Röportaj: Ay Yapım Drama Geliştirme Müdürü Erdi Işık

 Röportaj: Ay Yapım Drama Geliştirme Müdürü Erdi Işık

Ay Yapım Drama Geliştirme Müdürü ve oyun yazarı Erdi Işık şu sıra yeni filmi LCV ile gündemde. Dali’nin Kadınları, Hipokrat, Düğün Şarkıcısı gibi sevilen oyunların yazarı Erdi Işık’la, Altın Portakal Film Festivali’nde ilk gösterimi yapılan filminin yolculuğunu, yeni projelerini ve dizi sektörünü konuştuk.

LCV (Lütfen Cevap Veriniz) filmiyle başlamak istiyorum. Bir tiyatro oyunu olarak başlamış ve sinema filmine evrilmiş. Çıkış noktanız neydi, nasıl gelişti süreç?

İkiyüzlülük üzerinden bir eleştiri yapmak istedim ve bunun üzerine LCV’yi yazdım. LCV, pandeminin hemen öncesinde yazdığım bir oyundu ve beni o haliyle de çok heyecanlandırıyordu. Oyunu tamamladım ama pandemi süreciyle, bildiğiniz üzere tiyatrolar kapandı ve bir bilinmezliğe yol aldık, sonrasında da dijitalleşme süreci başladı. Ben de yönetmenlerimizden İsmet Kurtuluş’a bir sohbet esnasında bu projeden bahsettim. İsmet okumak istedi. Okuduktan sonra da sinema filmi olarak çekme fikriyle geldi ve bu fikir beni çok heyecanlandırdı. Pandemi dönemi de bu çekim için çok uygundu. Çünkü tek mekân, küçük bir iş; iyi oyuncularla kısa sürede çekebileceğimiz bir film olabilirdi. Bir oyun olarak yazdığım için öncelikle sinema filmi uyarlamasını yazmam gerekiyordu. Ben senaryoyu tamamladıktan sonra yönetmenlerimiz İsmet Kurtuluş ve Kaan Arıcı ile beraber senaryonun üzerinden geçtik. Provalarda oyuncularla beraber çalışırken de senaryoyu revize ettim. Tüm değişikliklerin ardından elimizde senaryonun iki farklı versiyonu vardı. Birincisi sizin izlediğiniz tek mekân ve sadece üç oyunculu versiyonu, diğeri de büyük yani düğün mekânını da gördüğümüz versiyonu. Davetli insanların da olduğu, farklı sahneleri olan bir versiyondu ama hem bütçesel/teknik faktörlerden hem de pandemi etkisiyle bu versiyondan uzaklaştık. Bir tercih yapmak zorundaydık ve metne de güvenerek izlediğiniz versiyonda karar kıldık. Kısa sürede oyuncularımızı da belirledikten sonra prova sürecine başladık ve nihayetinde 5 gün gibi kısa bir sürede filmi çektik.

Erdi

Peki, filmin yolculuğu nasıl olacak? İzleyicilere nasıl ulaşacak?

Açılışımızı Antalya’da yaptık. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde ilk gösterimi gerçekleşti. Sonrasında Hindistan, İtalya, Avustralya, Almanya gibi çeşitli ülkelerde festivallerde gösterildi. İstanbul ve Ankara’da da gösterimleri oldu. Şimdi Mayıs itibarıyla özel gösterimlere de başlıyoruz. Haziran ayında da BluTV’de yer almasını planlıyoruz.

İkiyüzlülüğü anlatmak için seçilen tema çok isabetli, özellikle bizim ülkemizde. Toplum olarak bu konuda ikiyüzlü bir duruşumuz var. Bu filme bir Kuir Sinema örneği diyebilir miyiz?

