Merve Dizdar, Berkay Ateş ve Çağlar Ertuğrul ile Magarsus’u Konuştuk | Özel Röportaj
Sabahın erken saatlerinde Haliç Tersanesi’ndeyiz. Aslında gemilerin tamir edilmesi için kullanılan bu çarpıcı tesiste Magarsus’un başrol oyuncularını beklemeye başlıyoruz. Merve Dizdar, Berkay Ateş ve Çağlar Ertuğrul’u çekeceğimiz için heyecanlıyız. Setteki herkes ilk iki bölümü izlemiş ve merak içinde sonraki bölümde neler olacağını konuşuyor. Genelde bu tip çekim setlerinde sözkonusu diziler üzerine pek konuşulmaz ama Magarsus başka. Magarsus‘ta Adanalı bir portakal ağasının ailesindeki entrikalar, ülkemizdeki sosyopolitik arızalar kullanılarak anlatılıyor. Ercan Kesal’ın canlandırdığı Halil Kurak oldukça baskın bir karakter. Otoritesini sağlamlaştırmak adına çocuklarına emrindeki çalışanlarmış gibi davranıp onları her fırsatta ezen bir hükümdar. Çocukları Tansu’yu Merve Dizdar, Turgut’u Çağlar Ertuğrul canlandırıyor. 1998 depreminde ailesini yitirip çadırda yaşamaya başlayan Beton rolü ise Berkay Ateş’e emanet.
Çekimden önceki gece Magarsus‘un tanıtım partisi olduğundan kimsenin saatinde gelmesini beklemiyoruz ama geç kalan olmuyor. Sete ilk gelen Merve Dizdar. Beklenmedik kadar kısa bir sürede hazırlanıp platoya geliyor. O esnada karavanlarında hazırlanan Berkay Ateş ve Çağlar Ertuğrul henüz yanımızda değiller. “Onları bekletmeyeyim diye bir saat önce geldim ama yine de hazır değiller gördünüz mü, kadınların adı çıkmış yoksa biz her zaman erkekleri bekliyoruz!” diyor gülerek.
Özlediğimiz ama yine de hazır olmadığımız bir serinlik hâkim İstanbul’a. Kıyafetinin etekleri rüzgârda uçuşuyor. Üşümüş ama belli etmemiş olacak ki ertesi gün hasta oluyor. Onun bölümü fotoğraflanınca röportaja başlamak üzere yanına gidiyorum. Üzerindeki tasarım bir elbise, mekân da tersane olduğu için herhangi bir yere oturamıyor. Aslında bunu dert etmiyor ama yine de çekim için getirdiğimiz kamp sandalyelerinden birini alıp geliyorum. “Sandalyenin arkasına Altın Palmiye Ödüllü Merve Dizdar yazdıramadık ama!” dediğim soğuk ötesi esprime bile gülüyor. Cem Yılmaz, Erşan Kuneri setinde her oyuncunun adı yazılı yönetmen koltuğu yaptırmış. Çekim sonunda herkese hediye etmiş hatta. Değerli bir anı olarak evinde saklıyormuş.
Magarsus’taki rolü Tansu, kadınlara yapıştırılan yargılardan sıyrılmış bir karakter. Okumuş, hepsinden fazla okumuş hatta. Babayı da kardeşi de o yönetiyor aslında. Tüm bu artılarının yanında nihayetinde babasının gözünde eksik ve yetersiz kalıyor. Bir yandan ataerkil düzenden hoşnutsuz Tansu, diğer yandan bu ataerkil dünyanın bir parçası olmaya hazır gibi. Ona soruyorum Tansu, günümüz Türkiye’sinde nasıl bir yerde duruyor sizce?
