Kayan Yıldızların Tek Nefeslik Işıltısı Gibiydi Ömürler

 Kayan Yıldızların Tek Nefeslik Işıltısı Gibiydi Ömürler

Bu yazı, Episode’un 25. sayısında yayımlanmıştır.

Bazı diziler insanın yoluna çıkar ve bir şey anlatmak için biraz vakit ayırmamızı ister. İnsanda yakaladığı küçük bir ilgiyi de itinayla kaşıyarak bilgi edinmeye yöneltir. It’s a Sin benim için tam da böyle bir dizi oldu. Sırf İngiliz dizilerine ilgimden dolayı izlemeye karar verdiğim It’s a Sin beni HIV/AIDS hakkındaki dev bilgisizliğimle yüzleştirdi. O kadar çok yazı, röportaj, akademik doküman okudum ki, karşılaştığım her detay beni çok sarstı. Hükümet politikaları, toplumsal algılar, eşcinsellere ve HIV/AIDS olanlara yapılan damgalamalar (stigmata), haksızlıklar, hastalıkla ilgili etik değerler, Afrika’daki korkunç boyutlardaki HIV/AIDS ölümlerine karşı ülkelerin duyarsızlıkları ve ilaç sektörünün tavrı ve daha neler neler… Dişlerimi sıkarak okudum çoğunu. İzlemediğim, bilmediğim bazı dizi, film ve belgeselleri de not aldım. Mevzu sandığımdan da başkaymış. Bir pandeminin içinde olduğumuz için şimdi çoğu şeyi daha iyi anlıyor insan. Çünkü AIDS de aslında bir pandemiymiş. Öyle tanımlanıyor, bilmiyordum. 

Senaryosunu Russell T. Davies’in yazdığı It’s a Sin, Channel 4’da beş bölüm olarak yayınlandı. 1981 yılında, 18 yaşındaki Ritchie, Roscoe ve Colin adındaki üç eşcinsel gencin Londra’ya taşınmasıyla başlayan hikâye 1988 yılına kadar sürüyor. Birbirini tanımayan bu gençlerin yolu ise Jill sayesinde kesişiyor ve bir süre sonra hepsi aynı evde kalmaya başlıyor. Hepsinin bir hayali var. Ayağı yere basmayan ve 18 yaşına yakışan öyle aklı bir karış havada hayaller ki, oh be diyorsun, işte hayal dediğin böyle olmalı. Gençlikleri, heyecanları, yaşama karşı duydukları o bitmek bilmeyen iştahları ile umutsuzluğumuzun pasını alıyorlar. Derken sahneye HIV/AIDS çıkıyor. Bilinmeyen ve tanımlanamayan bu büyük gölge, sırasıyla her şeyin üstüne çörekleniyor. Aşkın, eğlencenin, zevkin ve tabii ki hayallerin.

It’s a Sin, şu an 57 yaşında olan senarist Russel T. Davies’in 18 yaşındayken yaşadıklarından yola çıkarak senaryolaştırdığı gerçek bir yaşam hikâyesi. Bu hikâyeyi yazmak için neden bu kadar beklediğini o da pek izah edemiyor. “Demek ki doğru zaman şimdiymiş,” diyor ve geçiştiriyor fakat bu dizide tüm yaşadıklarını yazamadığını da itiraf ediyor. Âşık olduğu genci yazamamış mesela, ailesinin bile neden öldüğünü bilmediği yakın arkadaşlarını, çocuklarının cenazelerine katılmak istemeyen aileleri. Çünkü arkadaşlarının ailesi gerçeği bilsin istememiş. Okulda, işyerinde dalga geçilen, kötü şakalara maruz kalan arkadaşlarını da yazmamış. O kötü kalpli insanları yazarak arkadaşlarını üzmek istememiş. Derdini anlatmanın bir yolunu bulduğu bir mecrada bile özgür olamamış. Zaten 30’lu yaşlarına kadar eşcinsellikle ilgili sahneleri yazarken çok cesur davranamamış. “Çünkü gizlilik ve utançla ilişkilendirilen hayatlarımızın AIDS ile tanımlanmasına izin vermeyi reddederek bununla başa çıkmaya çalıştım,” diyor. 1999 yılında yapımcı Nicola Shindler ile yolları kesişince birlikte Bob & Rose, The Second Coming, Cucumber, Casanova ve Years & Years gibi ses getiren işlerde daha cesur olmayı başarmış.

