‘Yargı’nın Senaristi Sema Ergenekon ile Söyleştik

 ‘Yargı’nın Senaristi Sema Ergenekon ile Söyleştik

Yargı, 3. sezonunda, aldığı onlarca ödüle IEMMY Ödülü’nü de ekledi, hepimizi gururlandırdı. İlk sezonda Sema Ergenekon ile buluşmuş ve diziyi detaylarıyla konuşmuştuk. İlk bölümden bugüne keyifle, merakla izlenen Yargı’nın final sezonunu, aldığı ödülleri ve Yargı’dan sonrasına dair planlarını konuşmak için Sema Ergenekon ile tekrar buluştuk.

Sema Hanım, Yargı’nın ilk sezonunda röportaj yapmıştık sizinle. “Ben yıllardır aslında böyle bir iş yapmak istiyordum ama bu kadar sevileceğini, başarılı olacağını da beklemiyordum,” demiştiniz. Şimdi, 3. sezonunda Yargı size ne hissettiriyor?

Öncelikle bunu başarmış olmak çok büyük bir mutluluk. Sektördeki çoğu insanda, “bu olmaz, polisiye tutmaz, adliye koridorlarında iş olmaz” düşüncesi ve inancı vardı. Karadayı’da da aslında benzer temalar vardı, adliye koridorlarında geçen bir hikâye olmasına rağmen dizi sevilmişti. Bunu başarmak ve sürdürebilmek muhteşem bir duygu. Çünkü televizyona dizi yazmak uzun yol koşucusu olmak demek. Yani başarılı olup iyi reyting almak kadar, belki de daha önemlisi, onu sürdürebilmek. Çok yorucu ama başarabilmiş olmanın mutluluğu var. O yüzden Yargı’nın bana verdiği en büyük duygu, mutluluk ve
şükür.

Yargı, 3. sezonunda ve 3 yıldır Türkiye içinde almadığı ödül kalmamıştı, üniversiteler, seyirci ödülleri vb. Fakat 2023’te IEMMY’de en iyi dizi ödülünü de aldınız. Türkiye’de detaylarıyla bilen az bu ödülü. Ama hem prestijli bir ödül hem de bu sene epey güçlü rakipler vardı karşınızda.

Evet, ödül çok detaylıca bilinmiyor. IEMMY’ye başvurabilmek yani aday adayı olmak için bile belli koşullar var. Belli bir bölüm süresinin de geçmesi gerekiyor. Mesela Kara Para Aşk dizisinde de gidilmişti. Engin Akyürek adaydı. Ama adaylık olduğunda Türkiye’de dizinin yayını bitmişti. Genelde hep dizinin Türkiye’deki yayını bittikten sonrasına denk geliyor oranın takvimiyle. Yani iki sezon devam ettiyse diziniz, ödülün koşullarını yerine getirdiğimizde Türkiye’de yayın bitmiş oluyor. Yargı’da üçüncü sezonda olduğumuz için dizinin yayını devam ederken ödül töreni denk geldi. Yargı bitmiş olsaydı ödül belki bu kadar konuşulmazdı. Ama şu an yayını da devam ettiğinden, iş sıcakken denk geldiğinden bence büyük bir etkisi oldu ve daha fazla konuşuldu…

Tören öncesinde Yargı’nın rakiplerine yani diğer adaylara bakmıştım, epey iddialı işler vardı.

Yargı da tabii ki çok güçlü bir adaydı. Çok hak edilmiş bir ödül ama benim biraz gözüm korkardı herhalde o adayları görünce. Herkes korkmuş. Tören öncesinde bir panel düzenlendi, orada tabii çok büyük şirketler var. Bir de TV’de yayınlansa da diğer adaylar genelde 1 saatlik bölümleri olan diziler, yazanların, çekenlerin böyle bir avantajı var. Zaten bu ödül, TV’de yayınlanan Amerikan yapımı dışındaki tüm ülkelere açık olan bir yarışma. Ve aslında Amerikan yapımı dışındaki en iyi televizyon dizisini seçiyorlar. Türkiye’de bazı yerlerde “pembe dizi” gibi bir açılım yapıyorlar, öyle bir şey değil aslında. Artık zaten pembe dizi kavramının ne kadar kaldığından da emin değilim.