Evet, diyebiliriz. Kuir sinemadan bahsetmişken aslında kuir sinema kavramına da değinmek gerektiğini düşünüyorum. Genel anlamda kuir sinema denince akla kuir karakterlerin hikâyelerinin olduğu sinema anlayışı geliyor ancak aslında temelinde ataerkil düzene karşı çıkan, bunu eleştiren anlayışı da kuir sinemaya dahil etmek gerektiğine inanıyorum. Bunun en güzel örneklerini de Atıf Yılmaz sinemasında görebiliriz… Asiye Nasıl Kurtulur, Ahh Belinda gibi. LCV’ye gelince kuir karakterler üzerinden toplumsal eleştiri yapan bir film olduğunu söyleyebiliriz. Net olarak ikiyüzlülük üzerine bir film. Filmin bütün mesajının burada olduğunu, alt metninin buna dayandığını düşünüyorum. Aynı şirkette çalışan ve beyaz yakalı üç karakter üzerinden bir Türkiye portresi olarak görebiliriz. Çünkü üçü de aslında alt tabakadan gelen insanlar değil, gelir düzeyleri ülke ortalamasının üzerinde olan insanları merkeze alarak böyle bir konuyu tartışmak bana çok kıymetli geliyor. Önceliğim, toplumun bu kesimi üzerinden bir toplum eleştirisi yapmaktı, öyle de yaptığımızı düşünüyorum.

İzlerken üç karakterle de empati kurdum ama aynı zamanda karşısında da oldum. Siz yazarken karakterlerle nasıl bir mesafede durdunuz?

Tamamen tarafsız bir yerde durmaya çalıştım. Üç karaktere de hak verdiğim yerler oldu; hak vermediğim yerler de oldu. En nihayetinde insanız hepimiz ve hepimiz kusurluyuz; hiçbirimiz mükemmel değiliz. Filmdeki üç karakter de mükemmel değil, aksine “kusurlu” karakterler, yanlış anlaşılmaması adına tırnak içinde söylüyorum bunu.

Filmin ne kadarı gerçek bir hikâyeye dayanıyor?

İlişkiler özelinde gerçekliğe dayandığını söyleyebilirim ama düğün atmosferi tamamen kurgusal. Üç karakterin meslekleri, isimleri de gerçekte olandan farklı tabii. Düğünden hemen önce de bu şekilde bir yüzleşme yaşanmadı. Şunu da belirtmem gerekir, Antalya-İstanbul ve Almanya gösterimlerinden sonra birçok izleyiciden bizzat bu hikâyeyi yaşadıklarını, kendi hayatlarında Mert/Ceren/Semih olduklarını duydum. Bunun da beni çok etkilediğini söylemeliyim.

Bugün Türkiye’de en üstü çizili konulardan biri cinsel kimlikler. Bu konuyu içeren filmlerin, dizilerin alanı çok sınırlı. Bu konudaki sıkıntıları hepimiz biliyoruz. Bu ortamda bunu yazarken ister istemez bir otosansür uyguladınız mı?

Ben yazarken çok açıktım, otosansür uygulamadım, bunu çok net söyleyebilirim. Ama çektikten sonra, kurgu aşamasında uygulamalı mıyız acaba diye tartıştığımız oldu kendi aramızda, belli başlı cümleler özelinde. Örneğin bir yerde Ceren, “Sevdiğim adamdan çocuk yapacağım diye taşlanacak değilim,” diyor. Mert de, “Burası Türkiye, hiç belli olmaz,” diyor karşılık olarak. Bu yazarken hiç rahatsız etmedi, izlerken de rahatsız etmiyor ama düşündürttü. Ama cümle cümle bu şekilde irdelediğimizde bütün filme makas atmamız gerekecekti. Evet, filmde sert cümleler var ama bence filmin alametifarikası, bu cümlelerin hiçbirinin altını “özellikle” çizmemesi. Türkiye böyle bir ülke; böyle bir yerde böyle bir şey yaşıyoruz, bu da normal karşılanmıyor. Bunu çok insani bir yerden ve hiç ajite etmeden söylüyor film. Ajitasyona ve ağır dramaya kaçabilecek yerlerin üstesinden bir şekilde geldiğimizi düşünüyorum.

Erdi

Filmi izlerken güldüğümüz çok sahne de var, bunu bekliyor muydunuz?

Evet, bekliyordum. Bu üç karakterin dışarıda nasılsa o anda da öyle olmalarını, çok doğal bir yerden akmasını istedik. İnsanlar öfkelendikleri anlarda ya da absürt durumlar içinde kaldıklarında “komik” olabiliyorlar, tepkilerinde, diyaloglarında bunları görebiliyoruz. Bu karakterlerin yaşadığı durum karşısında seyircinin gülmesinin de bundan kaynaklandığını düşünüyorum. Gülerken bile tartıştırabiliyorsak amacımıza ulaştığımız anlamını çıkarıyorum. Az önce konuştuğumuz gibi, bizim temel derdimiz ikiyüzlülük. Biz burada ikiyüzlülüğü anlatmak istedik, ikiyüzlülük dışında konuşulan mevzuların hepsi işin fonu sadece. O noktada konuşulanlar biraz turnusol kâğıdı gibi de olabiliyor esasında.

