Başrollerinde Ayça Ayşin Turan ve Furkan Andıç’ın Yer Aldığı ’39 Derecede Aşk’ın Fragmanı Yayınlandı
‘Kerr’ Röportaj: Tayfun Pirselimoğlu / Erdem Şenocak
Hiçbiryerde, Ben O Değilim, Rıza, Yol Kenarı gibi ödüllü filmlerin yönetmeni Tayfun Pirselimoğlu ve son filmi Kerr‘in başrol oyuncusu Erdem Şenocak’la Kerr ve Türkiye’de bağımsız sinema yapmak üstüne konuştuğumuz röportajı okurlarımıza sunuyoruz. İyi okumalar…
Bana Kerr önceki Tayfun Pirselimoğlu filmlerinden daha farklı ve karanlık geldi. Bunu ikinize de sormak istiyorum. Filmin karanlık ve distopik ortamıyla ilgili neler söyleyebilirsiniz?
Tayfun Pirselimoğlu: Bu hikâyeyi anlatma zorunluluğum biraz içinde yaşadığımız hayatın ben de yarattığı tezahürle alakalı bir şey. Bu saçma sapan hayatı yaşamamız ve bu saçmalığın artık normalleşmiş olması bende bir ıstırap uyandırıyor. Bu kadar absürtlük deryası içerisinde yüzerken bunun farkında olmamak beni çok şaşırtıyor. Dolayısıyla böyle bir hikâye. Yani o kasabada temsil ettiği şey bence çok aşikâr. O kasabaya gelmiş ve benim duyduğum şaşkınlığı duyarak o çırpınan karakterin etrafında dönüp duran commedia dell’Arte karakterleri gibi absürt ve komik bence. Yarattığı bu çıkışın ve sizin dediğiniz gibi o anlamda karanlık atmosfer bizatihi bence içinde yaşadığımız hayatın temsili.
Siz bir şey söylemek ister misiniz bu atmosferle ilgili? (Erdem Şenocak’a)
Erdem Şenocak: Diğer filmlere (Tayfun Pirselimoğlu filmlerine) kıyasla bence en aydınlık ya da içinde karanlık olsa da muzipçe öğeler barındıran film diyebilirim. Bana izlediğimde öyle gelmişti. Özellikle Tayfun Bey’in romanlarında bence o muziplik ve hınzırlık en karanlık yerde bile kendini gösteriyor. Bence Tayfun Bey’in sinema hikâyesi açısından en çok bu filmde görünüyor diyebilirim.
Aslında biraz da şunu söylemeye çalıştım; daha önceki filmlerinizde biz politik tavrı daha net görebiliyorduk. Sanki bu filmde o distopik dünyanın biraz daha altına gizlenmiş, doğru mu?
Tayfun Pirselimoğlu: Bence tam tersi. (Herkes gülüyor.) Az önce anlatmaya çalıştığım şekilde “Bu hayat niye böyle?” ve “Bu hayatın böyle olmasından niye rahatsızlık duymuyoruz?” sorularının bizatihi politik bir karşılığı var. Bu memleket için de dünya için de. Onun için kasabanın temsil ettiği şeyin ne olduğu bence çok aşikâr. Dolayısıyla bu oradaki göndermelerin ve karşılıklarının sizin söylediğiniz bağlamda da bir önemi var. Şunu kabul ediyorum; ben direkt bir şeye işaret etmeden parmakla göstermek taraftarı olan biri değilim. Dolayısıyla ima yoluyla anlatılan şeyin daha kıymetli olduğunu ve bunun izleyicide yarattığı soru işaretleriyle tefekkür etmesinin bu anlamda daha çok işe yarayacağını düşünüyorum. Biraz burnumun ucuyla göstermek bence parmakla işaret etmekten daha kıymetli.
Nihayetinde sinemanın toplumsal ve siyasal olanla ilişkide olmaması zaten mümkün değil. Gittikçe belirsizliğin daha hâkim olması sizi de mi daha belirsiz bir dile doğru itti?