Galiba sektörü bilmeyen insanlarda böyle bir yaklaşım oluyor.

Hem bilmemek hem de biraz değersizleştirmeye çalışmak da var o yorumlarda bence. Ben de buradaki bir röportaj sırasında öğrendim, 20 ülkeden 50’den fazla yapım katılmış bu ödüle. İçlerinde İngiltere, bütün Avrupa ülkeleri, Kore yapımları var.

Haftada 130 sayfa yazıyorsunuz, rakipleriniz 50 dakika bölüm yazıyorlar, böyle zorlayıcı bir fark da var.

Panelde de bunun konusu geçti, farklı ülkelerdeki yapım şirketlerinden insanlar, sektör profesyonelleri vardı. Bizde diziler her hafta 140 dakika yayınlanıyor, ben her hafta 130 sayfa yazıyorum, dedim; salon bir anda sessizleşti, sonra birden alkışlamaya başladılar. Sonra sürekli soru sordular. Bir bölümü kaç günde yazıyorsunuz? Günde kaç sayfa yazıyorsunuz? Herkes gerçekten çok şaşırdı.

Sema Ergenekon

Sema Ergenekon: “Her dizinin özgün olması lazım. Kendi kurgusunu, kendi polisiye zekâsını yansıtması lazım. Ama Yargı matematiği alınıp yapılmaya çalışılırsa o zaman çok yol alamayız.”

IEMMY’de en iyi dizi ödülünü Yargı gibi polisiye bir işin almasının farklı bir yol açacağını da düşünüyorum. Türk dizileri tüm dünyada çok izleniyor, seviliyor ama biraz benzer şeyler bekliyordu dünyadaki izleyiciler ya da karar vericiler diyelim, Türk dizilerinden. Yargı, polisiye bir iş olarak Türk dizileriyle ilgili globaldeki ezberleri de değiştirebilir mi?

Mutlaka bir algıyı değiştirecektir. Bahsettiğim panelin sonunda, jüride de yer alan iki kişi gelip beni tebrik etti, biri Yunanistan’dan. “Ben de senaristim. Bir bölüm izlemem gerekiyordu. Dört bölümü gözümü kapatmadan izledim. Nasıl bir dünya ve karakter kurduğunuza inanamadım. Size hayranlık duyuyorum,” dedi. Demek ki onlar izliyorlar ve biliyorlar. Algıyı değiştirebilmek mümkün aslında.

İlk röportajımızda da değinmiştiniz; yapımcıların, kanalların çekincesi vardı polisiye-suç dramalarıyla ilgili. Fakat Yargı iyi, incelikli ve sadece bir katil kim polisiyesi olamayan işlerin ne kadar sevilebileceğini gösterdi. Son 2 yıldır TV’deki pek çok dizi bir cinayetle, suçla açılıyor ve bu suçun/cinayetin belirlediği karakterlerin hikâyelerini anlatıyor. Bu değişimi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Kanal yöneticileri de yapımcılar da söylüyor. Herkes “Yargı gibi” bir dizi istiyor. Şu anki en büyük kod o: “Yargı gibi yapsanız.” Şu an hazırlanan polisiyelerin olduğunu duyuyorum. Polisiye-Aşk dizisi diye kodlanıyor. Böyle bir kapıyı açmaktan gurur duyarım. Tabii ki bu türün devamının gelmesi için başka örneklerin de yapılması gerekiyor. Ama bence burada “Yargı gibi” ifadesi yanlış. Yani “Yargı gibi” derken ne kastediyorlar, içini nasıl dolduruyorlar bilmiyorum ama her dizinin özgün olması lazım. Kendi kurgusunu, kendi polisiye zekâsını yansıtması lazım. O zaman bu türde işler daha fazla yaşar. Ama hakikaten Yargı matematiği alınıp yapılmaya çalışılırsa o zaman çok yol alamayız.