Biraz da sizi konuşalım. Hayaliniz olan mühendislikten tiyatroya geçmişsiniz. Hayalinize kavuşup sonra bundan vazgeçmişsiniz. Sizi mühendislikten uzaklaştıran neydi?

Bence LCV filmiyle de benzeyen bir tarafı var aslında bunun. Toplum baskısını aslında küçüklükten itibaren hissetmeye başlıyoruz. Ben anadolu lisesi mezunuyum, başarılı bir öğrenciydim. Seçim yapmak gerektiğinde başta ailem, sonra arkadaşlarım, hocalarım, hepsi beni sayısala yönlendirdi. Niye? Çünkü “akıllı çocuklar sayısal okur”du. Sayısal okumaya başladığınız zaman önünüzde üç seçenek oluyor aslında. Ya doktor olacaksın ya mimar ya mühendis, akıllılar bunları okur gibi geleneksel fikirlerle büyüyen kuşaktanım. Bu şekilde makine mühendisliği tercih ettim ama makine mühendisi ne iş yapar, gerçekten bilmiyordum. Üniversiteye girince öğrendim ve birinci yılın sonunda net olarak mühendislik yapmayacağımı anladım. Ama mühendisliği bıraktım mı? Hayır, bırakmadım. Niye? Çünkü yine ailenin baskısıyla bir altın bileziğin olmak zorunda. Ben eşzamanlı tiyatro eğitimi almaya başladım ve bu dört yıl boyunca devam etti. Yani makine mühendisliği ile tiyatroyu bir arada götürdüm diyebilirim. Sonra Marmara Üniversitesi’nde medya pazarlaması üzerine master yaptım. Sonra da tiyatro ve kültürel çalışmalar doktorası yaptım. Aslına bakacak olursanız ben ne yapmak istediğime karar verebilmiş değildim. Bu süreçte oyunculuk geçmişim de oldu ve oyunculuğu da isteyerek yaptım. Bosna Hersek’e gittikten sonra Saraybosna’da akademik kariyer üzerine de ilerlemek istedim.

Bu sektöre girmeye nasıl karar verdiniz?

Üniversite döneminde karar vermiştim ama esas kariyerim 2016’da Bosna’dan Türkiye’ye dönmemle başladı. Yurtdışından döner dönmez, FOX’ta drama yöneticisi olarak çalışmaya başladım ve medya sektörüne dahil oldum. 5 yıl boyunca FOX’ta drama yöneticisi olarak çalıştım. Çok fazla projenin kanal proje sorumlusu oldum. Bir yandan tiyatro kariyerim başladı, oyun yazmaya başladım ve oyunlarım sahnelendi. Televizyonculuk ve yazarlık eşzamanlı ilerledi. İki yıl önce de Ay Yapım’da çalışmaya başladım. Şu anda yapımların dramalar müdürüyüm, yazar olarak da Ay Yapım’a bağlıyım. Bir yandan oyun yazmaya da devam ediyorum. Yazarlık ve televizyonculuk kariyerini birlikte yürütmeye çalışıyorum.

Muhtemelen önünüze çok fazla yeni dosya geliyor, bir yandan da mevcut projelerin okumasını yapıyorsunuz. Sürekli senaryo okumak yazarlığınızı nasıl etkiliyor?