Tayfun Pirselimoğlu: Tabii, belirsizlik belki doğru bir sıfat olmayabilir, müphemlik diyelim ona. Bu çizgilerin bir türlü tam olarak çizilememesi. Bunun yarattığı bir atmosferden söz edilebilir tabii ki. Ama ben hep böyle bir sinemanın peşindeyim. Anlattığım hikâyenin ya da sinemanın her bir izleyicide farklı bir karşılık bulmasını çok kıymetli buluyorum. Defalarca tekrarladım ama tabii ki ben de bunu yazarken ve çekerken kafamın içerisinde oluşturduğum ve anlamlandırdığım bir zemini var. Fakat bunun içerisindeki birtakım ögelerin izleyicideki karşılıklarının farklı farklı olması ve bu fark üzerine soru işaretleriyle sinemadan çıkmaları… İyi sinemanın böyle olabileceğini düşünüyorum.
Sizi daha çok filmde donuk, neredeyse mimiği olmayan bir karakterle izledik. Böyle bir rol oynamak zor mu ya da nasıl zorlukları oldu? Karakterin oluşması açısından yönetmenin katkılarından ya da belki sizin katkılarınızdan söz etmek istersiniz. (Erdem Şenocak’a)
Erdem Şenocak: Daha dün gece bir başka oyuncu arkadaşımla oyuncuların neden sürekli role senaryoda olmayan bir şey eklemek zorunda hissettiklerinden konuşuyorduk. Galiba bununla dalga geçen bir film vardı oradan yola çıkarak bunu konuşmuştuk. Mesela tik mi eklesem, topallık mı eklesem gibi. Aslında sade oynamak ne kadar zor. Sade oynamak teknik olarak zor değil de ilk önce galiba insanın egosuyla ilgili bir zorluk çıkartıyor. Sade oynadığında bir ustalık gösteremeyeceğini düşünüyor oyuncu. Yani seyredecekler ve hiçbir şey yapmadığımı düşünecekler duygusuna kapılıyor. Dolayısıyla bu anlamda evet başta zordu. Rolün kendisinden, senaryodan bağımsız bir oyuncunun ego sorunu ortaya çıkıyor. Bunu biraz aştığımı düşündüğümde benim için imkânlar açıldığını, bir anda “Filmi ben anlatacağım ve ben götüreceğim,” yetkisini ve sorumluluğunu neredeyse yönetmenden aldığınızı düşünüyorsunuz. Yönetmenin kafasında bir şey var, zaten o yapacak ama her şeyi sizin yapmanız gerektiğini düşünüyorsunuz. Hem fedakârca hem de kibirli bir şekilde “Benim yapmam gerekiyor bütün bunları, filmin duygusunu ben vereceğim,” gibi düşünmeye başlıyorsunuz. Ne zaman ki yönetmenin dünyasında birçok başka öge gibi bir öge olduğunuzu anladığınızda biraz daha rahatlayıp tam tersi yaratıcı olmaya başlayabiliyorsunuz. Örneğin komik oynamaya çalışacaksınız, belki de yönetmen sizin tipinizin birazcık komik olduğunu düşünerek oraya koyduğu için durmanız yetiyor. Dolayısıyla Tayfun Bey ile de ilişkim öyle. Tabii ki karakterin repliğinin az olması vs. insanı “Acaba yeterince hikâyeyi anlatamıyor muyum, yapmam gereken görevi yapamıyor muyum?” gibi bir düşünceye de itiyor ama o noktalarda tamamıyla Tayfun Bey’in gözü olumlu anlamda üzerimdeydi gibi hissettim. Onun güvenini hissettim ve öyle devam ettim diyebilirim. Ama en önemli şey dediğim gibi biraz kendinizi bırakmak. Romanı okudukça “Aa, bu zaten bayağı benziyormuş galiba. Babasıyla ilişkisi, o polise itiraz edememesi, insanlara itiraz edememesi bende de var galiba böyle şeyler. Ekstra bir şey yapmama gerek yok sanki,” dememe sebep oldu.