“Burası erkeklerin egemen olduğu bir dünya; Sarıbahçe’de tek kadın çalışan Tansu. İş hayatında Tansu’nun yükselmesi bir erkeğe göre daha zor maalesef. Bu yüzden aklını kullanmak zorunda. Bu işi ne kadar iyi bildiğini, ne kadar eğitimli olduğunu göstermek zorunda. Tansu’nun başka seçeneği yok bence. Tüm bunları yaparken ciddiyetini de bozmaması lazım. Herkesten iyi olmak zorunda hissediyor kendini. Kaldı ki Tansu gerçekten Sarıbahçe’deki neredeyse tüm erkeklerden zeki ve becerikli bir kadın. Zekâ öyle bir güç ki günün sonunda herkes o zekâyı dinlemek zorunda kalıyor. Günümüzde de iş hayatındaki kadının güzel bir temsili gibi duruyor. Hele ki böyle yoğunlukla erkeklerin çalıştığı iş alanlarında bir kadın yöneticinin aklıyla ve yetenekleriyle yükselmesi erkeklere göre daha zor. Tansu da güçlü bir işkadını temsili bence o yüzden.”
Bu anlamda benziyor karakteriyle, güçlü bir kadın Merve Dizdar. Sadece yeteneğine tutunan biri. Bir yandan da yüzüne bakınca ne mutlu, bu dünyada iyi insanlar da var diyeceğiniz kadar pozitif. Çekim sandalyesinde sıranın ona gelmesini beklerken tersanedeki ustalardan biri geçiyor yanımızdan. “Bize çok büyük bir gurur yaşattınız, çok teşekkür ederiz!” diye sesleniyor Merve’ye doğru. Ne diyeceğini bilemiyor, teşekkür üstüne teşekkür. Hakikaten Cannes Film Festivali’nde en iyi kadın oyuncu ödülünü kazanarak çok ihtiyacımız olan bir mutluluğu yaşattı bize. O neler yaşamış peki, o gece?
“Instagram’ı bir açtım, her yerde benim fotoğraflarım, bayram gibiydi gerçekten,” diyor. Ben ise merak ediyorum nerede duruyor o ödül, nerede saklıyor?
“Altın Palmiye’mi saklamıyorum,” diye başlıyor söze. “Evimde, ödüllerimin olduğu bir köşe var. Orada çok güzel bir şekilde duruyor. Tüm aldığım ödüller çok değerli. Onlara baktıkça bunca yıl çalıştığım, emek verdiğim mesleğimin hediyesini görüyorum,” diyor. Yıllar önce aldığı MTV ödülü sonrası Ceza’nın evine gittiğimde salonda duran heykelcikle fotoğraf çektirmiştim tabii ki. Bu yüzden merak ediyorum, eve gelen arkadaşlarına poz vermek için veriyor mu ödülü? “(Gülüyor) İsteyen tabii ki fotoğraf çekilebilir. Ama tabii evde bir Altın Palmiye bulunması inanılmaz garip bir his. Arkadaşlarımla ödülün karşısına geçip bunu konuşuyoruz bazen,” diyerek gülmeye devam ediyor.
Altın Palmiye’den sonra çıtayı nereye çıkaracak peki?
“Odaklandığım tek şey istediğim rolleri, hikâyeleri anlatmak oldu. Şu, dediğim spesifik bir rol yok. Ne içime sinerse, hangi hikâyenin içinde olmak istersem orada olmak için çalışıyorum. Cannes’da Altın Palmiye alacağını bilerek ya da herhangi bir ödül alabilme ihtimalini düşünerek rollere çalışmak benim yöntemim değil. O çok zor. Verilen rolü elinden geldiğince oynamak; yapmaya çalıştığım tek şey bu. Gerisi hakkında hiç fikrim yok. Şu an çok mutluyum. Hayatımın sonuna kadar sahnede, perdede, oyunun içinde olmak tek dileğim.”