Evet, çok fazla metin okuyorum, bu benim yazarlığımı da kesinlikle besliyor. Bu şekilde neyin doğru, neyin yanlış olduğunu görebiliyorum. Elbette uygularken ben de başarısız olabilirim çünkü zor bir iş. Dışarıdan bakıldığında yazmak kolay gibi gözüküyor ama gerçekten çok zor. Özellikle televizyona iş üretiyorsanız daha da zor. Bir süredir televizyon sektörünü, televizyon dizilerini küçümseyen insanlarla karşılaşıyorum. Bu noktada hep kendilerine sorduğum tek bir soru var: Siz hiç iki, iki buçuk saatlik bir dizi yazdınız mı? Yazdığınızda siz de benzer şeylerle karşılaşacaksınız ve aslında eleştirdiğiniz kişiler olacaksınız. Kısaca televizyona iş üretmek çok meşakkatli bir iş ve televizyona içerik üreten yazarların çok büyük bir şey başardığını düşünüyorum. Her hafta 100-120 sayfa yazılan dizilerden bahsediyoruz nihayetinde.

Erdi

TV dizilerinde çok farklı izleyici kitlelerini uzun süre hikâyede tutmak çok zor bir matematik. Farklı profillerdeki izleyicilerin beklentilerini bir potada eritmeye çalışmak büyük bir meziyet. Bazen dizilerin ilk bölümlerinde tüm tuşlara basılabiliyor.

Evet, çok zor bir matematik. Aynı zamanda şöyle bir gerçeklik de var, sadece buradaki izleyici değil, bir taraftan da yurtdışını düşünmek zorundasınız. Çünkü Türkiye’de Türk dizilerinin gelir kaynağı aslında yurtdışı satışları. Şu anda yayınlanan dizilerin yüzde doksanı Türkiye’den herhangi bir kâr elde edemiyor. Çekilen dizilerin maliyetleri çok fazla ve o diziler istediği kadar güzel reyting alsın yine de çok kazanç elde edilemiyor. Çünkü kanaldan aldığınız rakamlarla bölüm maliyeti bir değil. Bunları karşılamak için de yüksek satışlar çok önem teşkil ediyor. Yurtdışının da bizden beklentileri farklı. Örneğin distopik, ütopik bir dizi yapmak istediğinizde bunun yurtdışında alıcısını bulmanız çok zor. Zaten bunun en iyisini Amerikan dizilerinde görüyorlar. Genelde bizden aşk dizisi istiyorlar; en temelinde İstanbul, Türkiye görmek istiyorlar; geleneksellik, aile, kısaca drama istiyorlar. “Bizim zamanımızda Bizimkiler vardı, Mahallenin Muhtarları vardı. Sıcak aile dizilerini günümüzde bulamıyoruz,” diyen çok fazla insan var. Şu anki sistemde, iki-iki buçuk saatlik bir aile ya da komedi dizisi yapmanız zaten çok mümkün değil. Diyelim ki böyle işler yaptınız, günümüz şartlarını göz önünde bulundurduğumuzda zarar etme ihtimaliniz çok yüksek, yurtdışına satma ihtimaliniz de yok. Bu sebeple, ekrana baktığınızda on dizinin dokuzunun drama dizisi olduğunu görüyorsunuz. Bu türe yaslanmak zorunda kalıyoruz elbette. Yargı dizisi örneğinde sektörden şu çok geldi: “Emin misiniz? Gerçekten bunu yapacak mısınız?” Çünkü polisiye bir dramadan bahsediyoruz ve bunun Türkiye’de tutma ihtimali gerçekten çok zor. Ama Sema Ergenekon’un yazdığı çok iyi bir senaryo vardı önümüzde, bir rotamız vardı. Evet, bir polisiye olacaktı bu dizi ama polisiyeyle beraber aile dramasına da evrildi. Yargı’yı sadece polisiye dizi olarak adlandırmak projeye haksızlık olur. Çünkü aynı zamanda bir aile ve drama dizisi. Bu şekilde hem geleneksel TV izleyicisine hem de normalde TV dizisi izlemeyen bir kitleye ulaşmayı başardı.

Geçmiş yıllarda dünyaya en çok sattığımız işlerin bizdeki reytingleri düşük olabiliyor. Yurtdışında talep edilen işlerle içerideki izleyicinin taleplerinin farklılaşması, ilerisi için sorun yaratabilir mi?

