Röportaj: Uğur Polat

 Röportaj: Uğur Polat

Dünyalar naziği bir insan; sayısız tiyatro oyununda ve kült dizide, filmde başrol oynamış, usta (bir o kadar da karizmatik hani) bir oyuncu… Birçoğu onu Suyun Öte Yanı filmiyle tanıdı. Salkım Hanım’ın Taneleri ise onu Türkiye çapında hepten üne kavuşturdu. Sonra Filler ve Çimen, Dar Alanda Kısa Paslaşmalar, Güz Sancısı, Sis ve Gece gibi Türk sinemasının kült yapımlarında rol aldı. Ancak tiyatro izleyicisi onu çoktan tanıyordu. 1978 yılında Ankara Sanat Tiyatrosu’nda başlayan tiyatro kariyeri, Adana ve İstanbul devlet tiyatrolarında yıllarca sürdü. Yeditepe İstanbul dizisindeki Ali rolüyle ise televizyon izleyicilerinin hafızasında unutulmayacak bir iz bıraktı.

Uğur Polat’tan bahsediyorum. Son olarak Emre Kayiş’in Anadolu Leoparı filminde başrolü üstlenen ve şimdilerde Yargı dizisinde oynayan usta oyuncuyla kariyerini, düşüncelerini, yaşamını konuştuk.
Bizim çok keyif aldığımız bu röportajdan dileriz siz de keyif alırsınız.

Öncelikle bu dönemin popüler sorusuyla başlayalım: Pandemi günlerini nasıl geçiriyorsunuz? Bu
yeni yaşama alışabildiniz mi?

Son filmim Anadolu Leoparı’nın son sahnesini Polonya’da çekip İstanbul’a döndüğümüzde 14 Şubat
2020’ydi. 11 Mart’ta ilk vaka açıklandı. Ben de 12 Mart’ta arabama atlayıp Kaş’a gittim. Gidiş o gidiş;
iki yıldır oradayım. Hiçbir üretimde bulunmadım o yüzden. Ama pandemi sürecini büyükşehirde
yaşayan birine kıyasla çok daha rahat atlattım çünkü Kaş’ta özgürlük alanım daha fazlaydı. Daha
izoleydim orada. Tabii tatil sezonlarında Kaş, tıklım tıklım oluyor ama kış aylarında kimseler yok.
Benim kapanmalarım daha çok temmuz-ağustos aylarında oldu bu yüzden. Yoksa Kaş’ın daha sakin
olduğu zamanlarda denize girdim, pandeminin sıkıntılarını pek yaşamadım. Bir de 15 yıldır Kaş’ta
yaşıyorum ve oradaki memur arkadaşlar beni tanıyor artık, çok anlayışlılar sağ olsunlar. Yani pandemide kötü vakit geçirmedim. Aşılarımı da Kaş’ta oldum. Tabii Yargı için Kaş’tan İstanbul’a gelince
biraz afallamadım değil…

Her şeyin başına dönelim. Tiyatroyla nasıl tanıştınız? Ailenizde sanatla ilgilenen birileri var mıydı?
Ailemde sanatla ilgilenen kimse yoktu. Abim ve kuzenlerim mimardı. Ankara’da büyüdük, onlar da ODTÜ mezunuydu. Ben de mimar olmak istiyordum çünkü onların bohem bir hali vardı, ona öykünüyordum. Sabahlara kadar proje çiziyorlardı. Bir de okudukları okul, 12 Eylül öncesi dönemin mihenk taşlarındandı. Müthiş bir siyasi potansiyel vardı ODTÜ’de. Benim gençliğim bunlara öykünerek geçti. Sonra ben de lise yıllarımda sol tandanslı bir siyasi oluşumda yer aldım. O siyasi oluşumun bir de tiyatro kolu vardı. Meral Niron vardı başında. Ankara Sanat Tiyatrosu’nun çok önemli oyuncularından biriydi Meral Niron, rahmetli oldu. Gorki’nin Ana adlı oyunuyla büyük sükse yapmıştı. O, bana “Tiyatro düşünür müsün?” dedi. Ben de, “Düşünürüm,” dedim. Benim bu teklife evet dememi sağlayan, annemin beni Ankara’da sık sık tiyatrolara götürmesiydi. Yazlık sinemalar da benim için büyük bir ritüeldi, hem Ankara’da hem İstanbul’da; bütün Yeşilçam filmlerini izlemiştim. Böyle böyle içimde bir oyunculuk potansiyeli taşıdığımı seziyordum ve Meral Niron’un davetiyle o oluşuma katıldım.

