‘The Penguin’: Gotham İçinde Açılan Farklı Kapılar ve ‘The Sopranos’a Göz Kırpan Bir Mafya Hikâyesi
Röportaj: Sonbahar, Gelecek Uzun Sürer, Rüzgârın Hatıraları ve Karanlık Gece Filmlerinin Yönetmeni Özcan Alper
Sonbahar, Gelecek Uzun Sürer, Rüzgârın Hatıraları filmleriyle tanıdığımız ödüllü yönetmen Özcan Alper’le Ayvalık Uluslararası Film Festivali’nde bir söyleşi gerçekleştirdik. Ayvalık’ta Karanlık Gece filmini izlediğimiz, sinemamızın önde gelen yönetmenlerinden Alper’e sinemaya bakışını, Karanlık Gece’yi ve çok daha fazlasını sorduk. Keyifli okumalar…
Karanlık Gece gösteriminin ardından seyirciyle yaptığınız söyleşide umut, kötülük, suçluluk kavramlarından söz ettiniz. “Hepimiz aynı zamanda hem suçluyuz hem de mahkûmuz,” dediniz. Bu suçluluktan kurtulmak için ne yapılabiliriz peki? Film bize bununla ilgili bir şey söylüyor mu?
Evet, film aslında bununla ilgili pek çok şey söylüyor. Umarım röportajı okuyanlar filmi izlemiş olurlar. Galiba Türkiye’nin bu sert politik gündeminden dolayı hiç böyle şeyler konuşamıyoruz. Mesela felsefi, bilimsel meselelerden konuşmak pek mümkün olamıyor ama bir kere doğanın hâkimi değil, onun bir parçası olduğumuzu anlamamız gerekiyor.
Yani doğa üzerinde kurulan tahakküm meselesinden kurtulmamız gerekiyor. Türkiye gibi politik olarak sert iklimlerde, coğrafyalarda hiçbir zaman bunları konuşma fırsatımız olmuyor ama belki de önce bunları konuşmak gerekiyor. Ve aslında filmde nesli tükenen o hayvan gibi, ancak yeraltına inince hayatta kalınabildiğini görüyoruz.
Bazen çok büyük umutsuzluğa kapılabiliyoruz. Film de kendi içinde umutsuz, karanlık bitiyor gibi. Ama ben sinemadan çıkan insanların bütün bu hakikati, gerçeği konuşarak bu büyük kötülükten, umutsuzluktan kurtulabileceğimizi düşünüyorum.
Şunu biliyoruz; evet, konuşulan artık yeni bir şey de değil ama insan maalesef içinde kötülüğü barındıran bir varlık. Ama biliyoruz ki insanlık tarihi her şeye rağmen insanın içindeki bu kötülüğü aşıyor ve iyilik savaşında iyiden yana aslında. Bu yüzden bence sanat yapıyoruz. Bu yüzden sanat, insanlara iyi geliyor.
“Filmler dünyayı değiştirir mi?” diye konuşulur. Filmler ülkeyi, dünyayı değiştirmiyor. Ama o filmleri izleyen, kitapları okuyan, müzikleri dinleyen insanların içindeki terazide kötülüğün değil, iyiliğin ağır basmasını sağlayabilir. Bu insanlar da dünyayı değiştirebilir.
Sonbahar filmini çektiğiniz 2007’den bu yana Türkiye çok değişti. O günden bugüne umutsuzluk arttı mı, siz de umutsuzlaştınız mı?
2010’lar, Türkiye için bence küçük de olsa bir şanstı ya da öyle gördük. Gerçekten ilk kez şunu hissettik; evet, politik olarak bu kadar kamplaşma, bu kadar sertleşme var ama birbirimizi sevmesek de birbirimize saygı duyarak bir şeylerin çözülmesi mümkün.
Sanki siyaseten de böyle bir umut yaratıldı. Sonbahar’ı yaptıktan sonraydı, Avrupa’da gösterime girdim, hatta Amerika’da kalma olasılığım vardı ama hiç kalmak istemedim, düşünmedim bile. Tam tersine Türkiye’de bir şeylerin değişebileceğine dair daha çok umut vardı. Çünkü ülkedeki ekonomik, siyasi bir sürü meseleyi kilitleyen bir mesele var. Bunu kabul ederiz ya da etmeyiz ama böyle.
“Kürt Meselesi” dediğiniz şey sadece bir güvenlik meselesi değil, bambaşka boyutları olan ve insanlar bunun gündelik hayatımıza dokunmadığını düşünse de dokunan bir mesele. Onu bir güvenlik meselesi olarak gördüğümüzde bile çok büyük bir ekonomik yük var. Sizin ekonominizin %40’ını yiyen bir kara delik var aslında. Siz sadece politik olarak değil, bu kara deliği bu anlamda da çözmediğiniz müddetçe ülke iyiye gitmiyor.