O kadar değişken bir şey ki. Yurtdışı satışlarında önce bir Türkiye’yi görmek istiyorlar. Türkiye’de reyting aldığını, Türkiye’de tuttuğunu görmek istiyorlar. Önceleri, star isimlerin olduğu projelerin daha bizde yayınlanmadan yurtdışı satışı yapılabiliyordu. Daha sonra star isimlere rağmen erken final yapan diziler olunca bugün artık içerideki başarı yurtdışı için de temel kriter oldu diyebiliriz. Mesela Mucize Doktor, normal şartlarda yurtdışı alıcı kitlesinin Türkiye’den beklediği bir dizi değildi ama Türkiye’de yüksek reytingler aldı, çok başarılı oldu. O yıl içinde Mucize Doktor yurtdışına en çok satılan dizilerden biri oldu.

Diziler konusunda en büyük rakiplerimizden biri İspanya ve İspanya’da devlet, sektörün arkasında. Bu alanda Türkiye’yi geçme hedefleri var. Bunu başarabilirler mi?

Ben iyi projeler üretmeye devam ettiğimiz sürece başarımızın devam edeceğini düşünüyorum. Ama gerçekten nitelikli projeler yapmaya devam etmemiz gerekiyor. Bu açıdan çok üretkeniz ve çok zor şartlar altında nitelikli işler üretmeye çalışıyoruz. Nihayetinde İspanya böyle bir ülke değil. İspanya’yla bizim şartlarımızı değiş tokuş etsek belki çok daha başarılı oluruz. Belli şablonlar üzerinden, belli kurallara bağlı olarak proje üretmeye çalışıyoruz. Öncelikle hikâye anlatımı konusunda kendini sınırlamayan bir ülke İspanya. Reyting sistemi bizdeki kadar sert ve acımasız değil. Bu açıdan İspanya ile bizi kıyasladığımızda onların bizden çok daha avantajlı olduğunu düşünüyorum.

Bir şekilde tutmayan, beklenen sonucu almayan ve erken final yapan projelerin otopsisini yapıyor musunuz? Örneğin Darmaduman benim çok beklediğim, merak ettiğim bir işti. Bir şekilde olmadı, siz geriye dönüp irdelediğinizde özeleştiri yapabilir ve bunun sebeplerini söyleyebilir misiniz?

Darmaduman, Beverly Hills uyarlamasıydı, bana göre çok şık bir işti ve çok iyi bir cast yapılmıştı. Birinci bölüm üzerinden konuşabilirim bunu. Biz ilk bölümü ekim sonunda, normal kış sezonun parçası olarak yayınladık. Günümüz televizyon konjonktürü doğrusu çok sert. Yedi gün, yedi kanalda yedi dizinin olduğu bir rekabet ortamından bahsediyoruz. Karşısında aldatma, ihanet gibi sert konuların olduğu dramalar ya da silahların, bombaların patladığı sert işler var. Böyle bir rekabet ortamı ve sertlikten bahsediyoruz. Bizim dizimiz bu ortamda biraz nahif kaldı. Seyirci bu diziyi sosyal medyadan ya da tekrarlarından izlese de yakalayabileceğini düşünüyordu, “kaçırmaması” gereken bir dizi olarak görmedi. Bir de dürüst olmak gerekirse yanlış bir zamanda girdiğimizi düşünüyorum. Ekim sonu girdiğinde televizyon seyircisi çoktan tercihlerini yapmıştı.

“Marketing Acting” üzerine de konuşmak istiyorum sizinle, bu konuda çalışmalarınız var. Atölyeler de yaptınız. Bizim gerçek anlamda bir dünya starımız henüz yok. Müzikte de olamadı. Dizilerimiz çok geniş bir coğrafyaya ulaşıyor, oyuncularımız tanınıyor ama dünya starı bir oyuncumuz henüz yok. Neden olmuyor ve olması için ne yapılmalı?