Siz bir şeyler söylemek ister misiniz? (Tayfun Piselimoğlu’na)
Tayfun Pirselimoğlu: Yönetmen olarak yüzüncü filminize de başlasanız oyuncuyla kurduğunuz ilişki bağlamında yeniden bir şeyler öğreniyorsunuz ya da yeniden bir ilişki kurma biçimi oluşuyor. Çünkü her oyuncu için hem oynadığı karakter hem de bizatihi oyuncunun kendi karakteriyle alakalı olarak yeni bir ilişki kurma biçimini teşhis etmemiz lazım. Her bir oyuncu için geçerli ama başrolde özellikle böyle bir oyun için aslında çok zor bir rol. Erdem’in söylediği gibi aslında jonglörlük çok kolay bir şey. Seyircinin ilgisini çekmek için marifet göstermek bir oyuncuyu çok cezbedici gelebilir. Hâlbuki hiç top çevirmeden aslında top çeviriyormuş gibi duran bir oyunculuk, marifet o bence. Dolayısıyla onu çok iyi yaptığını düşünüyorum. Tabii kafamda o sahne için tasarladığım bir resim var. Ama o resmi kurarken o ana ait olan bir şeyi yakalamak çok önemli. Sadece o anda, orada çıkan bir şey ve bir daha olmayacak olan bir şey dolayısıyla onu yakalama peşinde olmak gibi bir çabam var. Erdem ile de bunu sağlamakta hiç güçlük çekmedik.
Ben genel olarak filmlerinizde çok iyi bir cast seçimi yaptığınızı düşünüyorum. Hiçbiryerde filminde Zuhal Olcay’dan başka birisini gözümün önüne getiremiyorum mesela. Bunu nasıl yapıyorsunuz? “Bu role biraz gerçek hayatta benzeyen birini bulmalıyım,” diye mi düşünüyorsunuz?
Tayfun Pirselimoğlu: Aslında yazarken o resim az çok beliriyor. Haliyle biraz o da yardım ediyor yazmaya. Çünkü o zaman yazarken o karakteri oynayacak olan oyuncunun neler yapabileceğini az çok kestirebiliyorsun. Bu film öyle olmadı. Bu filmde çok zorlandım ana karakter için. O müphemlik orada da kendini bana çok hissettirdi. İyi ki de öyle oldu. Ben asla audition yapmıyorum, yapanlara saygım sonsuz. Oyuncu seçiminin ancak karşılıklı konuşularak sağlanabileceğini, bunun daha tatminkâr sonuçlar verdiğini düşünüyorum. O yüzden de birbirimizi anlamak adına karşılıklı oturduk konuştuk. Film üzerine konuşmak, hayatın bambaşka hikâyeleri üzerine sohbet etmek bile benim adıma veya oyuncu adına ipuçlarını veriyor.
Filmin ismi herhalde size çok sorulmuştur. ‘Kerr’ kelimesini “tekrar, mükerrer, tekerrür buradan geliyor,” diye tanımlamışsınız. Bu “tekrar” ile filmin arasındaki bağı sizden de öğrenebilir miyiz?
Tayfun Pirselimoğlu: Bu benim başka filmlerimde de var ama burada iyice kendini belli ediyor. Romanın ismi de böyleydi. Aslında bu romana dayanıyor ama yüzde yüz romanın aynısı değil, ondan çıkarttığım veya başka hikâyelerimden eklediğim şeyler de var. Romanın kendisi, bir başka romanın tekrarı. Neredeyse direkt olarak bir karakterin ağzından da söylettim, her şeyi tekrar ettiğime inanıyorum ben. Dolayısıyla dönüp dolaşıp aynı noktaya gelmek ama geldiğimiz o noktadaki benliğimizin daha tekamül ettiğine inanmak istiyorum. Benim bütün filmlerim başladığı gibi biter. Bu filmde de bir radyo istasyonunda başlıyor ve orada bitiyor. Bütün bunların işaret ettiği şeylerin toplamından isminin de böyle kalmasını istedim.
Siz karakteri oluştururken bu tekrar meselesini düşünmüşsünüzdür mutlaka. (Erdem Şenocak’a)
Erdem Şenocak: Açıkçası beni çok etkilemedi. Çünkü daha aşama aşama, sahne sahne düşündüğümüzde bu filmin genelindeki tekrarın bir anlamda önemi yok. Ama bir yandan da her sahnede benim karakterim ya ona söylenen lafı kendisi tekrarlıyor ya da anlamadığı için tekrarlatıyor. Öyle bir şeyi var diyebilirim.
Bunu rahatsız edici bir unsur olarak mı kullanmak istediniz? Karakterin kendine ait cümlesini neredeyse duymuyoruz. Hep tekrar ediyor, sorulan soruyu tekrar ediyor…
Tayfun Pirselimoğlu: Onun benim kafamın içerisinde yarattığı karakterin karşılığı böyle konuşan birisi olabilir ancak. Dediğim gibi yani bu şaşkınlığın da o girdabın içerisinde savruk durmanın da bir işareti.
