‘Mad Men’ ve Depresyon
Yiğit Karaahmet‘in bu Mad Men yazısı, Episode’un Aralık özel dijital sayısında yayımlanmıştır
Karantinanın ikinci dalgası bana pek iyi gelmedi. Hoş, kime iyi geldi diye bu noktada sormak lazım ama bunu bile soracak halim yok, inanın.
İlk dalgayı daha kolay, daha işlevli geçirmiştim. Tahmin edilen oldu, ikinci dalganın kışa rastlaması mevsimsel depresyonla ve her kış olan aşırı yeme alışkanlığımla da birleşince güm!
Günlerdir depresyon çizgisinin altında bir yerde sabit kalmış durumdayım. Sadece depresyonun üst sınırına yaklaşıyorum ve pozitif bir yere geçme ihtimalimin de olduğunu sanmıyorum. Hayatım boyunca depresifliğe ve asosyalliğe olan aşırı bağımlılığını kınadığım babam gibi oldum sanırım.
Ve bu durumdayken beynim yeni bir şey almıyor maalesef. İzlediğim her yeni şey bana bir başkasının başarı hikâyesine ve oldurmuşluğuna şahit olmak gibi geliyor. Ben kendimi bir köye kapatıp bu dağlara baka baka sandıkta unutulan bir mücevher gibi kararırken biri daha Netflix’e bir şey yapmış, biri daha asla yazacak bir ortam bulamayacağım harika bir fikri hayata geçirmiş, biri daha ne kadar komik, ne kadar genç, ne kadar yakışıklı…
Bir şey izlemeden de geçmiyor bu kara dönem, farkındayım. O yüzden izlediğim ve sevdiğim şeyleri bir kere daha izliyorum. Zaten klasikleri seviyorum, o yüzden sorun olmuyor, bu şekilde de bu derginin kendi formatı içinde bir şey tutturduğuma inanıyorum. Bu dönem yeni bir şey övüp öneremeyeceğim sevgili Episode okuru. Bunlarla idare edeceksiniz maalesef.
Depresyonun bu halkasında seçtiğim şey ise Mad Men’di. Ve çok ilginç bir şey oldu: Mad Men’i bu sefer beğenmedim.
Hatta bunu neden bu kadar beğenmişiz ve neden bu kadar övmüşüz, anlamadım. Zamanla farklı şeyler izledikçe ve türlerin değişik örnekleriyle karşılaşınca beğeni kıstasımız değişiyor gibi kolay bir yerden cevaplamaya çalışabilirim bu soruyu ama sanmıyorum. O zaman neden aradan geçen o kadar zamandan sonra Six Feet Under hâlâ etkisini kaybetmemişti ya da Game of Thrones bir yılın ardından bambaşka bir şeye dönmedi? The Sopranos neden hâlâ -bence- tarihin en iyi yazılmış draması?
Sadece Mad Men’de bu olmamışlığı hissediyorum. Buna en yakın verebileceğim cevap şu oldu; toksik erkeklik artık o kadar bayağı, o ka dar mide bulandırıcı ve gördüğümüz anda deşifre edebildiğimiz bir şey ki Mad Men’in etkisi yıllar boyunca azalmış ve negatif bir duyguya geçmiş artık.
Geçenlerde çok güzel bir tweet gördüm: Freud yaşasaydı şu anda Twitter’da linç edilirdi ve herkes onu eleştirirdi diye. Mad Men’de de aynı şey geçerli bence. Şu an çekilse o zamanki kadar etkili olur muydu bilmiyorum açıkçası.
Mad Men‘i yeniden izlerken tüm sezonları boyunca bize neden bu kaba, mizojin, toksik adamı izletiyorlar ve onu anlamamızı istiyorlar diye düşündüm sadece.
Mad Men’i yeniden izlerken tüm sezonları boyunca bize neden bu kaba, mizojin, toksik adamı izletiyorlar ve onu anlamamızı istiyorlar diye düşündüm sadece. Don Draper gerçek bir toksik erkek ve şu an baktığımda yedi sezon boyunca bize onu göstermişler, üstelik bir de onu anlamamızı istemişler. Evet, Don Draper hâlâ çok yakışıklı. Hâlâ dizi tarihinin gördüğü en iyi baldırlara, dar pantolonun oturduğu en güzel kıça ve salıncak kurup sallanmak istediğimiz genişlikteki omuzlara sahip. İnsan gidip kucağına oturup ona kucakladığında biraz kendi ağırlığını bırakarak birazcık asılı kalmak istiyor. Ama bu onun toksikliğini yok etmeye yeterli mi? Sanmıyorum.
Sadece Don Draper özelinde değil, tüm erkek dünyası bu şekilde cilalanırken kadınlara dair umut verici ne kadar az şey oluyor ve hepsi bir şekilde bu maskülen hikâyeyi desteklemek için canla başla çalışıyor. Dizinin belki de kadınlığa dair umut veren tek şeyi Peggy’nin sekreterlikten metin yazarlığına yükselmesi, onu da bir erkekle aradığını bulması üzerinden finalize ediyorlar. Hele ki Don’un ilk karısı Betty’ye biçilen hikâye ise neredeyse Türk melodramı düzeyinde kalıyor.
Bunların dışında Mad Men dizisinde bir de akıcılıkla ilgili bir sorun var bence. Bir türlü ilerleyemiyor dizi, aralarda sanki küçük duraklar var, oraya takılıp bir süre bekliyoruz. Diyaloglar bazen konunun çok dışında apayrı bir yerden çalıyor, meseleyle ilgisini anlamakta güçlük çekiyorum. Aynı şekilde ilk izlediğimde aşırı beğendiğim tüm o reklam kreatif süreciyle ilgili yerleri de eskisi kadar güçlü bulmadığımı belirtmeliyim. Bazı kampanya fikirleri acayip iyiyken bazıları yanına bile yaklaşamıyor.
Ama tekrar izlediğimde beğendiğim şeyler de oldu. Mesela bazı sahneleri Don’un çocuklarının hatıralarıymış gibi çekmişler. Çok garip ve güzel açılarda çekilmiş, çok tanıdık bir yerde bırakılmış sahneler bunlar. Sanki bize hikâyeyi kız ve oğlanın seneler sonra anlattığını ya da o anı yıllar sonra mutlaka hatırlayacaklarını düşünüyoruz. Hepimizin çocukluk hatırasında kalan anne ve babamızı oturttuğumuz bir yerin başka evlerdeki yansımasını görmek gibi. Bu tür nüanslar ve elbette müthiş bir prodüksiyon, kostüm, dekor, ve saç-makyajın elbette hakkını yiyemem.
Mad Men dizisinin depresyonuma çok iyi geldiğini de söyleyemeyeceğim. Sanki bütün erkekler adiler, dünyayı hâlâ onlar yönetiyor ve tıpkı Don’un hayatında da olduğu gibi mutluluk diye bir duygu yok, mutlu olduğumuzu sandığımızda bile içimizdeki derin karanlık bizi asla terk etmiyor.
Mad Men’i tekrar izlemek isteyenlere baharı bekleyin, ikinci dalgadaki hakkınızı The Office’ten yana kullanın derim.