Türkiye’den bir oyuncunun dünya starı olması için bence Türk televizyon ve sinema sektörünün dünyada çok büyük bir başarı elde etmesi gerekiyor. Bunu sadece satışlar üzerinden söylemiyorum. Çünkü orada gerçekten çok iyi bir yerde olduğumuzu düşünüyorum. Örneğin ne zaman Türk sineması Oscar alır, bence o aşamada bunları konuşmaya başlayabiliriz. Avrupa’dan çıkan isimlere bile baktığınızda, onların da yolculukları genel de akademi ödüllerinden geçiyor. Penelope Cruz, Javier Bardem gibi oyuncuların dünyada tanınmaları da Oscar yolculuğuyla başladı. Sadece Türk oyuncular özelinde değil, genel olarak bunu söyleyebiliriz sanırım. Çok yetenekli oyuncularımız var ama burada donanım da önemli bir faktör. Yabancı dil, dans, eskrim, ata binme vs. iyi oyunculuğun yanına farklı donanımlar da eklemek gerekiyor. Bu konuda çok donanımlı oyuncularla rekabet ettiğiniz bir ortam var dünyada. Türkiye’deki koşullar bir noktada daha kolay olabiliyor ve kendini geliştirme konusu biraz geriye atılabiliyor. Elbette bunun tam tersini yapan oyuncular da var. Mesela Can Yaman bunun örneklerinden biri bence. Can, Türkiye’de kazandığı popülerlikle yurtdışında tanındı ama kendini geliştirmeye devam etti ve devam ediyor. Çok çalışkan bir oyuncu. İngilizce ve İtalyancayı çok iyi konuşuyor. Şu an İspanyolca öğreniyor. Sadece Türkiye’de popüler biri ve star olarak görmüyorum ben Can’ı. İtalya’da ve Avrupa’da kendisine inanılmaz bir ilgi var. Birlikte çalıştığımız için buna yakından şahit oldum. Bu tanınırlığı Avrupa özelinde olabilir ama kendini geliştirmeye devam ettiği sürece dünyada da neden olmasın? Diğer oyuncularımız için de geçerli bu.

Erdi

Dizi sektörümüz tam olarak regüle bir sektör değil. Sektör başarısını da esasında tek başına kendi çabalarıyla elde etti. Seçim sonrası yeni hükümetten sektör için beklentiniz nedir?

Her şeyden önce reklam payları konusunda değişikliğe gidilmesi gerekiyor. Herkesin şikâyetçi olduğu uzun dizi süreleri bu durumun sonucu. Reklam paylarının bu kadar düşük olduğu bir alanda bu sürelerle nitelikli işler yapmaya çalışıyoruz. Bir saatlik bir dizi yaptığınızda, bir saat içinde yayınlanan reklamın geliri, o dizinin maliyetini elbette karşılamıyor. Diğer taraftan artık bir saatlik bir dizinin maliyeti, şu anki dizilerin maliyetinden çok da aşağı kalır bir yerde değil. Amerika’da 20 dakikalık dizi olabiliyor ama burada öyle bir durum sözkonusu değil. Bu, endüstrileşmeyle alakalı bir durum. Diğer yandan Amerika’da bir grev oluyor, bütün sektörde herkes birlikte hareket ediyor. Bizde böyle bir birlik de oluşamadı.

İkinci olarak RTÜK’ten bahsetmek gerekiyor. 2023 Türkiye’sinde kreatif içerik üretmek çok zor. İçeriği belli başlı kurallar ekseninde üretmekten kurtulmalıyız. Örneğin RTÜK kurallarına göre, televizyonda yayınlanan bir dizide evli bir kadın başka bir erkekle olamıyor. Niye? Çünkü Türk aile yapısını bozan bir karakter bu ve bu sebeple böyle bir karakteri Türk televizyonlarında göstermekten imtina ediyoruz. Gösterdiğiniz takdirde de ceza almaya davetiye çıkarıyorsunuz. Bu karakter bir gerçekliği temsil etse bile bunu hikâyenizde kullanamıyorsunuz. Aslında reklam paylarıyla ilgili düzenleme yapılırsa eskiden olduğu gibi PT1 ve PT2 olarak iki ayrı dizi yayınlanabilir ve bu dizilerde içerik farklarına da gidebiliriz. Ama mevcut durumda bunu yapamıyoruz. Şu durumda da bu kurallara uymak zorunda kalıyoruz.

Bu röportaj, Episode’un 49. sayısında yayımlanmıştır.

Engin İnan

1979 yılında Bolu'da doğdu. Hayatının yaklaşık 20 yılını Sakarya'da geçirdi. Marmara Üniversitesi Fransızca Kamu Yönetimi bölümünde okudu. İletişim ve organizasyon alanlarında çalıştı. Pek çok etkinlikte ve farklı sektörlerden markaların iletişim çalışmalarında görev aldı. Episode Dergi editörlüğü ile birlikte iletişim danışmanlığı çalışmalarını yürütüyor. Kedi babası.

Related post

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir