‘John Wick 4’: Modern Bir Gun Fu Şiddet Balesi ve Serinin Mitolojik Kökenleri
Son 10 yılda çok az aksiyon yapımı John Wick serisi kadar heyecan uyandırdı ve dünya çapında bir fenomene dönüştü. Derek Kolstad’ın yarattığı seri, günümüzün popüler hikâye anlatım tekniklerinden biri olan transmedya anlatılarıyla daha da büyümeye hazırlanıyor. “Baba Yaga” evrenini geliştirecek TV serileri ve spin-off’lar da yolda. Hollywood’da iş bulmakta zorlanan Kolstad’ın kariyerindeki dönüm noktası olan John Wick serisi; aksiyon planları, çağdaş dövüş koreografilerindeki keskinliği, stilizasyonu, teknik detayları ve estetik şiddetiyle de beyazperdede farklı bir yol açmayı başardı.
Aslında Kolstad’ın yazdığı ilk taslağın adı da Scorn’du ve protagonist oldukça yaşlıydı. Ancak filmin haklarını satın alan Basil Iwanyk karakterin daha genç olmasını istedi ve Keanu Reeves’in adı böylece öne çıktı. The Matrix serisinde dublör koordinatörü olarak görev alan Chad Stahelski ve David Leitch de Reeves’in önerisiyle projeye dahil oldu. Doğrusu Stahelski ve Leitch de kanla yazılacak bir mitolojinin ihtiyaç duyduğu esas ikiliydi.
Kolstad, John Wick karakterini yaratırken western, neo-noir ve intikam filmlerinden ilham aldı. Tabii bu ilhamın asıl kaynağı Hong Konglu ikonik yönetmen John Woo’nun filmleriydi. Woo’nun aksiyon türüne getirdiği kaotik, özgün ve yenilikçi Uzakdoğu stilinin Quentin Tarantino ve Robert Rodriguez gibi yönetmenlere bile yön verdiğini es geçmemek lazım. Esasen Çin medeniyetine ait bir dövüş sanatı olan “kung fu” ismine benzetilerek türetilen “gun fu” terimi de ilk olarak Woo’nun 1986 yapımı A Better Tomorrow (Yarın Çok Güzel Olacak) filminde kullanıldı. Silahla dövüş anlamına gelen bu terim, The Matrix serisinde de sinemayı değiştirecek biçimde yer aldı. Fakat John Wick susmayan silahlardan, saplanan bıçaklardan ve bitmek tükenmek bilmeyen intikam duygusundan daha fazlasıydı.
John Wick Serisi Kral Odisseus’un İzinde
Kolstad, John Wick’in hikâyesini kurarken de emekli Navy SEAL (Bahriye Komandosu) Marcus Luttrell’in yaşadığı bir olaydan esinlendi. Luttrell, Lone Survivor (Son Kalan) kitabıyla ve kitaptan sinemaya uyarlanan filmle ünlenmiş eski bir asker. John Wick’in intikam avını başlatan olay da Luttrel’in başından geçen gerçek bir olaya dayanıyor.
Lutrell bir gece evindeyken silah sesine uyanıyor. Evinin önünde dört kişi görüyor ve Labrador Retriever cinsi yavru köpeğinin yaralandığını fark ediyor. Köpeğinin yaralandığını görünce Beretta M9 tabancasını kapıp yabancıların peşine düşüyor. Adamları uzun bir kovalamacanın ardından yakaladığı halde öldürmekten vazgeçiyor. Yakalanan şahıslar ise hayvana eziyetten ötürü ceza alıyorlar.
Silahlarını gömen ve ölen eşinin yasını tutmaya çalışan John Wick’i harekete geçiren eylem de benzer. John Wick serisi basit bir hikâyeye sahip olsa da evrenindeki mitolojik kodlar, motifler ve göndermelerle dikkat çekiyor. Doğrusu John Wick de Antik Yunan kahramanı Kral Odisseus’u simgeliyor. Odisseus, Homeros’un ünlü destanı Odysseia’nın (Odesa) merkezindeki karakter. Modern batı kültürünü oluşturan temellerden olan Odysseia destanı, Truva Savaşı’ndan sonra evine dönmeye çalışan Odisseus’un lanetli ve zorluklarla dolu mücadelesini anlatır. Odisseus ismi de Yunancada belayı çağrıştırır. Bu isim hem başı beladan kurtulmayanlar hem de başkalarına bela getirenler için kullanılır. Keza Wick’in “Baba Yaga” olarak çağırılmasının da bir sebebi vardır; Baba Yaga mitik olarak bir iblisi tasvir eder.
John Wick evrenindeki The Continental Hotel, “Suikastçılar Topluluğu” tarafından kullanılan gizli para, rahmetli Lance Reddick’in canlandırdığı Charon veya Laurence Fishburne’ün canlandırdığı The Bowery King de mitik öğeler ya da figürlerdir. Örneğin Charon (Kharon) mitolojide ölülerin kayıkçısıdır ve Acheron’u yani cehennemin ırmağını geçirmek için sikke alır. Keza The Bowery King de John Wick evreninde Athena’yı simgeler. Odisseus’a yol gösteren ve yardım eden tek tanrı odur. İşte, John Wick evreni bu mitolojik şablonlar, temalar, öğeler ve arketipler üzerine inşa edilmiştir. O yüzden kendine ait bir evren kurmayı başarmış ve bu kadar çok sevilmiştir.
Statükoya Başkaldırı ve Gerçek Dışı Atmosfer
Açıkçası John Wick evreni mitolojik bir yansıma sunduğu için atmosfer olarak gerçek dışıdır. Karakterimizin giderek daha güç ve mantık sınırlarını zorlayan görevlerle sınanmasının sebebi de budur. Kahramanımızın esas derdi ise kendisini tehdit eden Yüksek Şura’yı yani yeraltı dünyasındaki düzeni sağlayan otoriteyi ortadan kaldırmaktır. Bu açıdan John Wick 4 sunduğu epik şiddet öyküsünü başka bir seviyeye taşıyor ve çatışma dozunu da giderek artırıyor. Bunun yanı sıra filmde kan kullanımına özellikle dikkat ediliyor. Zaten kan metaforik olarak John Wick serisinin en önemli öğelerinden biridir. Kan yemini ve kan mührü hem cezayı hem ödülü simgeler.
John Wick 4’ün çatışma dozunu artırırken John Woo temellerine vurgu yapması ve Uzakdoğu’ya yelken açması da oldukça mühim bir yerde duruyor. Bu doğrultuda hikâyeye eklenen dövüş sanatları aktörü ve koreograf Donnie Yen, Hiroyuki Sanada ve Rina Sawayama’nın rolleri kritik. Özellikle Donnie Yen, Caine rolüyle parlıyor ve filme farklı bir renk katıyor. Hatta Yen o kadar iyi ki, belki ilerleyen dönemlerde Yen için de bir spin-off düşünülebilir.
Keanu Reeves’in dördüncü film boyunca giderek ruhsuz ve robotik bir hal aldığını görüyoruz. Belki de bu film Reeves’in serideki en suskun halini yansıtıyor. Yeri gelmişken hatırlatmakta yarar var, Reeves’in karizması ve karaktere ekledikleri John Wick’i fenomenleştiren unsurlar arasında yer alıyor. Hatta Reeves’in karakterle duygusal bir bağ kurmasının ardında da 2001’de trafik kazasında vefat eden eski kız arkadaşı Jennifer Syme bulunuyor. Reeves’in hayatını ve algısını değiştiren bu talihsiz kaza, John Wick’in metanetinde, ülküsünde ve görev bilincinde kendisini gösteriyor. Reeves’in bu rol için özel olarak aldığı Jiu-Jitsu, Judo ve “Center Axis Relox” adı verilen teknik ateş etme dersleri de adanmışlığının bir kanıtı. Tüm seri boyunca çoğu planda kendisinin oynaması ve olabildiğince az dublör kullanması da John Wick ile kurduğu bağı anlatıyor.
Yönetmen Chad Stahelski ile görüntü yönetmeni Dan Laustsen’in yeni filmdeki buluşları ve kamera kullanımları da heyecanı katmerleyen cinsten. Dördüncü filmde Reeves’in Japon savunma sanatı “Okinawa Ko-bujutsu” silahı olan “nunçaku” kullandığı sahneler, Berlin’deki gece kulübü planı, kameranın aksiyonu tavandan takip ettiği sekans ve Paris sokaklarındaki koşturmaca özenle tasarlanmış. Nunçaku kullanılan sahnelerde Bruce Lee efsanesine yapılan saygı duruşu da çok belirgin. Zaten John Wick’i bir aksiyon şaheseri haline getiren detaylar da bunlar.
Stahelski ve Laustsen’in kamera açıları ile kamera hareketleri o kadar yerinde ki izleyici tüm aksiyonun göbeğinde. Dördüncü film bu yanıyla da diğer filmlerin ötesinde bir çılgınlığa sahip. Özellikle final bloku ve akıllara Sergio Leone’yi getiren Paris’in gün doğumundaki düello sahnesi de ikonik. Ancak Bill Skarsgård’ın canlandırdığı villian karakter Marquis de Gramont’un iyi kullanıldığını ve kötü karakter olarak öne çıktığını söylemek zor. Serinin dördüncü filminin en büyük eksikliğinin burada olduğunu belirtmeliyim.
Bill Skarsgård gibi yenetekli bir aktör filme başka türlü bir boyut katabilirdi. Yine de John Wick 4 stilize neon renk paleti, aksiyon şöleni, şiddet balesi ile kendi kulvarında özel bir yerde duruyor ve 169 dakikalık
süresini hissettirmeden akıp gidiyor. Ayrıca Oz, The Wire, Fringe gibi seriler dolayısıyla sevdiğimiz Lance Reddick’in vedası da John Wick 4’ü farklı bir yere koyuyor.
Bu yazı, Episode’un 48. sayısında yayımlanmıştır.