20 yıl oluyor meslek hayatımda, 2004’te İstanbul’a geldik ve 2005’te Gümüş yayına girdi. Ben bu sektörde cesaretli olanların hep kazandığını gördüm. Ezel de bir cesaret örneğiydi; eksik bilgiyi sonradan flashbackli tamamlamak o dönem için cesaret işiydi. Kim özgün ve yeni bir işe cesaret ettiyse onlar dizi tarihine adını yazdırdı.

3. sezon çok dramatik bir konuyla açıldı. 3. sezon kararı alınırken neler hissettiniz? Yeni sezonda da etkisini kaybetmemesi için pek çok parlak fikir buldunuz.

Kayıp çocuk hikâyesiyle başlamak epey riskliydi aslında; Kerem Çatay da başta, “Bu hikâye çok sert değil mi?” diye sormuştu. Ben onu halledeceğim, demiştim. Çocuk kaybı çok sert bir konu, doğru ama orada umutlu bir durum vardı, çocuk yaşıyordu. 2. bölüm finalinde çocuğun yaşadığını da anladık. Dolayısıyla artık çocuğu bulabilecekler mi sorusunu takip ettik. Başka bir şekilde başlasaydık 3. sezonu böyle izletebilir miydik, emin değilim. Mutlaka başka bir hikâye vardır; milyonlarca hikâye var. Ama bulduğum hikâyeler arasında 3. sezonu taşıma ihtimali en yüksek hikâye buydu.

Yıl atlaması da 3. sezon için gerekliydi bence.

Evet, duygular, çatışmalar eskiyor; o karakterler arasında yapılabilecek kavganın ya da yazılabilecek diyaloğun sayısı bile azalıyor çünkü artık tekrara düşmeye başlıyorsun. Yıl atlatırsam hepsini başka yerlere sokarım; Tuğçe’yi polis yaparım, diğerini avukat… Durumların ve konuların değişmesi lazım çünkü. Değiştirmediğinde yazarken bunun benzerini yazdım duygusuna geliyorsun, o duyguyu yaşamamak için pek çok değişiklik şarttı.

Sema Ergenekon

“Yargı çok büyük ses getirdi ve çok büyük bir beklenti var; sürekli ters köşe yapmam lazım. Kısacası herkes 100 metre koşarken benim 200-300 metre koşmam lazım.”

Bence Yargı’da sizi farklı kılan her hafta seyirciyle bir satranç maçına çıkacak şekilde yazmanız. Seyirciyle kendinizi eşitleyerek yazıyorsunuz ve polisiye kurguyu da öyle kuruyorsunuz.

“Seyirciye burnu büyük, üstten bakmıyorsun; onunla oyun arkadaşlığı ediyorsun” gibi yorumlar aldım, sizin de söylediğiniz gibi. Bunu nasıl yaptığımı ben de bilmiyorum. Tamamen içgüdülerle
ya da insanın karakteriyle alakalı bir şey bence. Şimdi seyirciye şunu yapayım, o da böyle hissetsin diye başlamıyorum meseleye. Senaryo oluştururken kendimi seyircinin yerine koyuyorum; ne hissetmek istiyorsam, nasıl algılıyorsam onları dikkate alıyorum. Çünkü yazarken, düşünürken bir referans noktası almak zorundayız. Ekip arkadaşlarımla hikâyeleri konuşurken de bu anlaşılıyor mu ya da burada bu bir çengel atıyor mu diye düşünüyorum. Yani seyircinin algısına inelim ya da onların algısına çıkalım diye düşünmeden tamamen sezgisel ilerliyorum.

Türk tiyatrosunun en önemli isimlerinden biri, rahmetli Sevda Şener tiyatro bölümünde hocamızdı. Bir derste demişti ki, “Eğer masanın altına bomba koyuyorsanız onu göstereceksiniz; sürpriz dediğin azıcık hazırlıklı olur.” İzleyici olarak masanın altında bomba olduğunu bilmiyorsan patladığında anlık bir duygu, heyecan yaratabilir ama bombanın orada olduğunu bildiğinde gerilim daha da artar. Bu sezon Yargı’da masanın altında cesedin olması ve tüm ailenin orada yemek yeme sahnesi gibi. İşte o zaman geriliyorsun. Okulda aldığım, koku gibi üstüme sinen bilgiler var; tarif edemem, formül sunamam ama biliyorum… Ben her zaman anne yemeğine benzetiyorum bunu; bir anne, yemeği yaparken göz kararı koyar malzemeleri ama mükemmel bir yemek olur, onun gibi.

Ben zaten bir bilgiyi alıp içselleştirip dönüştüremiyorsam onu kullanamıyorum; bu çok sakil durdu diye hemen anlıyorum, o yüzden hemen onu ayıklıyorum ya da o bilgiyi içselleştirmeye çalışıyorum.

Yargı’nın çok detaycı, parlak bir izleyici kitlesi var, onlara 3. sezonu sunmak ve aynı keyifle izletmek de ayrıca zorlayıcı bence.

İnanılmaz. Bu kurgu biçimini ben de yazarken öğrendim ve piştim; benimle birlikte onlar da piştiler bence. İlk sezon benim için çok zordu; yani 7.-8. bölüme geldiğimizde hayatımda yaşadığım en zor iki haftayı yaşadım, ki ben öyle bunalıma giren bir insan değilim. Nasıl anlatsam, Yargı çok büyük ses getirdi ve çok büyük bir beklenti var; sürekli ters köşe yapmam lazım. Kısacası herkes 100 metre koşarken benim 200-300 metre koşmam lazım, daha hızlı koşmam lazım, hep önden gitmem lazım. Nasıl devam ettirece-
ğim böyle, diye düşünmeye başladım. Sonra dedim ki Sema bunu yapabilirsin, yapabildiğin yere kadar… Kendine yüklenme diyorum ama bir yandan da yüklenmeye devam ediyorum. O iki hafta geçti, sonra kışın ortasına geldik, Covid nedeniyle ara verildi, orada da çok zordu. Bir şekilde tüm bu zorlukları aştım ilk sezonda.

2. sezonda bunları yaşamadım çünkü ben de öğrendim bu ritmi; polisiye kurguya alıştım. Bu anlamda kaslarım gelişti, aynı zamanda seyircinin de kasları gelişti. Şimdi ben bir şey yapınca, “Aa, kesin o değil, böyle değil şöyle” diye tahmin yürütüyorlar ve doğru da tahmin ediyorlar.

Çok iyi takip ediyorlar gerçekten, bazı diyaloglardan, sahnelerden, Mercan’ın isminden bile pek çok analiz yapıyorlar.

Ben de gerçekten inanamıyorum. Beni de çözdüler, ruhumu çözdüler, röntgenimi çektiler artık. Çok keyif alıyorum bundan.

Yargı ilk bölümünden beri toplumsal sorunlara değindi, sözünü bağırmadan söyledi. Fakat 3. sezonu biraz daha ayırmak isterim. Özellikle şu anki bölümlerde işlenen suçlar, organize, büyük ve örgütlü suçlar. Çok daha sert konulara girdiniz 3. sezonda. Bu arada Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı, dizinin son birkaç bölümdür işlenen ana konusuna dair şikâyette bulundu RTÜK’e.

Öncelikle şu an anlattığımız meselede birkaç gerçek hikâyeyi birleştirdik ve elbette kurgusal olaylar da ekledik. Sonuçta biz belgesel çekmiyoruz, bazı şeyler benziyor olsa da bazı şeylerin benzememesi de lazım. Anlattığımız olaylara benzer iki üç suç örgütünün bulunduğu vakaları okuduk, günlerce tartıştık, gerçek bilgiler de aldık polislerden. Üstüne kurgusal şeyler ekledik, mesela o çocukların doğurtulup satılması, bir doktor ve kliniğinin işin içinde olması gibi fikirler bulduk. Dolayısıyla hikâyenin özgün bir
yapısı var.