2010’larda aslında ilk kez demokratikleşmeye dair, ülkede demokrasiyle ilgili adımlar atılacağına dair bir hissiyat oluştu, bir umut oluştu. Ama sonra gördük ki bu iyi niyetle değil, daha farklı bir politik saikle yapılıyormuş. Keşke öyle olmasaydı. Son on yıla baktığımızda da bir kapanma, tekrar iklimi sertleştirme, kendi içinde siyah ve beyaza toplumu ayrıştırma, nefret söylemleri arttı. Son seçimden de bunu anlayabiliriz.
Tam tersi bir ortam varken ikinci turda nasıl ayrıştırıcı, başka bir yere doğru giden bir ortam oluştu. Buradan bağımsız değilsiniz tabii siz de yaşadığınız coğrafya, habitat böyle olunca. Tabii ki ben de bütün bu durumun bir parçasıyım, ne kadar başka türlü düşünsem de.
Umutlu şeyler söylemek isterdim ama çok umutlu da değilim. Ama en nihayetinde şunu da biliyoruz; her şeye rağmen sanat böyle bir şey, entelektüel olmak da böyle bir şey, aslında en karanlık zamanda iyiden, güzelden ve doğrudan yana olmak çok değerli bir şey.
O yüzden bize düşen belki de her şeye rağmen daha çok film yapmak, daha çok doğruları anlatmak, daha çok iyiden yana ol mak, daha çok güzelden yana olmak, daha çok doğadan, daha çok doğadaki varlıklardan yani çoğunluktan değil, azınlıktan; varlıklıdan değil, yoksuldan, yetimden ya da kimsesizden yana olmak şimdi daha da önemli.
Türkiye’deki dünya karanlık gibi olabilir ama şimdi sanat bence çok daha anlamlı, çok daha değerli. O yüzden enseyi karartmamak gerektiğini düşünüyorum.
Türkiye’de daha çok doğrudan yana olan işler yapılıyor mu? Nasıl görüyorsunuz Türkiye’de politik sinemayı?
Ülke o kadar siyah beyaz, sert ki politik olarak ve umutsuzluk var ki sanata bu anlamda çok fazla şey yükleniyor, sanattan çok fazla şey bekleniyor. Aslında bunu yanlış buluyorum. Siyasetin yapamadığını sanattan bekliyor insanlar. Bu da çok doğru değil. Zaten sanatın kendi ereği gereği iyiden, güzelden ve hakikatten yana olması gerekir.
Ama buna, siyasetin yapamadığı bir şeyi yapmasını bekleyerek bakmak bence tehlikeli bir durum. Ve politik sinemanın böyle olması gerektiğini de düşünmüyorum. Çok kişisel bir hikâye de bir hakikat anlatabilir.
Söyleşide, “Bir parti ya da bir şeye, tek başına bir şeye karşı olmak değil, sistemin kendisine karşı olmak, bunu sorgulamak lazım,” dediniz. Karanlık Gece sizce insanlara sistemi sorgulatıyor mu?
Evet, bu film şunu diyor aslında; “Sen bütün bu küçük ve gündelik meseleler arasında, bir yerin değil aslında doğanın bir parçasısın.” Biz bu tarafta küçücük bir meseleyle uğraşırken evren başka bir yere doğru gidiyor, yok olmaya doğru gidiyor.
Bunu konuşmamız gerekiyor. İklim krizi, susuzluk, çölleşme… Ama tabii ki politik gündelik meselelerden dolayı bunu çok konuşamıyoruz. Ama belki de daha çok bunları konuşmamız gerekiyor.
“Aslında hep çocukluğumuza geri dönüyoruz,” dediniz söyleşide. Siyasetle ilişkiniz de çocukluğunuzdan mı geliyor yoksa daha sonra mı bu konulara kafa yormaya başladınız?
Doğduğunuz coğrafya, atmosfer, habitat sizi çok belirliyor tabii ki. Ama bu değilsiniz. Bunu kırmaya da çalışıyorsunuz. O yüzden “çocukluk” dedim ama bir tarafta bütün o çocukluğunuzu parçalamaya, yeniden ve yeniden kurmaya çalışıyorsunuz.
Artvin’de doğup büyüdüm. Artvin’de bir sınır kasabasında, Sovyetlerin dibinde büyüdüm. Gerçekten çok şanslı da hissediyorum. Çünkü kozmopolit, bir sürü farklı kültürün iç içe yaşadığı bir yerdi. Kimsenin kimseyi hor görmediği bir yerde büyüdüm.