O an gözlerine dalıp gidiyorum ve içimden geçiriyorum, bizim de tek dileğimiz çok uzun süreler onun oyunculuğu ile taçlandırılmış işleri izleyebilmek. Neyse ki çok yakında sırasıyla Selcen Ergun’un ilk uzun metraj çalışması Kar ve Ayı ile Nuri Bilge Ceylan’ın Kuru Otlar Üstüne filmi vizyona girecek.
Bu sırada Berkay Ateş’in yanına geliyorum. Kendisi tam bir jön. Otur, saatlerce sanat konuş cinsinden bir oyuncu. Pandemi sırasında eskiden merak sardığı marangozluk dosyasını açmış ve kütüphane, koltuk gibi oldukça şık şeyler yapmaya başlamış. Amerika’da olsak hemen bir markayla anlaşıp kendi tasarımlarını piyasaya sürebilir pekâlâ ama burada zor o işler. Onu bulmuşken en çok yeni bir oyun yazıp yazmadığını merak ediyorum. Gözler onun üzerinde ama o, bu gidişattan memnun mu? Yoksa daha çok tiyatro yapabildiği bir dönem yaşamak ister mi?
“Okuldan mezun olduğum zaman bugüne kıyasla çok daha fazla tiyatro yapıyordum. Bunun bugün sıkıntısını yaşıyorum maalesef. Ancak bu duruma sebep olan sadece yaptığım diğer işler değil, tiyatro salonumuzun kapanması, tiyatronun yer ve imkân olarak o günlere kıyasla daha zor yapılabilmesi. Yeni bir oyun yazdım, bu yıl onu sahnelemeyi planlıyoruz,” diye heyecanını dile getiriyor. Yine söyleyecek sözü olan bir rol üstlenmiş, yakın zamanda onu yeniden sahnede izleyeceğiz.
Onu ilk olarak Meltem Cumbul’un yapımcılığını üstlendiği Bent müzikalinde izlemiştim. Sonra beyazperdede Emin Alper’in Abluka’sındaki Ahmet rolüyle yüreğimizi dağladı, cidden! George Orwell’ın Hayvan Çiftliği’nin tiyatro uyarlaması, Özcan Alper’in Karanlık Gece’si derken birçok önemli yapımda yer aldı. Ama tüm bu eserler Çukur kadar konuşulmadı elbette. Bu anlamda İrlandalı oyuncu Kenneth Branagh ile benzeşiyor aslında. O da neredeyse bütün Shakespeare metinlerinde oynamıştır ama en çok Harry Potter serisiyle tanınmıştır. Bozuluyor mu bu duruma?
“Bu güzel benzetme için teşekkür ederim,” diyerek başlıyor konuşmaya. “Hiç bozulmuyorum, tam tersi mesleğimdeki birçok işkolu birbirini besliyor. Seçimlerimde her zaman bir dengeyi tutturmak istedim. Sahneye çıkmadığım bir yıl olmadı, sevdiğim filmlerde oynamak için de fedakârlıklar yaptım. Bu yüzden hepsini iyi ki yapmışım,” diyor.
Ben sokak köpeğini korumak isterken polis tarafından terörist diye öldürülen Ahmet’i canlandırdığı dönemi merak ediyorum. Genç yaşı itibarıyla bu kadar önemli bir filmde rol aldığını farkında mıydı o dönem?
“Gerçekten farkında değildim. Büyük bir sorumluluk Emin Alper’in sinemasında başrol oynamak. Hatırlıyorum, setin ilk haftası bittiğinde geri kalan haftaları nasıl tamamlayacağım diye karalar bağlamıştım ancak hızlıca alıştım ve Abluka gibi kıymetli bir film ortaya çıktı. Şimdi dönüp baktığımda Venedik Film Festivali’nde yarışmak, ödül almak ne kadar büyülü bir şeymiş diyorum.”
