Romandan Ekrana: Killing Eve
Dizinin özellikle de kadın karakterler açısından bu kadar özgün bir iş olmasının nedeni, karakterlerin ve dünyanın bir kadının gözünden yazılması. Dizinin yönetmenleri çoğunlukla erkek olsa da kadınları çok iyi anlayan ve yazan bir senaristin elinden çıkmış Killing Eve.
2018’de yayınlanan Killing Eve sağlam olay örgüsü, zekice yazılmış diyalogları, senaryo ve karakter inşasında gelenekleri yıkan seçimleriyle son yılların en çok konuşulan yapımlarından biri oldu. Kara mizah anlayışıyla örülü olan ve izleyiciyi içine çeken dizi, birçok ödüle aday gösterildi ve layık görüldü. Daha önce Doctor Foster’da izlediğimiz ve burada da harika bir oyunculukla Villanelle olarak karşımıza çıkan Jodie Comer, En İyi Oyuncu dalında Emmy Ödülü kazandı. Grey’s Anatomy’den bildiğimiz ve Eve Polastri karakterin doğasını ve dönüşümünü inanılmaz bir yetenekle canlandıran Sandra Oh da aynı kategoride Altın Küre Ödülü’ne layık görüldü.
Killing Eve aslında İngiliz yazar ve gazeteci Luke Jennings’in romanlarından uyarlama. Orijinal Killing Eve romanları yazar tarafından dört kısa roman halinde e-kitap olarak yayımlandı: Codename Villanelle, Villanelle: Hallowpoint, Villanelle: Shanghai ve Odessa. Jennings’in bu kısa romanları 2014-2016 yılları arasında matbu olarak da yayımlandıktan sonra seri 2018’de Codename Villanelle (Türkçede de Kod Adı Villanelle olarak yayımlandı) tek bir kitap haline getirildi. Jennings, 2019’da serinin Killing Eve: No Tomorrow isimli ikinci kitabını yazdı ve geçtiğimiz mart ayında da Killing Eve: Endgame üçüncü kitap olarak okularla buluştu.
“Adı Villanelle,” dedi parfüm dükkânındaki satış elemanı, “Comtesse du Barry’nin en sevdiği kokuymuş. Comtesse, 1793’te giyotinle idam edildikten sonra, parfüm şişesine kırmızı kurdele eklemiş.” – Kod Adı Villanelle, Luke Jennings
Villanelle romanları e-kitap ya da matbu olarak yayımlandıklarında geniş bir okur kitlesine ulaşıp popülerlik elde edememişti aslında. Fakat Killing Eve’in yaratıcısı Sally Woodward Gentle, seriyi okuduğunda bu karakterlerde ve olay örgüsünde bir dizi potansiyeli görmüş ve projeyi Phoebe Waller-Bridge’e götürmüş. Waller-Bridge’i Fleabag’den tanıyoruz, hem oyuncu hem de senarist olarak rüştünü ispat etmiş, dahil olduğu yapımlarla merak konusu uyandıran genç bir kadın. Waller-Bridge bu süreci şöyle anlatıyor: “Sally romanları bana getirdi. İlkini okudum ve karakterlere resmen âşık oldum. Bunlar daha önce karşılaştığım karakterler değildi. Onları ayağa kaldırmak için inanılmaz derecede sabırsızlandığımı hissettim.” Bu arada Waller-Bridge, Fleabag’in o zamanlar henüz yayınlanmadığını, dolayısıyla yapımcıların ve yazarların kendisine inandığı için gurur duyduğunu da ekliyor. Waller-Bridge’in projeye katılmasıyla dizi, BBC America tarafından hayata geçirildi.