Bu arada filmin mekânları doğal olarak çok enteresandı bence. Çok ilginç yerlere girip çıktık. Can’ın babasının dükkânı, o girdiğimiz pavyon gibi yer… Mekan seçimi bu süreçte nasıl oldu? Bu filmin mekânla bence önemli bir ilişkisi var, biraz söz edebilir misiniz?
Tayfun Pirselimoğlu: Bence de önemli. Benim bütün filmlerimde var ama burada belki de daha çok belli ettim. Bir mekân da filmin bir oyuncusu gibi önem taşıyor. Ben çok dolaşıyorum ve dolaşırken de bazı mekânları bir yerde kullanırım diye kafamda kaydediyorum. Bazen mekânın kendisi bana bir hikâye gösteriyor. Burada da daha önce gördüğüm, hatırladığım bir yerlere kaydettiğim bazı mekânları kullandık. Bir kısmını da yarattık ama büyük bir kısmı benim daha önceden tespit ettiğim, bir yerde kullanırım diye düşündüğüm mekânlardı. Buna çok önem veriyorum sahiden. Bir mekân, bir filmi taşıması bakımından çok önem arz ediyor.
Siz bir şey söylemek ister misiniz? (Erdem Şenocak’a)
Erdem Şenocak: Filmden bağımsız şunu söyleyeyim; filmin distopik atmosferinden bahsediliyor ama o Kastamonu, Daday’daki Verem ve Savaş Hastanesi’nin bir şekilde kullanılmamış, terk edilmiş olması, o kadar güzel bir yerdeki tesisin yıkılmaya bırakılmış olmasının kendisi distopik zaten.
Tayfun Pirselimoğlu: Evet, işte içinde yaşadığımız ne varsa ortaya döktüğümüz şeyler. İnanılmaz güzel bir binalar topluluğu terk edilmiş ve ben orayı gördüğüm zaman burayı muhakkak bir yerde kullanacağız diye çıldırmıştım. Sahiden buna nasipmiş.
Bundan sonrası için kafanızda bir şeyler var mı? Bir başka yönetmenle filmle bir noktada vedalaşmak gerektiğini konuştuk. Siz artık başka bir şeye geçmeyi düşünüyor musunuz?
Tayfun Pirselimoğlu: Ben filmi bitirdiğim andan itibaren çok zorunlu olmadığım sürece bir daha izlemiyorum. Bitti mi bitti ondan sonra o geride kalıyor. Zaten ben bir filmi yaparken ondan sonraki projeyi de yazıyorum. Bunu (Kerr) yazdığımda daha sonraki için de aldığım notlar var. Hatta belli ölçüde yazdığım bir tretman var. Onu sonra senaryo haline getirdim. Ona da inşallah ocak gibi başlayacağız. İsmi de İdea.
Önümüzdeki sene izleyeceğimizi düşünüyorum o zaman, doğru mu?
Tayfun Pirselimoğlu: Bilmiyorum önümüzdeki sene izlenebilir mi ama önümüzdeki sene inşallah çekeriz.
Yeni filmin tüyosu geldi. (Herkes gülüyor.)
Tayfun Pirselimoğlu: Onun da bir tüyosunu daha vereyim madem tüyodan gidiyor. Yol kenarında dikkatli izleyicilerin kaçırmadığını umduğum bir şey var. Bir elektrikli süpürge, bu filmde de var. Üzerinde de ‘İdea’ yazıyor.
Bunu ben görmedim doğrusu ama enteresan birtakım başka objeler gördüm filmde. Eski objeler mi yoksa filmdeki zamanın kendisine ait objeler mi? Bu elektrikli süpürge gibi özel bir anlamı hepsinin içinde var mı?
Tayfun Pirselimoğlu: Tabii, hepsine bence sizin hiç fark etmediğiniz muhtemelen birçok izleyicinin de fark etmeyeceği çok ufacık şeyler serpiştiriyoruz. Bu hınzırlığı seviyorum. Natali (Yeres, Görüntü Yönetmeni) ile birlikte özellikle çok yapıyoruz bunu. Belki sadece o ve ben fark ediyoruz ama oluyor.