Uğur


Henüz 16 – 17 yaşlarındaydınız…
Evet, daha lisedeydim. Tabii grevlere falan gidip ajitprop oyunlar oynuyorduk. O sırada Ankara Sanat Tiyatrosu’nda ise büyük ses getiren, çok önemli oyunlar oynanıyordu. Ben sürekli o oyunlara gidiyordum. Sonra bir gün Ankara Sanat Tiyatrosu’nun oyunculuk kursu açtığını duydum, yine rahmetli Meral Niron’dan. “Gelmek ister misin?” diye sordu. Öyle sorunca bende bir şey gördüğünü düşündüm çünkü başka kimseye sormadı. Ben de kursa katıldım ve sevgili Rutkay Aziz öncülüğünde çok değerli hocalardan bir yıl eğitim aldım. Bir tiyatro okulu gibiydi. O kurstan Ankara Sanat Tiyatrosu’nun profesyonel kadrosuna oyuncu seçti Rutkay abi ve seçtiklerinden biri de bendim. 1979 yılında da rahmetli Vasıf Öngören’in “Oyun Nasıl Oynanmalı?” oyunuyla ilk profesyonel oyunuma başladım. 1981’e kadar oynadım o oyunu. O sıralarda İstanbul Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Yüksek Okulu’nu kazandım. Sınavlara gidip geliyordum ama Ankara’da da oyunlarım devam ediyordu, üç dört oyunda birden oynuyordum. Sonra bir gün Ankara’dan İstanbul’a taşınma zorunluluğumuz hasıl oldu. Ben de aileme, “Gazetecilik okulunu bırakıyorum, tiyatrocu olacağım,” diyemedim. Fakat o sahne tozunu bir kere yutmuştum artık. (Gülüyor) İstanbul Devlet Konservatuarı’nın yetenek sınavına girdim. Fakat sınava girmeden önce büyük bir risk alarak Gazetecilik’ten de kaydımı aldım.

“Ben artık oyuncu olacağım,” dedim. Hayatımın dönüm noktası odur. 1981 yılıydı, sınavı kazandım ve İstanbul Devlet Konservatuarı’na girdim. 1985’te Adana Devlet Tiyatrosu’na katıldım staj yapmak için. İki sezonluk stajımın ardından ise Adana Devlet Tiyatrosu’ndan İstanbul Devlet Tiyatrosu’na geçtim. Yaklaşık dört yıl önce de emekli oldum. Yani yaklaşık 30 yıl devlet tiyatrosunda oynadım. Ondan önce de Müşfik ve Yıldız Kenter’in tiyatrosunda ve Ankara Sanat Tiyatrosu’nda oynadığımı hesap edersek nereden bakarsanız 42 yıllık bir meslek hayatım var. E, ben de 60 yaşındayım! (Gülüyor)

Değinmek istediğim birkaç konuya ufaktan girdiniz. 70’li yılları soracaktım ben de. Türkiye’de politik iklimin sert estiği zamanlardı. Siz konservatuara başladığınızda ise 12 Eylül’ün üzerinden bir yıl geçmişti ve bambaşka bir Türkiye vardı. Genç bir tiyatrocu olarak bu politik iklimin ve keskin değişimin sanatınız üzerinde nasıl bir etkisi oldu?
12 Eylül giyotin gibi kesti bir dönemi… Zaten Ankaralı olmanın getirdiği bir politize olma durumu vardı. Ankara bir memur şehri de olsa üniversitelerden dolayı politikleşmiş bir şehirdi. Türkiye’nin en köklü kurumlarından Ankara Devlet Tiyatrosu, Ankara’daydı. Bir de Ankara Halk Tiyatrosu, Ankara Sanat Tiyatrosu, Ekin Tiyatrosu gibi tiyatrolarda politik oyunlar oynanırdı. Onlardan çok etkilendim. Özellikle Zengin Mutfağı, Sakıncalı Piyade, 403. Kilometre, Paris Komünü gibi oyunlar ufkumu çok açtı. Beraberinde kitap okuma alışkanlığım arttı, zaten abimin büyük bir kütüphanesi vardı ve oradan çok beslendim. Ailem de demokrat bir ailedir. Onlar da beni çok etkiledi. Tabii ben çocukken Deniz Gezmişler asıldı, sonra her
gün birilerinin failimeçhule kurban gittiği bir dönem yaşadık; onlar beni çok etkiledi. Ben lisede okurken Milliyetçi Cephe hükümetleri iktidardı ve okul tamamen sağcıların elindeydi, ondan dolayı çok baskı vardı. Çok dayak yedim, okula günlerce gitmediğim oldu. Sıkıntılı bir süreçti ama yetişmemdeki en önemli dönem de o dönemdi. Derken 12 Eylül gerçekleşti ve her şey bıçak gibi kesildi, yeraltına indi. Darbe olduğunda biz Ankara Sanat Tiyatrosu’yla İstanbul’da turnedeydik, Kenterler Tiyatrosu’nda oynuyorduk. Oyunlarımız durdu, bir arkadaşımız gözaltına alındı. Yasaklandık yani.

12 Eylül’ün ardından da Özal dönemi geldi ve benim yaşım yetmiyor ama o dönemde de “Devlet Tiyatroları özelleştirilsin” kampanyaları yapılmış…
Evet, öyle kampanyalar yapıldı. Ama aksine çığ gibi büyüdü devlet tiyatroları. Hemen hemen her bölgede devlet tiyatrolarının sahnesi oldu. İstanbul Devlet Tiyatrosu sayesinde neredeyse tüm ülkeyi gezdim.

Ankara Sanat Tiyatrosu ile İstanbul Devlet Tiyatrosu deneyimlerinizi karşılaştırdığınızda ikisinden farklı farklı neler edindiniz?
Ankara Sanat Tiyatrosu’nda güzel oyunlar oynuyorduk, söyleyeceğim yanlış anlaşılmasın fakat konservatuarda ve İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda bir anda William Shakespeare’le, Antik Yunan Tiyatrosu’yla falan tanışmak benim için önemliydi. Okuduğum literatür değişti yani. Bertrol Brecht okurken birden Konstantin Stanislavski okumaya başladım. Böyle bir değişim sonucunda jargonunuz, üslubunuz değişiyor; okul, insana metot veriyor. Siz de okulda öğrendiklerinizle alaylı öğrendiklerinizi sentezliyorsunuz. Hani, “Oyunculuk şarap gibidir, yıllandıkça değer kazanır,” derler ya; bu anlama geliyor işte. Her geçen yıl yeni bir şey katıyorsunuz oyunculuğunuza ve kendinize. Evet, ödüller almak, para kazanmak ya da alkışlanmak güzel tabii ama ben kendimi dönüştürdüğüm sürece oyunculuğu seviyorum.

Sanatçıların örgütlenmesi o yıllardan beri üzerinde çok kafa yorulan bir konu. Ancak Türkiye’de bir türlü güçlü bir sanatçı sendikası kurulamadı. Bunu neye bağlıyorsunuz?
Ben bu örgütlerin hemen hepsinin kuruluş aşamalarında yer aldım. Ama bugün hiçbirinde yokum çünkü etkin olamıyorlar, bir iki bültenle iş yapıyorlar. Bir de, hiç bir arada olmak istemediğim bazı “oyuncu” arkadaşlarımızla aynı saflarda bulunmak istemiyorum açıkçası.

Filmografinizde birçok kült film var. Sizi oyuncu olarak da muhtemelen değiştirmiş yönetmenlerin filmleri bunlar: Derviş Zaim, Tomris Giritlioğlu… Çok mu seçicisiniz ve iyi bir okur musunuz?
Elimden geldiğince seçiciyim; senaryoyu da iyi ve çabuk okurum, doğru. 45’e yakın filmde oynadım ve bunların aşağı yukarı 30’u ya ilk filmini ya da ikinci filmini çeken yönetmenlerin filmleriydi. Dolayısıyla benden genç bir nesille çalışma fırsatı buluyorum. Bu benim için belki biraz riskli ama müthiş bir şey çünkü onlardan öğreneceğim çok şey var. Onlar daha yeni teknikler biliyorlar, çoğu zaten kendini çok iyi yetiştirmiş… Mesela son filmim Anadolu Leoparı’nın yönetmeni Emre Kayiş, hukuk mezunu ama avukat olacakken Londra’ya gidip Londra Film Akademisi’nde sinema öğrenmiş. Bana oyunculuk yönetiminde
o kadar yeni şeyler sundu ki! İşkence gibi ağır da olsa çok şey öğrendim ondan. (Gülüyor) Serdar Akar’ın, Tomris Giritlioğlu’nun, Derviş Zaim’in ikinci filmlerinde oynadım. Memduh Ün gibi bir Yeşilçam duayeniyle çalışma fırsatı buldum. Yavuz Özkan ile iki tane sinema filmi çektik ki Yavuz Özkan çok önemli bir sinema militanıdır. Tabii bir de asla unutamayacağım Ömer Kavur’la onun son filmi Karşılaşma’da çalıştım. Yani
hem gençlerden hem ustalardan çok şey öğrendim. O anlamda kendimi şanslı hissediyorum.

Kariyerinizdeki en önemli filmlerden biri Tomris Giritlioğlu’nun 1999 tarihli Salkım Hanımın Taneleri filmi. 90’lı yıllar Türk sineması için önemli bir dönem ve bu film de o dönemin en sonunda çıkmış ama o dönemin önde gelen örneklerinden. 90’larda Türk sinemasına ne oldu da altın çağlarından birini yaşadı sizce?
Yeni bir sözle, yeni bir sinema anlayışıyla çıktı genç yönetmenler ortaya. Daha farklı senaryolar, daha farklı karakterler yazılmaya başlandı. Salkım Hanımın Taneleri de Tomris Giritlioğlu’yla ikinci filmim. 1990’da Ankara Film Festivali’nde Memduh Ün’ün Bütün Kapılar Kapalıydı filmiyle Umut Veren Erkek Oyuncu
Ödülü almıştım. Orada tanıştık Tomris Giritlioğlu’yla. O yaz bir film çekecekmiş, benimle çalışmak istediğini söyledi. Böylece Suyun Öte Yanı filmine katıldım. Tomris ablayla ilk çalışmam oydu. Sonra Tomris ablayla yolculuğumuz Salkım Hanımın Taneleri, Yeditepe İstanbul, Sultan Makamı ve Kayıp Şehir ile devam etti.

Salkım Hanımın Taneleri, kariyerinizde bir dönüm noktası oldu herhalde çünkü Suyun Öte Yanı ne kadar iyi filmse de Salkım Hanımın Taneleri çok ses getirdi.
Evet, Salkım Hanımın Taneleri, Altın Portakal Film Festivali’nde En İyi Film Ödülü’nü aldı. Ben de En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü kazandım. Ayrıca o zamana kadar olan kariyerimdeki en yüksek gişe rakamına ulaştım bir anda. Yüksek bütçeli bir yapımdı. Bağımsız filmlere kimse gitmiyor, biliyorsunuz. (Gülüyor)

Film, Varlık Vergisi konusunu işliyordu. Çok da tartışılmış çıktığında…
Evet, çok tartışıldı çünkü Varlık Vergisi’nin uygulandığı kişiler tarafından bakıyorduk. Taraf tuttuk yani aslında.

Bu tip konuların daha az tartışıldığı bir dönemdi, ürktünüz mü bu tartışmalardan?

Hayır çünkü idealizmim devam ediyordu hâlâ. Ama haklısın, bu tip konular daha az tartışılıyordu o dönemde. Bir de bakir bir konuydu Varlık Vergisi konusu, daha önce işlenmemişti. Tabuydu biraz. Güz Sancısı da 6-7 Eylül olaylarını işliyordu. Bu arada, buradan Tomris ablaya bir selam göndereyim.

Yönetmen – sanatçı diyaloğunuz nasıldı Tomris Hanım’la?

Aramızda fazla yaş farkı yok ama benden büyük ve çok daha donanımlıydı. Aramızda her şeyden önce bir abla-kardeş ilişkisi, dostluk ilişkisi vardı. Eşiyle, çocuğuyla da tanışırım. Çocuğu Ilgaz da anne mesleğini devam ettiriyor… Tomris Giritlioğlu sayesinde çok değerli insanlarla tanıştım. Birçok oyuncuyla, yönetmenle, senaristle, kameramanla tanışmama vesile oldu. Mesela Zeki Demirkubuz’la Tomris abla sayesinde tanıştım. Suyun Öte Yanı filminde Zeki Demirkubuz yönetmen yardımcısıydı. Ama Tomris abla sette disiplinliydi tabii.
Çalışmayı çok isteyip çalışamadığınız bir yönetmen var mı?
Ferit Karahan, son Altın Portakal Film Festivali’nde ödül alan Okul Tıraşı filminde bana bir rol teklif etmişti, sağ olsun. Ama Ağrı’da çekecekti ve ben gidemezdim, Anadolu Leoparı filmine başlamıştım zaten. Ferit’le o
tecrübeyi yaşamak isterdim çünkü onun sinemaya ve hayata bakış açısını kendime çok yakın hissettim. Emin Alper’le çalışmayı çok isterim.

Uğur-2

Gene genç isimler…
Tabii ki. Ama keşke Ömer Kavur yaşasaydı ve onun fetiş aktörü olsaydım. Ömer Kavur bir prensti. Onun kadar komplekssiz, iyi bir insan görmedim. Çok da iyi bir Galatasaraylıydı, benim gibi. (Gülüyor)

Önünüze bir proje teklifi geldiğinde senaryoda en çok neye dikkat ediyorsunuz?

Bir çarpıcılık arıyorum. Senaryonun zirveleri olmalı ki o zirveleri birleştirdiğinde gerçekten Everest’in tepesine çıkabilmelisin. Ya karakterde ya hikâye örgüsünde bir şey çarpmalı beni. Mesela çektiğim bu son filmde, Anadolu Leoparı’nda rutin yaşamını sürdüren bir hayvanat bahçesi müdürü var; işine gücüne gidiyor, içine kapanık, asosyal, eski ideallerinden bir şey kalmamış… Fakat bir anda hayvanat bahçesindeki
nesli tükenmekte olan leopar ölüyor. Böylece adamda bir dönüşüm başlıyor. O çok etkiledi beni. Şu an oynadığım Yargı dizisinde de bir cinayet var, evet, polisiye gibi başlıyor ama bu cinayet üç aileyi karşı karşıya getiriyor ve o üç aileyi müthiş etkiliyor. Böyle şeyler çok etkiliyor beni. Bir çarpıcılık, bir tokat arıyorum.

Attilâ İlhan bir röportajında birini tüm detaylarıyla betimlemenin manasız olduğunu, onun dikkat çekici özelliklerini öne çıkarmak gerektiğini söylüyordu romancılık tekniği açısından. O geldi aklıma.
Tabii ki, çok doğru söylemiş. Karakteri insanın aklına kazımak gerek. Sonra onu kazdıkça altından bir şeyler çıkmalı.

Siz sahiden hep insanın aklında kalan karakterler canlandırdınız. Mesela işkenceden dolayı psikolojisi bozulmuş Ali isminde eski bir devrimciyi canlandırıyordunuz Yeditepe İstanbul’da. Esasında 70’lerde genç olmuş biri için birçok çağrışıma yol açabilecek bir karakter. Zorlandığınız olmuş muydu?

Çok tanıdık bir karakterdi gerçekten. Ali benimle aynı jenerasyondu ve onun gibi çok arkadaşım vardı. Ali’yi o kadar sevdim ki… Karakterin adı başta Mahir’di, çok kör gözün parmağına bir isimdi. Dizinin senaristi Ali Ulvi Hünkar benim konservatuardan bir sınıf altımdı, o yüzden bu ismi değiştirmesini isteme cüretini kendimde buldum ve Ali ismini önerdim. Çok da güzel bir isim Ali ve onun da kendi içinde göndermeleri var tabii. Bir de Yeditepe İstanbul’un ilk bölüm senaryosunda çok konuşuyordu Ali. “Suskunluğunun daha çok şey söyleyebileceğini hissediyorum çünkü benim tanıdığım bir karakter,” dedim Ali Ulvi’ye. Daha sessiz bir karakter oldu. Benim için çok nostaljik bir deneyimdi, Ankara’da yaşarken o kadar çok Ali tanıdım ki… Hepsi gözümün önünden geçti. O yüzden kariyerimde önemli bir roldü Ali.

Yeditepe İstanbul büyük bir fenomendi. Sonraları 68 kuşağını anlatan Hatırla Sevgili de çok sevildi. Türkiye gibi sağın hep çok kuvvetli olduğu, toplumun büyük kesiminin sağcı olduğunun düşünüldüğü bir ülkede Yeditepe İstanbul, Çemberimde Gül Oya, Hatırla Sevgili gibi dizilerdeki devrimci karakterlerin çok sevilmesi bana hep tuhaf geliyor. Niçin sizce?

Öyle gerçekten. (Gülüyor) Galiba biraz nostalji… Çünkü o dizilerin yayınlandığı dönemde daha Z kuşağı falan yoktu ortada. 68 kuşağından, 78 kuşağından insanlar vardı televizyon başında ve özellikle büyükşehirlerde bu diziler çok karşılık buldu. Üniversite öğrencileri de çok rağbet gösterdi bu dizilere.

Ulan İstanbul’dan sonra çok konuşulan, izlenen bir dizide Yargı’da yer alıyorsunuz. Kadın cinayetlerinin maalesef bu kadar arttığı ve yargı kararlarının çoğunun kamuoyunu tatmin etmediği bir dönemde Yargı da bu konuları gündemine alıyor. 5. bölüm itibarıyla canlandırdığınız Yekta karakterinin bir hukuk adamı olarak aslında suç işleyen ve ceza alması gereken güçlü müvekkillerini nasıl kurtardığını da anlamaya başlıyoruz. Siz neler söylemek istersiniz bunlara dair?

Tabii ki kadın cinayetlerinin çığlık gibi karşısında duruyorum. Ama bizim dizinin derdi çok da fazla kadın cinayetlerini eleştiren bir yolda seyretmiyor. Orada öldürülen genç kız, erkek de olabilirdi. O karakter bir tema, bir fon. Esasen Yargı, üç ailenin dramını ve trajedisini anlatan bir dizi: Bir tarafta ölen kızın ailesi, bir tarafta katil olduğu sanılan çocuğun ailesi, bir tarafta da gerçek katilin ailesi. Bununla beraber, tabii ki kadın cinayetlerine dair mesajlar da içeriyor dizi. Mesela bir bölümde oynadığım karakter, Yekta; “Bunu da yüzlerce failimeçhul kadın cinayeti gibi örtbas edecekler,” gibi bir laf ediyor. Ama bu lafı etmekteki asıl niyeti hinlik yapmak.

6. bölüm itibarıyla Yekta, hukuk şirketi ve Yekta’nın ailesiyle ilişkisine dair daha fazla bilgiye hâkim olacağız gibi görünüyor. Katilin kim olduğu artık biliniyor, seyirciyi bundan sonra hangi çatışmalar bekliyor?

Katilin bu kadar erken ortaya çıkması, işte bahsettiğim o vuruculuklardan, tokatlardan biri. Katilin ortaya çıkması belki birçok hikâyenin bittiği nokta olurdu ama Yargı’da asıl çatışmanın başladığı yer. Senaristimiz Sema Ergenekon çok iyi düğümler atıyor. Zaten yaz ayında ben Kaş’tayken senaristimiz, yönetmenimiz, menajerim ve ben bir Zoom toplantısı yapmıştık ve Sema Hanım orada bana dizinin dördüncü bölümden sonra başka bir ivme kazanacağını söylemişti. “O noktada size ihtiyacımız var,” demişti.

Peki, Yekta karakterini birkaç cümleyle nasıl tanımlarsınız?
Hinoğluhin bir avukat. (Gülüyor) Yapamayacağı hiçbir şey, savunmayacağı ya da kurtaramayacağı hiç kimse yok. Çok varlıklı bir adam, kirli işlerinden de kaynaklanıyor bu varlığının bir kısmı. Ama onun için en önemli şey kariyeri ve itibarı. Asla bir katil babası olarak anılmak istemiyor. Bütün çabası o. Yani oğlunu çok sevdiği falan yok; bütün derdi adına leke gelmemesi.

Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde En İyi İlk Film Ödülü’nü alan Anadolu Leoparı’nda başroldesiniz. “Eski Türkiye”yi temsil eden bir karakteri canlandırıyorsunuz. Anadolu Leoparı ile ilgili neler söylemek istersiniz? Genç bir yönetmenin ilk filmi, Türkiye’ye dair güncel bir hikâye anlatıyor, sizin filmografinizde nasıl bir yerde duruyor film ve canlandırdığınız karakter?

Canlandırdığım Fikret karakterinden bahsedeyim biraz öncelikle. Fikret de 12 Eylül öncesinde çok büyük idealleri olan, öğrenci olaylarının içinde olmuş biri. Tabii bunu filmde görmüyoruz; karakterin altyapısını doldurmak için yönetmen ve oyuncu böyle hikâyeler yazar… Veterinerlik fakültesini bitirmiş Fikret ve idealistliğiyle Anadolu’nun ücra köylerinde veterinerlik yapmış. Sonra Ankara’ya, Melih Gökçek tarafından çöpe dönüştürülen Atatürk Orman Çiftliği’ndeki hayvanat bahçesine müdür olarak atanmış. 22 yıl orada çalışmak onu içe kapanık, eylemsiz bir karakter yapmış; tıpkı Hamlet gibi. Eyleme geçmeyi düşünmüş Fikret ama bir türlü eyleme geçememiş. Pasif bir adam. Kızıyla bağını koparmış. İşe gidiyor, işten çıkıyor, eski bir devrimci arkadaşının mekânına gidip bir tek atıp evine dönüyor. Tek başına, yalnız yaşıyor. Ta ki hayvanat bahçesinde bulunan ve nesli tükenen leoparın ölümüne kadar. Tabii leopar aslında bir metafor; Fikret için bir çeşit ayna. Her ikisi de nesli tükenen canlılar. Fikret, filmde leoparla konuşuyor ve onunla aslında kendisiyle hesaplaşıyor. Konuşurken leoparın öldüğünü anlıyor ve bir eyleme geçme ateşi yanıyor
aklında. Çünkü hayvanat bahçesi özelleştirme sürecine girmiş, Araplara satılacak ve alıcılar için hayvanat bahçesinin en büyük albenisi, türünün son örneği olan ve ölen o leopar. Eğer bu leoparın ölüsünü yok edersem bu özelleştirme sürecini engelleyip burada çalışan emekçilerin işlerini kurtarabilir miyim diye düşünüyor Fikret ve eyleme geçip leoparın cesedini Ankara’da bir gölete atıyor. Tabii bürokraside “Leopar kaçtı! Leopar çalındı!” gibi bir telaş başlıyor. Bundan da büyük keyif alıyor Fikret ve bir yolculuğa çıkıyor. Ankara’ya döndüğünde ise bu işi soruşturan savcıyla yüzleşiyor ki filmin kritik sahnelerinden biridir bu. O savcıyla yüzleşmede tekrar anlıyor ki kendisi tıpkı leopar gibi türünün son örneği. Yani yine tutunamıyor. Tutunacak bir kadın buluyor, ona sarılıyor; tutunacak bir eylem buluyor, ona sarılıyor ama Fikret bir türlü tutunamıyor.

Çok etkileyici ve çarpıcı…
Evet, çok güzel bir senaryo. Antalya’da, Altın Portakal Film Festivali’ndeki gösterimde izledim ben ilk kez. Ortaya çıkan sonuçtan son derece memnunum. Toronto Uluslararası Film Festivali’nde FIPRESCI Jüri Ödülü’nü; Altın Portakal Film Festivali’nde ise Behlül Dal En İyi İlk Film ve En İyi Sanat Yönetmeni Ödülü’nü aldı. Şimdi Boğaziçi Film Festivali’nde, sonra da Ankara Film Festivali’nde yarışacak. Ardından Selanik (Yunanistan), Norveç, Denver (ABD), Sydney (Avustralya) ve Peru’dan oluşan bir festival yolculuğu olacak. Bunlar belli olanlar tabii; belki başka festivaller de eklenir.

Anadolu Leoparı da dahil pek çok bağımsız filmde de yer alan usta bir oyuncu olarak, keşke sinemaya uyarlansa dediğiniz romanlar/yazarlar var mı?
Tiyatroda sekiz yıl boyunca Edip Cansever’in Ben Ruhi Bey Nasılım? oyununu oynadım. Mesela o, sinemada nasıl olurdu, merak ediyorum. O bölümler nasıl sinema senaryosuna dönüşürdü acaba? O uyarlansa onda oynamayı çok severdim.

Son olarak yeni tiyatro, sinema ya da dizi projeleriniz var mı?

Yargı devam ediyor, galiba yaza kadar başka bir şey yapmaya vakit bulamam. Sonra da Kaş’a giderim herhalde, D vitamini almam lazım. (Gülüyor)

Çok teşekkür ederiz, çok keyifli bir röportaj oldu. Söylemek istediğiniz son bir şey var mı?
Lâle Plak tekrar açılsın. (Gülüyor)

Bu röportaj, Episode’un 29. sayısında yayımlanmıştır.

Onur Bayrakçeken

1994 yılında İstanbul'da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nden mezun oldu. Annesinin başucunda okuduğu kitaplarla okumayı, ilkokul hocasının teşvikiyle yazmayı sevdi. İflah olmaz bir müzik tutkunu. İki şiir kitabı var (devrilmiş fil hüznü, devingen gömüt), bir de "Prekazi: Vurdu, Gol Oldu!" (Mylos Kitap, 2019) nehir söyleşi kitabını hazırladı.

Related post