Filmdeki hayvan sevgisi tesadüfi değil bu arada. 6 yıldır vejetaryen beslendiğini bilmiyordum mesela. Bu konu hakkında şaşkınlığımı gizleyememiş olduğuma eminim. Bir gün sosyal medyada dönen videolardan birini izleyip et yemeyi bırakmış. Hatta Magarsus’un çekimlerinin yapıldığı Adana’da bile et yememiş. Etsever biri için konunun mabedinde uzak durabilmek büyük iş gerçekten de. Şu sıra midesindeki bir problem yüzünden eski günlere dönse de bu bir yol sonuçta. Hayvanların yaşadığı zor şartları düşünen bir starla konuşmak güzel.
Magarsus da severek oynadığı dizilerden biri. Sarıbahçe’de izlediğimiz hikâye aslında dünyanın pek çok yerindeki düzeni anlatıyor. Bu kadar yerel duran bir hikâyenin aslında evrensel olması bana çok ilginç geliyor ve ne düşündüğünü soruyorum.
“Hikâyemizi evrensel yapan şeylerden biri; kendi iktidarı için her yolu mubah görerek değerlerden, empatiden, dürüstlükten yoksun kalan karakterlerin olması. Bütün karakterlerin kendi istekleri her şeyin ötesine geçiyor, kimse inandığı yolu sorgulamıyor. O yüzden de bütün bunlar bu güzel dünyayı böyle aç, böyle zorbalıkların olduğu bir hale getiriyor,” diyor.
Magarsus‘un daha açılış sahnesinde Metin Coşkun’un canlandırdığı karakter tüm Sarıbahçe düzenine çomak sokuyor. Hepimizin o dayının cesaretine ihtiyacı yok mu peki?
“Cesaretin nasıl gösterileceği önemli. Her şey dilimizde öfkeye dönüştü, hem de artan bir şekilde. Bütün bu karşıtlık birbirini besliyor. Dilinde öfkeyi biriktiren insan, kendisine söylenen her sözü hatta hayatı da kendine doğrultulmuş bir silah olarak görüyor,” diyor ki gerçekten de öyle. Dizideki Beton karakterinin en çok kapalı alana girme fobisi çekici gelmiş. Sürekli bir çadırın içinde yaşayan karakterin açmazları çok hoşuna gitmiş. Kendini sevdirme, ilgi görme isteği ve bir noktada iktidara geçebilme hevesinde olan karakterinin önümüzdeki bölümlerde geleceği nokta merak ediliyor.
O sırada çekime dahil olan Çağlar Ertuğrul’un da kedilerle arasının iyi olduğunu bildiğim için konuşmaya oradan başlıyorum. Kedisi Minnoş, 19 sene yaşamış onlarla. Müthiş bir şans bu. Elimden gelen her şeyi yapmama rağmen 13 seneden fazla yaşatamadığım kedilerimi düşünüp Çağlar’ın bu konuda ne kadar şanslı olduğunu düşünüyorum. Minnoş’un üzerine şimdilik bir kedi evlat edinmemiş belki ama pandemi zamanı taşındığı Urla’daki evinin bahçesine insanların bıraktığı kedilere baktığını anlatıyor. Sezen Aksu, Kemal Burkay’ın “Gülümse” şiirini bestelediği günlerde, şarkıda geçen “Bir kedim bile yok” dizesi yüzünden şarkıcının Ulus’taki evine bırakılan kediler geliyor aklıma hemen. Hayvanlara da ailesine de düşkün biri Çağlar Ertuğrul. Okul döneminde biraz haşarıymış. Ama olaylara esprili ve pozitif yaklaşımı toparlamasına yardımcı olmuş hep. Peki, nasıl Urla’da yaşam? İstanbul’dan uzak olunca bir şeylerden geri kalıyorum hissi oluyor mu insanda?
“Maalesef her şeyin merkezi İstanbul. O yüzden evet, geri kalıyorum hissi oluyor. O kaosa illaki girmek gerekiyor,” diyor genç oyuncu ve ekliyor: “Keşke İzmir’de daha çok iş çekilse ve ben de oynasam.”