Peki, yalnızca sizin bildiğiniz bu küçük şeylerin başka bir tadı mı oluyor?
Tayfun Pirselimoğlu: Evet evet, kimsenin bilmediği bir sırra vâkıf olmak fena bir şey değil.
Erdem Şenocak: Sigara paketlerinin bile üzerinde özel tasarımlar var. Belki de hiç görünmüyordur.
Tayfun Pirselimoğlu: Tabii tabii, özellikle Natali buna çok önem verir. Bazen “Şunu yapalım,” dediklerimiz var bir de Natali’nin sadece kendisi için yaptıkları var. Örneğin bir fincanın üzerinde ufacık bir yazı var, o asla görünmeyecek, ben de fark edemem ama onu oraya koyuyor mesela. Ben de ilişmiyorum.
Bunun kendisi bile bir film olabilir gibi; filmine küçük şeyler ekleyen ama kimsenin görmesini istemeyen yönetmen.
Tayfun Pirselimoğlu: Bundan bir senaryo çıkarabiliriz. (Herkes gülüyor.)
Siz önünüzdeki projelerle ilgili bir şey söylemediniz. (Erdem Şenocak’a)
Erdem Şenocak: Tabii, sinemada kurucu aktör oyuncu olmadığı için sinemayla ilgili söyleyemem ama genel tiyatro kökenliğimden şunu biliyorum; genel bir oyun telaşı bittiğinde en güzel zamanıdır diğer oyunun. Oyun oynanırken bile ilk prömiyer çıktıktan sonra sorun da çıkmadıysa yeni bir şeyler düşünmek için “en tatlı zamandır,” derdik.
Sizin var mı şu anda yeni bir şeyler önünüzde?
Erdem Şenocak: Birtakım şeyler var, dizi ve film ama daha kesin olan bir şey olmadığı için o yüzden söyleyemiyorum.
Şu an Mubi’de bir seçkiniz var. Tayfun Pirselimoğlu filmleri izliyoruz. İnternet platformlarında da yer alıyorsunuz ama bizim bilgisayardan film izlememizle ilgili ve genel olarak internet platformlarıyla ilgili ne düşünüyorsunuz?
Tayfun Pirselimoğlu: Yani bu da çağın getirdiği bir zorunluluk haline gelmiş gibi ama tabii ki filmlerin sinemada izlenmesi gerektiğine inananlardanım. Buradaki tehlike sadece şu; bu Mubi için geçerli değil çünkü o özel bir platform ve sahip olduğu bir misyonla bu işi yapıyor ama diğer platformların daha yırtıcı bir tarafı var. Onların oluşturduğu bir izleyici profili çıkıyormuş gibi geliyor bana. Bu da sinema adına çok hayırlı mıdır, ondan çok emin değilim. Bu platformların sanki ana akım sinemanın tuttuğu yeri daha da genişleterek, debisi daha da yüksek bir nehir şeklinde akmakta olduğunu düşünüyorum. Bu sinemayı sanat olarak algılayıp onu üretmek isteyenler adına bazı sıkıntılar yaratıyor. Hem yarattığı seyirci algısı adına hem de bu alanı çok daha daraltması adına…
Daha televizyonvari mi diyelim?
Tayfun Pirselimoğlu: Evet, yani aslında bunlar yeni televizyon kanalları. Televizyon izleyicisinin yandaki ekrana geçmesi gibi bir şey.
Siz nasıl bakıyorsunuz? (Erdem Şenocak’a)
Erdem Şenocak: İnternet dizilerinden söz ediyorsak tabii ana akım dizilere oranla hem seyirci olarak hem oyuncu olarak daha olumlu baktığımı söyleyebilirim. Hem dizinin bütün bölümlerini bilmek anlamında hem de altı günde yüz yirmi dakikalık bir şey çıkartmak zorunda olmamak anlamında… Yurt dışında da Türkiye’de de büyük bir fark yaratıyor bence.
Tayfun Pirselimoğlu: Şunu da eklemek gerekir öyle ya da böyle bu ortamın daha liberal bir alan yarattığını kabul etmek gerekir.
Bağımsız sinema yapmakla, bağımsız filmlerde oynamakla ilgili genel olarak bu işi Türkiye’de yapmanın zor olduğunu düşünüyoruz ve hep buradan bakıyoruz meseleye. Sizce böyle mi? Belki zorluğu dışında bu işi, burada yapmak daha iyi bir şey olabilir mi? Nasıl düşünüyorsunuz?
Tayfun Pirselimoğlu: Bağımsız sinema yapmak her yerde zor tabii. Çünkü içinde yaşadığımız dünyanın yarattığı sanat algısıyla bu işler dünyanın her yerinde giderek daha çok zorlaştı. Bağımsız sinema yapmak niyetinde olanların başvurdukları fonlar çok daha küçüldü. Bu bütün dünyanın gidişatıyla alakalı bir şey. Üstelik Türkiye’de ekonomik krizin daha da ağır hissediliyor olmasıyla alakalı. Türkiye’deki en önemli fon, Kültür Bakanlığı’ndan alınan. Bu işleri o fonların verdiği miktarlarla yapmak iyice zorlaştı. Benim kendi kişisel tecrübem; yurt dışında bütün filmlerim ortak yapım, dolayısıyla bu sorunu bir miktar daha kolay çözebilecek konumda olabilirim. Diğer taraftan ilk filmini yapmak ve böyle bir sinema yapmak isteyenler için işler biraz daha zor. Bu dijital platformların getirdiği yeni ortamdan dolayı da sinema yapmak isteyenlerin zorlukları daha da arttı.
Türkiye’de fonlar dışında bağımsız sinema yapmakla ilgili zorluklar var mı?
Tayfun Pirselimoğlu: Her zaman zordu, özellikle işin ekonomik kısmı. Türkiye’de politik anlamda söylüyorsanız her zaman zordu, şimdi de öyle. O anlamda değişen bir şey yok.
Sizin bağımsız sinemanın zorluklarıyla ilgili söylemek istediğiniz bir şey var mı? (Erdem Şenocak’a)
Erdem Şenocak: Şunu diyebilirim; ben kurucu aktörlerden birisi değilim, yapımcı değilim, yönetmen değilim, senarist değilim o yüzden söyleyeceklerim ukalaca gibi de olmasın ama ne yazık ki şizofrence bir tavır takınılması gerekli. Bir yandan ekonomik anlamda her türlü hak için, sansür için, ayrılan fonların arttırılması için mücadele etmek gerekiyor ama bir yandan da sanki bütün hiç yokmuş gibi, hiçbir mazeret kabul etmeden yapmaya çalışmaya devam etmek gerekiyor. Bunlar size yapmamak için bir bahane de olabilir. “Türkiye’de zaten çok zor,”, “Zaten istediklerimi söyleyemeyeceğim,” gibi düşünmemek gerekiyor. İnsan bir şey söylemek istiyorsa onun bir yolunu bulur. Ben İran’da iki kez tiyatro festivaline gittim. İran’daki sansürün boyutlarını biliyoruz ama yönetmenler ne söyleyeceklerse söylüyorlar. Bir yandan da ekstra bir baskıya maruz kaldıklarında yapabildikleri oranda mücadele de ediyorlar.
Aslında biraz da bundan söz etmek istemiştim. Bir baskı olduğunda yaratıcılık da ortaya çıkıyor.
Tayfun Pirselimoğlu: Bu her zaman geçerli olan bir şey, mesela İran dedin de (Erdem Şenocak’a) o aklıma geldi. Bir İranlı yönetmen anlatmıştı. İran filmlerinde bir kadının ve erkeğin sarılması söz konusu değil, hatta anne oğul bile sarılmıyor. Hikâyeye göre oğlu askerden geliyor, kadın evden çıkıyor, karşıda oğlu duruyor, askerden gelmiş oğluna sarılacak anne. Fakat bunu şöyle çözmüşler; yağmur yağıyormuş, bir şemsiye açmış kadın, koşarak oğluna gidiyor ve şemsiyenin arkasından ne olduğu bilinmiyor ama tahmin ediliyor. İşte yaratıcılıkla böyle zorluyor şartları. Muhtemelen gerçekten bir anne oğlun birbirine sarılma görüntüsünden daha çarpıcı ve estetik bir şey çıkmıştır orada. İlla böyle estetik bir şey çıkacak diye de bu ıstırap çekme gereği yok.