Waller-Bridge, Fleabag’e odaklanabilmek için dizinin sadece ilk sezon senaryosunu uyarladı. İkinci sezonda yerini Emerald Fennell’a bıraktı. Üçüncü sezon senaryosu ise Suzanne Heathcote’un elinden çıktı. Bu arada yazar Luke Jennings’in de uyarlama sürecine epey dahil olduğunu belirtelim. Dizinin arkasındaki yaratıcı ekip, Jennings’in romanlarını bir ilham ve başlangıç noktası olarak gördüklerini söylüyorlar, o nedenle sıkı sıkıya takip ettikleri bir kaynak değil aslında romanlar. Dolayısıyla Phoebe Waller-Bridge, romanları ekrana uyarlarken önemli ve yerinde eklemeler, çıkarmalar ve değişiklikler de yapmış.
Eve ve Villanelle
Jennings’in romanlarında Eve ve Villanelle canlı ve nefes alan karakterler olarak karşımıza çıkıyor ancak ikilinin yaşadığı dünya “Le Carré”vari bir dünya. Burası çok az kadının boy gösterdiği, erkek ilişkilerinin ağlarıyla örülmüş bir evren. Eve ve Villanelle, erkekler tarafından domine edilmiş bir evrende faaliyet gösteriyor ve erkeklerin gözü sürekli üzerlerinde. Burada bahsettiğim erkekler sadece ikilinin etkileşimde bulunduğu erkekler değil, yazar Luke Jennings de buna dahil. Yazar, okurlara sürekli ikilinin ne kadar çekici olduğundan bahsediyor ve erkeklerin Villanelle’in göğüslerini küçük bulduğunu okurlara sıklıkla hatırlatıyor. Villanelle’in partnerlerinin çoğunlukla kadın olduğunu düşünürsek çok da umursamayacağı bu duruma romanlarda neden bu kadar vurgu yapıldığını anlamak güç.
İki kadının maskülen ve sert bir dünyada faaliyet gösterdiği ve casusiye türünün gelenekleriyle böylesine harmanlanmış bir romanı alıp Killing Eve’e dönüştürmek Phoebe Waller-Bridge’ın meziyeti. Dizinin özellikle de kadın karakterler açısından bu kadar özgün bir iş olmasının nedeni, karakterlerin ve dünyanın bir kadının gözünden yazılması. Dizinin yönetmenleri çoğunlukla erkek olsa da kadınları çok iyi anlayan ve yazan bir senaristin elinden çıkmış Killing Eve.
“Bir keresinde savaş alanında onu çok fena yaralayan eski bir düşmanıyla karşılaşmış bir Roma komutanı gibi kokmak istiyorum.” – Villanelle, Killing Eve
Villanelle’in kokulara düşkünlüğü aşikâr. Luke Jennings’in romanlarına göre de Oxana, Villanelle kod adını Comtesse du Barry’nin en sevdiği parfümden esinlenerek almış. Dolayısıyla La Villanelle isimli parfüm de dizide sıklıkla karşımıza çıkıyor. Villanelle, parfümü ve kokuları hem bir ilham kaynağı hem de zehir olarak kullanan ilk karakter değil, son karakter de olmayacak. Ancak bu durumun, zaten özgün olan karakterine daha da özgünlük kattığı bir gerçek. Villanelle, tasarım kıyafetlere ve lüks ürünlere de düşkün, görevini tamamladıktan sonra kendini bunlarla ödüllendirir. Dizide karaktere derinlik katan bu ayrıntıları görmek daha da mümkün oluyor tabii. Molly Goddard imzalı pembe bir elbise, Dries Van Noten’ın elinden çıkma bir takım elbise, Burberry marka bir bluz ya da Balenciaga botlar… Dizide izlediğimiz, tamponlarını ve kurşunlarını aynı çekmeceye koyan Villanelle, en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş ve tasarlanmış bir karakter.