Gerçekte yaşanan olaylara benzemesinin de hiçbir sakıncası yok bu arada çünkü hayattan besleniyoruz. Biz burada olmayan bir şeyi uydurup birilerine suç atmıyoruz ki bunlar olmuş, yaşanmış şeyler maalesef.

Polisiye bir dizinin gerçekçi konuları işlemesi kadar doğal bir şey de yok aslında.

Elbette. Onu anlatma, bunu anlatma, ona dokunma, buna dokunma… Böyle bir dünya yok açıkçası. Yabancı dizileri izliyorum, din adamını da anlatıyor, siyasetçiyi de, bürokratı da; hatalarını gösteriyor yani bu çok büyük bir özgürlük. Bizse kısıtlanmış bir alanın içinde bence yine de harikalar yaratıyoruz.

Bu arada böyle şeyler hiç yaşanmayabilir, ben bir yazar olarak hayal ürünü bir hikâye de çıkartabilirim ortaya.

Sonuçta neden bizimle böyle bir savaş verildiğini, dizilerle neden bu kadar uğraşıldığını anlamıyorum. Şu anda Kızıl Goncalar’la da uğraşılıyor mesela.

“Yargı’yı bu sezon bitiriyoruz”

Evet, son birkaç haftadır ülkenin gündemi Kızıl Goncalar. Kızılcık Şerbeti’ne geçen sezon verilen cezalar, Yargı’nın bakanlık tarafından şikâyet edilmesi, Kızıl Goncalar’la ilgili yaşananlar…

Çok uğraşılıyor dizilerle; bir insanın bunu yaratırken, yazarken, çekerken bu tip ihtimalleri düşünmek zorunda kalması tuhaf zaten. Doktor bir hata yapıyor, yazıyorsun, doktorlar böyle değiliz diyor, kapıcı diyorsun, kapıcılar böyle değiliz diyor.

Dünyada ödül törenlerinde biri çıkıp bir şey söylediğinde, açıkça isim vererek birini ya da kurumu eleştirdiğinde alkışlanıyor. Bizde aynı şeyi yaparsan cezalandırılıyorsun. Bir şey demediğinde de eleştiriliyorsun. Ama maalesef o kadar özgür bir ülkede yaşamıyoruz, ben bir şey söylediğimde sadece kendi adıma konuşmuyorum, bir grubun içindeyim, birlikte iş yaptığım insanları da düşünmem gerekiyor.

Özgürce düşünceni ifade etsen ertesi gün linç ediliyorsun. Bunları yaşamak istemiyorum, deli cesaretine de sahip değilim; sözümü, eleştirimi yazdığım dizide dile getiriyorum. Mesela bazı gündemler oluyor, Instagram’dan hiçbir şey paylaşmadığımız için eleştiriliyoruz. Ben orayı yaptığım işlerle ilgili ya da kendimle ilgili şeyler paylaşmak için kullanıyorum. Mesele ettiğim bir konu olursa onu en büyük kitleye, diziyi izleyen büyük kitleye senaryo yoluyla söylüyorum zaten.

Yargı’da 4. sezon ihtimali var mı?

Hayır, yok, bu sezon bitiriyoruz.

Yargı’dan sonra nasıl bir proje yazmayı planlıyorsunuz?

İnsanda şöyle bir şey oluyor, belki de bu biraz kibir ya da ego, bunu da bilmiyorum. Sema bunu yaptın, bu güzel tamam, bundan sonra yaptığın her şeyde bunu tekrarlama ihtimalin yüksek. Gene yapılmamış ne varsa onu bul, yapabiliyorsan onu dene. Çünkü bu kredim de var; bu krediyi doğru kullanmam lazım. Ne güzel, burayı tutturdum, buradan da bir sürü bir şey öğrendim; zaten hukuki dili, polisiye işleyişi biliyorum diye düşünüp benzer işler yapmak istemem. Yeni bir şey denemek istiyorum.

Yine de dijitale birer saatlik 8 bölüm yazdığınız bir polisiye dizi izlemeyi çok isterdim. Orada çok daha farklı denemeler yapabilirsiniz.

Dijitale yazmak istiyorum. (Masadaki notları, defterleri gösteriyor) Burada onlarca farklı hikâye, yapmayı düşündüğüm şeyler var. Polisiyede bence bir şeyi yazıp ona hâkim olmak, tamamına kuş bakışı bakmak çok önemli ve bu beni çok heyecanlandırıyor. Bir hikâye buldun, 8 bölüme ayırdın, baktın, onu oraya, bunu buraya aldın; kurguyu daha da sağlamlaştırmak için değiştirdin, ekledin, çıkardın, tekrar bütününe baktın… Bu anlamda ben dijital için yazacağım polisiyede Yargı’da yaptığımın on katını yapabilme şansına sahibim. Aslında dijitale yazmak gibi büyük bir hevesim yok, dijitali daha havalı bulan ya da onu daha başka bir yere koyan yazarlardan değilim. Ama polisiye bir işi, başı, sonu ve tüm kurgusu yazılmış halde görmek, bu olanakla çalışmak ve bunu yaşamak istiyorum. O yüzden yapacağım.

Dijitale yazmak istediğim bir de kadın hikâyesi var, dört bölümden oluşan. Onun da anlatım dili farklı. Aslında birbirini tekrar eden binlerce hikâyeden oluşuyor tüm diziler ama anlatım dilini, kurgu biçimini değiştirdiğinde o bambaşka bir şey oluyor; lezzeti, biçimi değişiyor. Ben galiba kafayı en çok anlatım diline taktığım için farklı şeyler yapmayı düşünüyorum.

Televizyona da yapmak istediğim üç seçenek var; hangisini yapacağım bilmiyorum. Onların da anlatım dilini farklı yapmak istiyorum, yapılmamış bir şey yapmak istiyorum. Yani kazandığım bu krediyi doğru şekilde kullanmalıyım diye düşünüyorum.

Hepimizin de biraz farklı yolları denememiz gerektiğine inanıyorum. Yargı’nın formülünü birebir uygulayıp kopya işler çıkartacağımıza farklı, özgün, heyecan verici işler yapmamız doğru olur. Zaten Yargı kopyalandığında da o işin tutacağını sanmıyorum, bir şeyi yaşatırken öldürmemek lazım. Polisiye hâlâ riskli bir tür olarak görüldüğü için, Yargı tuttu, tutan işin formülünden yürüyelim deniyor sektörde ama bunu kabul etmemek lazım. Direnç göstermeliyiz. Direnç gösterdiğimizde zaten ya başarıyoruz ya da devriliyoruz. Devrilirsek de en azından gururumuzla devriliriz.

Son dönemde izlediğiniz ve çok beğendiğiniz bir dizi var mı?

Criminal adlı bir sorgu dizisi var; geçenlerde ikinci sezondan bir bölüm izledim, çok etkilendim. Çok yaratıcı. Tek bir sorgu odasında geçiyor, başka mekân yok; sorgu odası, sorgu odasını izleme odası ya da koridor var sadece. Bu kadar sınırlı bir alanda o duyguyu, o merakı nasıl başarılı geçiriyor izleyiciye. Criminal’i ders alır gibi izliyorum. Son zamanlarda en büyük hayranlık duyduğum polisiye dizi. Ama onun dışında da HBO’nun neredeyse tüm işlerini izliyorum, Nordik polisiyeleri de çok seviyorum.

Özlem Özdemir tarafından yapılan bu Sema Ergenekon röportajı, Episode’un 53. sayısında yayımlanmıştır.

Özlem Özdemir

1984 doğumlu. İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü mezunu, aynı bölümde yüksek lisans yaparken eğitim yayıncılığı alanında çalışmaya başladı, iki yıl sonra kültür yayıncılığı alanına geçti. Bilim ve Gelecek dergisinde Yazı İşleri Müdürü, Esen Kitap'ta Genel Yayın Yönetmeni olarak çalıştı. SoL gazetesinin bilim eki BilimsoL'a ve kitap ekine katkı sundu. Mylos Yayın Grubu'nun kurucularından. Episode ve 221B'nin yayın yönetmeni.

Related post