Kendisiyle beraber coğrafyasını, memleketini de düşünen insan modeliyle hep karşılaştım. 68’in etkilediği bir coğrafya, çocukluğumda ki tapların saklanmak zorunda olduğu ya da toprağa gömüldüğü bir sürü hikâye gördüm ya da cezaevine girip çıkan birçok insan gördüm. Tabii ki bütün bunlardan çok uzak olmak istemedim.
Filmlerinizde Türkiye siyasi tarihini de çokça kullanıyorsunuz. Söyleşide bu filmi yaparken Latin Amerika’ya ilişkin şeyler okuduğunuzu söylediniz.
Latin Amerika’dan yerellik-evrensellik bağlamında söz ettim. Biz burayı görüyoruz sonuçta, burayı anlatıyoruz ama bir taraftan mikro-milliyetçilik ve ırkçılık meselesi günümüzde artık dünyanın meselesi. Biz tabii ki Türkiye’de olduğumuz için burayı anlatıyoruz ama bu film Norveç’te geçseydi, muhtemelen orada bir göçmen ya da Asyalı olurdu. İsrail’de ya da Amerika’da geçseydi başka bir şey olurdu.
Bugün dünyada çok ciddi bir mikro-milliyetçilik ve ırkçılık meselesi var. Ekonomik krizin derinleştiği zamanlarda da bu sorun büyüyor. Sistemlerin, rejimlerin kendini kamufle etmek için yarattığı en büyük şeylerden biri bu ırkçılık meselesi. O yüzden Latin Amerika’yı özellikle örnek verdim.
Bir de kayıplar meselesi de edebiyatta ya da bir çizgi romanında karşınızda çıkabiliyor Latin Amerika’da. Çünkü aynı yöntemler uygulanıyor maalesef. Ama tabii ki bir film yazarken ya da çekerken Latin Amerika’ya da bakıyorum, dünyanın bambaşka yerlerine de bakıyorum. Öyle olmalı zaten.
Filmlerinizde bilimle ilgili diyalogları da çokça görüyoruz. Türkiye’de artık bilimsel olmayanın çok fazla kabul görmesiyle bir ilişkisi var mı bu durumun yoksa sizin bilimle olan ilişkinizle alakalı bir durum mu?
Sinemadan önce fizik okudum. Sonra bilim tarihi okudum. Bir meslek gibi görmedim zaten bilimi, başka türlü bir disiplin ama sanattan çok da uzak görmüyorum. Bilimde en nihayetinde bir şeyi doğrulamak, kesinlik var; sinemada daha çok duygularla ilerliyorsunuz.
Türkiye’de bilimsel düşüncenin gerçekten çok ciddi gerilediği, metafiziğin bu kadar rağbet gördüğü hatta bilim gibi yansıtıldığı başka bir dönem yok herhalde. Böyle de bir tarafı var tabii ki.
Karanlık Gece’den önce yaptığınız Âşıklar Bayramı filmografinizde farklı bir yerde duruyor ve bir dijital platformda yayınlandı. Neden böyle bir filmi tercih ettiniz?
Keşke daha çok böyle filmler de yapabilseydim. Açık söylemek gerekirse keşke daha çok film yapabilseydim. Aslında çok ayrıksı bir yerde durduğunu düşünmüyorum. Orada da bir baba meselesi var. Bu ülkede baba meselesi bazen çok politik bir mesele ama aynı zamanda orada başlıyor her şey. Baba ile evde başlıyor o sorun. O da aslında bir yüzleşme hikâyesi, özür dileme hikâyesi.
Tema olarak aslında Gelecek Uzun Sürer’le benzerlikler var. Şimdi gidip bambaşka bir film yapacağım. Animasyon bir film yapacağım.
Animasyon mu? “Bu filmle vedalaşıyorum,” demiştiniz söyleşide.
Yeni bir filme başlarken artık bir önceki filmi kapatmak istiyorsunuz.
Yeni filmden bahseder misiniz?
Bir roman uyarlaması, Kemal Varol’un “Haw” adlı romanının uyarlaması. İki köpeğin gözünden bir iç savaş hikâyesi, animasyon olarak yapacağız. Aslında iki üç yıldır üzerine kafa yorduğum bir iş. Antalya Film Forum’a seçildi. Şimdi işin prodüksiyon tarafı için bir animasyon yönetmeniyle görüşüyoruz Fransa’da. Bakalım, ben de merak ediyorum nasıl olacak.
Bu röportaj, Episode’un 51. sayısında yayımlanmıştır.