“Hayatta en çok umursadığın şeyi bulacağım ve onu öldüreceğim.” – Eve Polastri, Killing Eve
Killing Eve’in Eve’i dizide biraz daha olgun bir karakter olarak karşımıza çıkıyor. 40’larında, sağlam ve güvenli bir evliliğe sahip bir MI5 ajanı. Ama her şey bundan mı ibaret, dediğini de duyar gibi oluyoruz. Dizinin kadınlara özgürlük alanı yaratması Eve’e de yaramış. Sonuçta romanlarda MI5’daki görevinden ayrılıp MI6’e geçtiğinde, eski patronu Bill burada takım arkadaşı olarak ekibe dahil oluyor. MI6’teki patronu da kitaplardakinin aksine bir kadın. Yani Eve’inki güçlü kadınların dünyası. Sert bir dünyada güçlü kadın karakterlerle çevrelenmiş bir kadın karakterin çok daha cesur, korkusuz ve gözü pek bir karaktere dönüşmesi kaçınılmaz. Romandan diziye uyarlanırken Eve karakterinde yapılan en büyük değişikliklerden biri de oyuncu olarak Sandra Oh’nun seçilmesi çünkü aslında romanlarda iki beyaz kadının hikâyesi anlatılıyor. Sandra Oh bununla ilgili şöyle söylüyor: “Romanlarda Eve, beyaz bir kadındı. Ben beyaz değilim, Asyalıyım. Oyuncu seçimleri yapılırken bunun göz önünde bulundurulması ve aynı zamanda bulundurulmaması çok hoşuma gitti. Ne demek istediğimi anlıyorsunuzdur.”
Karakterler
Dizinin en trajik ve beklenmeyen sahnelerinden biri, David Haig’in canlandırdığı Bill’in Berlin’de bir gece kulübünde Villanelle tarafından bıçaklanarak öldürüldüğü sahneydi. Romanlarda Bill Pargrave karakterine kısaca yer verilir. Eve’in MI5’daki patronudur ama onunla hiç tanışmayız. Romanlarda Bill’in kaderini yaşayan karakter ise Eve’in iş arkadaşı Simon Mortimer. Simon ve Eve, MI5’dan birlikte ayrılırlar ve Villanelle üzerinde çalışmaya başlarlar. Simon da tıpkı Bill gibi Villanelle tarafından öldürüdür ve yine Bill gibi LGBTQ camiasına mensuptur.
Diziyle romanlar arasındaki önemli farklardan biri de Fiona Shaw’un muhteşem bir oyunculukla canlandırdığı Carolyn Martens karakteri. Carolyn romanda karşımıza çıkan karakterlerden biri değil, diziye iyi ki eklenmiş dediğimiz detaylardan biri. Romanlarda Eve’in MI6’teki patronunu canlandıran kişi Carolyn değil, Richard Edwards isimli bir erkek karakter.
Eve’in ekibindeki iki isim, Elena ve Kenny karakterleri de romanlarda yok. Romanda Eve’in iş arkadaşı Simon ölünce patronu Richard Eve’e ekibine yeni elemanlar almasına izin verir ancak bu karakterlerin Kenny ya da Elena ile hiçbir benzerliği yoktur.
Villanelle tarafından hadım edildikten sonra öldürülen MI5 ajanı Frank Haleton’ın da Jennings’in romanlarında yer almadığını belirtelim. Ama romanlarda Eve’in ekibinin bilgi sızdıran bir MI5 çalışanını takip ettiğini görüyoruz.
Geçmişler ve Gerçekler
Dizide Villanelle’in, öğretmeni Anna’nın kocasını hadım ettiği ve öldürdüğü için hapse girdiğini ve sonrasında “The Twelve” tarafından kurtarıldığını ve işe alındığını öğreniyoruz. Romanlarda ise durum böyle değil. Jennings, karakterinin geçmişiyle ilgili çok daha fazla bilgiyi okurlara çok daha erken veriyor. Romanın ilk sayfalarından Oxana Voronstova (dizide ise Oksana Astankova) olarak bildiğimiz karakter, babasının katillerini öldürdüğü için hapse atılıyor. Oxana’nın babasının yıllar içinde suça yönelen, hali vakti yerinde eski bir savaş gazisi olduğunu öğreniyoruz. Oxana, annesini küçük yaşta Çernobil kaynaklı bir kanserden kaybettikten sonra babasıyla daha da yakınlaşır, bu yüzden intikam istemesi kaçınılmazdır. Acımasız cinayet yöntemi -adamlardan birinin boğazını keser, diğer ikisini de yüzlerinden vurur- “The Twelve”in dikkatini çeker.
