, İrlandalı kadın yazar Tana French’in ödüllü ve çok satan roman serisi “Dublin Murders Squad”ın ilk iki kitabı In the Woods ve The Likeness’tan uyarlandı ve BBC One kanalında sekiz bölüm olarak yayınlandı. 

Birinci kitap In The Woods, 2006 yılında İrlanda’nın Knocknaree kasabasında kaybolan, ardından ormanda cesedi bulunan 12 yaşındaki Katy Devlin’in cinayet soruşturmasıyla başlar. Soruşturmayı yürütenler ise romanın kahramanları Dedektif Rob Reilly ile Cassie Maddox’tur.

Hikâye daha sonra 1985 yılında yine aynı kasabada ve aynı ormanda kaybolan üç çocuğun hikâyesiyle birleşerek ayrı bir boyut kazanır. Geçmişte yaşanan ancak kasabadaki etkileri hâlâ süren bu hikâye, Dedektif Rob Reilly’nin geçmişiyle de oldukça ilgilidir. 

Serinin ikinci kitabı The Likeness ise Dedektif Cassie Maddox’a tıpatıp benzeyen Lexie Madison’ın öldürülmesiyle başlar. Bu cinayetin çözülmesi için Cassie Maddox’un Lexie Madison’un yerine geçmesi istenir. Bunu isteyen, Cassie’nin daha önce gizli serviste beraber çalıştığı kıdemli polis memuru Frank Mackey’dir. 

Birinci kitapta hayatına odaklanılan kişi, Rob Reilly iken ikinci kitapta ana kahraman  beraber çalıştığı dedektif Cassie Maddox’tur. Hem çalışma arkadaşı olan hem de iyi anlaşan Rob ile Cassie’yi birbirine bu derece yakınlaştıran ise geçmişlerine ait bazı sırları bilmeleridir.

Ayrıca Rob Reilly ile Cassie Maddox, başlarına gelen talihsiz olaylara rağmen hayatta kalabilmeyi başarmış iki insan olarak da benzer bir kaderi yaşamaktadır. Bu durumu en iyi özetleyen cümle ise Cassie’ye aittir: “Hayatta kalıp nedenini anlamaya çalışanlarız biz.”

Kitap uyarlamalarında hem okurun hem senaristin hem de yönetmenin iştahını kabartan vahşi bir tat vardır. Kitap okuru, yazarın sözcüklerle yarattığı evrene kendi hayal gücüyle dahil olur. Anladığı ve kurguladığı kadarıyla kitabı sever ya da sevmez. Hatırlar ya da unutur. Fakat bir gün biri çıkıp da bunun uyarlanacağını söylediğinde heyecanlanır. Çünkü sıra senaristin cümleleriyle ve yönetmenin evreniyle vücut bulacak tanıdık bir hikâyeyi izlemeye gelmiştir.

Çoğu okur kitaptan, hikâyeden anladığının, düşlediğinin benzerini görme eğilimindedir. Kimi okur ise başka bir algıyla yorumlanan evrenin merakı içindedir. İzleyicideki bu beklenti çeşitliliği, uyarlamanın yaratıcılarını yoran bir sorumluluk gibi gözükse de aslında az evvel sözünü ettiğim vahşi tat tam da bu yüzdendir. Isırgan otu çiğnemeye benzeyen bu lezzet, öyle çok da yenilir yutulur bir şey değildir. 

Bu iki hikayeyi neden birleştirdiniz?

Dublin Murders, kitap uyarlaması olarak okuruna bekleneni veriyor mu, buna en iyi okur karar verecektir. Buradaki asıl mesele, iki kitabın birleşmesiyle oluşan bir dizide, o iki hikâyenin neden sekiz bölüm boyunca bir türlü hemhal olamadığı? Birleşmeyen, benzeşmeyen, kimyası tutmayan, paralel yol alırken bile kopuk ve alakasız oluşlarıyla göz ve ruh yoran, bu yerini yadırgayan hikâyeyi neden birleştirdiniz?

Sarah Greene’nin kötü oyunculuğu ile anlatılan Cassie Maddox’un hikâyesi, sezon boyunca bir türlü anlamlı bir yer edinemeyince Rob Reilly’nin hikâyesini de zayıflatıyor. Rob Reilly’nin hikâyesinin okunaksız hali zaman zaman merak uyandırsa da ikna edici bir sona hizmet etmediği için çelimsiz bir hevesten öteye gidemiyor. Haliyle bu aksak ritim de izleyiciyi yoruyor.

Birbirini aşağıya çeken bu iki hikâyeyi kurtaran ise ne mutlu ki bazı oyunculuklar ve sahne atmosferinin tonu oluyor. Rob Reilly’yi canlandıran Killian Scot’ın insanın aklına mıh gibi kazınan oyunculuğunun etkisinden kurtulmak mümkün değil. Rosalind’i canlandıran Leah McNamara da inandırıcılığıyla ve yeteneğiyle parmak ısırtıyor. Bu iki oyuncunun takipçisi olmak bundan sonra boynumuzun borcu olsun.

Elbette dizinin güzel başka güzel yanları da var. Öncelikle Dublin Murders, Tana French kitaplarını okuma konusunda insanı heveslendiriyor. İnsan, dizinin kollarına bırakılmamış hikâyeyi merak ediyor. Bazı soruların cevaplarını kitapta bulabilme umudu da insana iyi geliyor. Zaman zaman hikâyenin bilimkurguya evrilmesi, zaman zamansa mistik öğeler içermesi yorucu ve oyalayıcı hal alınca insan kitabı okuyup kurtulmak istiyor bu şaşırtmacalardan.

“Karanlık bir akıntıyla çekilme hissi yaşadım.”

Euston Film yapımcıları Kate Harwood ve Noemi Spanos, Tana French’in kitaplarını uyarlama haklarını almaya çalıştıkları bir dönemde Agatha Christie uyarlamalarıyla tanınan senarist Sarah Phelps’in kapısını çalıyorlar. Bu ilk iki kitabı okumasını istiyorlar. Sarah Phelps kitapları okuduktan sonraki düşüncelerini şu cümlelerle açıklıyor: “Ağzıma takılmış bir kancayla tamamen boğucu bir dünyaya, karanlık bir akıntıyla çekilme hissi yaşadım.” 

Bir izleyici olarak benim duygum ise boş bir oltanın peşinde, sanki ucunda beni doyuracak bir şey varmış gibi sekiz bölüm boyunca sürüklenip durdum!

Sekiz bölüme yayılmayan ve tek kitaptan ibaret bir uyarlamanın izleyiciyi daha mutlu edeceği kanısındayım.

Henüz devam sezonu konusunda bir duyuru yapılmamış olsa da senarist Sarah Phelps’in röportajlarından, yapımcıların bu seriye ilgilerinin sürdüğü izlenimine kapılmak mümkün.

Madem bu yola girdiniz, denediniz, emeğinize sağlık, gönlünüze bereket!

Episode’un 18. sayısında yayımlanmıştır.

Devrim Toyran

1973 doğumlu. İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi mezunu. Yıllardır hep bir şeyler yazmasına rağmen “Yazmak, benim yaşam biçimim,” cümlesini kuramadı gitti. Mali işler kariyerine son verdikten yıllar sonra senaristlik dersi alıp aklını, fikrini bu sektöre yormaya başladı. Londra'da yaşamasıyla İngiliz dizilerine hayranlığının alakası yoktur…

Related post