Magarsus’taki rolünden konuşuyoruz. Turgut, ailenin kompleksli oğlu. Erken yaşta güç zehirlenmesi yaşayanlardan. Sırf erkek olduğu için kendini pek çok konuda haklı ve yeterli gören biri. Hepimizin yakından tanıdığı, sosyal medyada, medyada gördüğümüz bir karakter. Çağlar’ı böyle bir rolde görmek eminim izleyiciyi de şaşırtmıştır. Vücut dilinden şivesine kadar hepimizin tanıdığı o “itici adam” olabilmeyi nasıl başarmış?
“Bu konuda yönetmenimiz Yunus Ozan Korkut’un da hakkını vermem lazım. Dizideki her karakterin dengesini çok iyi kurdu bence. Provalara çok önem verdik, şive koçuyla çalıştık. Okuması keyifli olan işin oynaması da keyifli hale geldi. Eminim izlemesi de çok keyifli olacaktır,” diye anlatıyor rolünü.
Haklı çünkü Yunus Ozan Korkut’un karakterlerin derinliğine kadar inmesi benzersiz. Platform dizilerinde rastlayamadığımız bir düzlemde ilerliyor hikâye. Uzun metraj tadında bir dizi izliyoruz evlerimizden.
“Turgut’u rol kesen birisi olarak görüyorum. Babasına ve çevresine, olduğundan daha kararlı ve sert durmaya çalışıyor. Asabiyeti eğitimsizliğinin bir sonucu aslında. Bölümler ilerledikçe Turgut daha makul bir insan olacak,” diye ekliyor. Bu açıklama yerinde çünkü gerçekten de dizinin en “itici” karakteri ona ait. Diziyi ilk olarak Berlin Film Festivali’nde izlediği zaman kendisi de öyle düşünmüş. “Hani sorarlar ya, canlandırdığın karakterle arkadaş olmak ister misin diye. Asla diyorum, benden uzak olsun!” diyecek kadar mesafe var rolüyle arasında. “Ama öyle inişler çıkışlar yaşanacak ki, karakterlerin başına gelenleri öğrenmek için hemen sonraki bölümü tıklayacaksınız,” diyor. Dediğinde sonuna kadar haklı. Dizi yayınlanmadan gönderilen ilk iki bölüm bitince BluTV yetkililerine mesaj atıp üçüncü bölümü sorduğum bir gerçek.
İzmirli şehir çocuğundan şiveli toprak ağası veliahtı rolü nasıl çıkmış peki? Özellikle şive yapmak çok zor değil mi? Genelde ortamı komedi filmlerine döndürme olasılığı var çünkü. Kendisinin de böyle bir çekincesi olmuş başta:
“Rolün içine şive katıldığı zaman maalesef biraz komedi malzemesi de yapabiliyorsunuz. Şive dediğin bir yörenin konuşma tarzı, insanlar komiklik olsun diye bunu yapmıyor. Zaten Sarıbahçe diye bir yer yok, yönetmenimizin hayal dünyasının ürünü. Bu yüzden ‘Adana şivesini yapamamış’ diyecekler için açıklamalıyım ki direkt Adana şivesi kullanmadım. Yapımcımız Yamaç Okur provalar için bir tiyatro sahnesi tuttu, oyun çıkarır gibi sahnelere çalıştık. Ayrıca Berkay ve benim için Adanalı bir şive koçuyla çalıştık.”
Bütün bu konuşmalar Magarsus‘un üzerine titreyen bir ekibin varlığını da ortaya koyuyor. Özel ve dizi dünyasında iz bırakacak işler toprakta yetişmiyor sonuçta. Ayrıntılarla iyice zenginleştirilen işler hep merak ediliyor. Tıpkı Magarsus’un henüz yayınlanmayan bölümleri gibi.
Bu röportaj, Episode’un Ağustos 2023 tarihli sayısında yayımlanmıştır.