Romanlarda Villanelle’in aldığı eğitimleri de öğrenme fırsatımız oluyor. Babasının maddi olanaklarıyla Rusya’nın en iyi üniversitelerinden birinde Fransızca ve dilbilim eğitimi almış. Buradayken atış yetenekleri nedeniyle bir madalya da kazanmış. Bunların dışında Avrupa’nın çeşitli bölgelerinde aldığı eğitimler de var. Ne kadar dayanıklı olduğunu ölçmek için yapılan işkenceler ve sorgular, kilitleri açabilmeyi öğrenmesi bunlardan bazıları.
İlişkiler
Romanlarda ve dizide Eve ile Niko ilişkisine dair paralel işlenmiş şeyler var. Niko romanda da dizide de Eve’in bu Rus suikastçıya bu kadar takmış olmasından rahatsızdır. Eve’in Villanelle’le girdiği kedi-fare oyunu, ikilinin ilişkisini de zedeler. Ne var ki romanlarda ikilinin evliliği dizideki gibi havaya uçmuyor. Eve ve Niko aslında nihayetinde barışıyor. Hatta Niko, Eve ve ekibine önemli bir ipucu sağlayacak bir şifreyi çözmelerinde bile yardımcı oluyor. Ne var ki dizinin şu sıralar yayınlanmakta olan üçüncü sezonunda Niko’nun öldüğünü görüyoruz.
Romanlarda, özellikle de ilk romanda Eve ve Villanelle’in düzgün bir diyalog kurduğuna bile şahit olmuyoruz. Dolayısıyla ikilinin beraber yemek yemeleri ya da aynı yatağa uzanmaları diziye özgü yapılan değişikliklerden. Hal böyleyken Eve’in Villanelle’i bıçakladığı bir durumla da karşılaşmıyoruz romanlarda.
Dizide çok daha derinlemesine işlenen ilişki ağlarından biri de Konstantin ve Villanelle arasındaki ilişki. Muhteşem kahkahası, karizması ve oyunculuğuyla Kim Bodnia’nın canlandırdığı Konstantin Vasiliev, sadece Villanelle’i hapisten çıkaran ve işe alan bir karakter değil. Konstantin, babacam bir tavır sergiler ama ikilinin arasında gösterilmeyen fakat hissedilen erotik-mizahi bir ilişki de vardır. Villanelle’in romanlarda Konstantin’i gerçekten öldürdüğünü de belirtelim.
Villanelle’in Anna ile ilişkisinde de romanda ve dizide farklılıklar var. Romanlarda ikilinin yakın ve güçlü bir ilişkisi vardır. Villanelle bu ilişkiyi bir üst seviyeye taşımak isteyince dizide gösterilenin aksine Anna, Villanelle’i reddeder. Oxana’nın hapse girmesine neden olan cinayet Anna ile ilgili değildir ama Oxana Anna için de bir cinayet işler romanlarda. Oxana, Anna’ya tecavüz eden bir adamı hadım eder. Oxana’nın hiddetinden çekinen Anna ise ondan uzaklaşır. Dizide Villanelle, Anna’yı öldürür, romanlarda ise henüz ikili tekrar bir araya gelmiş değil.
…
Son zamanlarda casusiye türüne kadınları da dahil etmeye çalışan ve şahsen beni de umutlandıran yapımlarla sıklıkla karşılaştık. The Night Manager bunlardan biriydi. Muhteşem Olivia Colman’ın canlandırdığı, fazlasıyla hamile istihbarat memuru Angela Burr karakteri ne yazık ki tatminkâr değildi. Bir diğer Le Carré uyarlaması The Little Drummer Girl’de Florence Pugh’ın canlandırdığı eski aktör, yeni casus Charlie karakteri de zayıftı. Bu iki yapımda da karşımıza çıkan başarısız kadın karakterlerin sebebi, dizilerin kadınları anlamayan ve yazamayan yazarların elinden çıkmasıydı. Killing Eve’in başarısı da büyük ölçüde burada yatıyor.