Günümüzde internetteki bilgi çöplüğünden yakınıyorken 80’lerde bilgi kaynağı yoksunluğunun yarattığı çaresizlik, travma ve hoşgörüsüzlüğün acısının çok başka olduğuna vurgu yapıyor Davies. O yıllarda öfkeli insanlarla, kendilerine duyulan sinsi bir inançsızlıkla başetmek zorunda kaldıklarını söylüyor.

HIV ve neden olduğu AIDS hastalığı için o yıllarda maymundan bulaştığı ve Rusların laboratuvarda ürettiği söylentileri çıkıyor. Çok tanıdık bir söylenti değil mi? Nereden ve nasıl çıktığı saptanamayan bu hastalığın 1980’li yıllarda yaşanması da çok manidar. Çünkü 60’lı yıllarda başlayan ve 80’li yıllara kadar devam eden dönemde, doğum kontrol hapları ve kürtaj yasaları sayesinde, “aykırı” cinsel davranışlara karşı muhafazakâr kesimin caydırıcı yöntemleri elinden alınmıştı. Hastalık ve gebelik bir korku olmaktan çıkmıştı.  Cinsellik ile ölümü eşdeğer tutan AIDS işte tam da böyle bir zamanda o ahlakçı tayfanın işine gelecek şekilde ortaya çıkmıştı.  Sonuç olarak cinsellik bir kez daha, dehşet verici bir ölüm fikriyle bağdaştırılmıştı. 

İlk vaka 5 Haziran 1981’de Amerika’da görülüyor. Bağışıklık sistemi zayıflamış bir kişide bir enfeksiyon problemiyle karşılaşılıyor. Önce nadir görülen bir cilt kanseri, sonrasında da ağır bir zatürre ortaya çıkıyor. 12 Aralık’ta ise İngiltere’de 49 yaşında ve Amerika’ya seyahat etmiş bir eşcinsel ölüyor. Senarist Davies, o dönem ilk vakanın Amerika’da çıkmasıyla kendilerini güvende hissettiklerini ve  “Amerikalılarla yatmayın,” dediklerini de itiraf ediyor.

O yıllarda HIV/AIDS, “Eşcinsel Vebası” veya “Eşcinsel Kanseri” diye tanımlanıyor. Dönemin çaresizliği, travması ve dehşeti içinde hem eşcinseller hem de HIV/AIDS hastaları aileleri tarafından dışlanıyor. Çoğu, çocuklarının gerçek ölüm nedenini bilmezken, bilenler  cenazelerine bile katılmıyor. Enfekte olanların belirlenmesi, etkili tedavi yöntemlerinin geliştirilmesi konusunda çok büyük etik sorunlar yaşanıyor.

Dönemin Amerika Başkanı Reagan, 5.000 kişinin öldüğü 1985 yılına kadar AIDS’ten hiç bahsetmiyor bile. Bir film yapımcısı olan Scott Calonico, 2015’te yayınladığı When AIDS Was Funny adlı kısa belgeselinde, Reagan’ın Basın Sekreteri Larry Speakes’in gazetecilerle yaptığı basın toplantısının ses kayıtlarına yer veriyor. Homofobik şakalar (!) alaycı kahkalarla dolu bu kaydı dinlemenizi tavsiye ederim. Reagan yönetiminin böyle bir trajediyle yüzleşmedeki ölümcül eylemsizliğini gözler önüne seren çarpıcı bir özettir.

It’s a Sin dönemin bu çaresizliğine, eşcinsellerin o hep kıskanılan vahşi neşesini de yerleştirerek ve ölüm döşeğindeki birine, “Çok eğlendim. İnsanların unutacağı şey bu,” repliğini yazarak bizi biraz olsun teselli etmeye çalışıyor. 

Dizide rol alan eşcinsellerin hepsi gerçek hayatlarında da eşcinseller. Jill karakteri gerçek hayatta da en yakın arkadaşı olan Jill Nalder ve dizide Jill’in annesini oynuyor. Neşesi, hüznü ve trajedisiyle It’s a Sin çok iddialı gözükmeden büyük işler başarıyor. Gidenlerin ruhuna selam olsun. İyi seyirler.

Devrim Toyran

1973 doğumlu. İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi mezunu. Yıllardır hep bir şeyler yazmasına rağmen “Yazmak, benim yaşam biçimim,” cümlesini kuramadı gitti. Mali işler kariyerine son verdikten yıllar sonra senaristlik dersi alıp aklını, fikrini bu sektöre yormaya başladı. Londra'da yaşamasıyla İngiliz dizilerine hayranlığının alakası yoktur…

Related post