‘The Patient’ – Ömür Tanyel

 ‘The Patient’ – Ömür Tanyel

Son günlerde pek çok seri katilin hayat hikâyesi dizi, film ya da belgesel olarak seyirciyle buluştu. Onların ne derece psikopat olduklarının yanı sıra dışarıdan gözüken mütevazı ve sakin halleri de izleyenleri şaşırttı. Peki, iç dünyalarında esen fırtınayı dış ortamlarda ustalıkla kamufle edebilen bu kişiler psikolojik durumlarının farkında olup da tedavi çabasına girerlerse ne olur? Disney+’da yayınlanan The Patient (Hasta) buradan yola çıkarak seri sayılabilecek bir katilin psikiyatristiyle ilişkisine kamerayı çeviriyor.

Sam’in (Domhnall Gleeson) Psikiyatrist Dr. Alan Strauss (Steve Carell) ile olan psikoterapi seanslarıyla diziye başlangıç yapıyoruz. Alan’ın eşini yakın zamanda kaybettiğini ve bunun travmasını halen taşıdığını görüyor ama hayata tutunma çabasına da şahit oluyoruz. Her şeyi unutmaya çalışarak mesleğini devam ettirmesi de bunun bir göstergesi. Başlarda çok da enteresan bir hasta olmayan Sam’in göze çarpan özelliğiyse seanslar esnasında bile güneş gözlüğünü çıkarmamasıdır. Alan onun iç dünyasına girmeye çalıştıkça Sam buradaki duvarı istemeden de olsa daha da sağlamlaştırmaktadır. Seans sonunda Alan’ın ona kendini daha fazla açamazsa yardımcı olamayacağını belirtmesi üzerine Sam formülü bulur. Doktoru kaçırır ve evinin bodrum katında yatağa zincirler. Böylece terapi daha sık ve yakın olarak devam edebilecektir.

Alan’ın ilk şoku atlatması sonrası içinde bulunduğu durum, mesleğini yapmaya devam etmesi veya stratejik düşünerek oradan kaçabilmeyi sağlaması ikilemine dönüşür. Zira ilk görüşmelerinde sadece “sorunlu” gördüğü Sam’in aslında kafasını bozan kişileri rahatlıkla öldüren biri olduğunu öğrenir. Alan gerçekten doktorun ofisinden çıkıp kendi ortamına geldikten sonra açılabilmiş ve artık sorununa çözüm bekler hale gelmiştir. Alan her ne kadar başlarda bu şekilde bir psikoterapi olamayacağını söylese de karşısındakinin kafasını bozanlardan olmak riskli olacağı için düşüncesini kendine saklamaya karar verir. Artık psikoterapi her ne kadar onun için sağ kalmak için bir koz olsa da Sam’in tedavi beklentisi de yabana atılacak gibi değildir.

The Patient

Bahçeye açılan sürgülü cam kapı dışında dış dünyayla irtibatı olmayan bodrum, dizinin ana mekânıdır. Sam, Alan’ın yemesi için sürekli olarak dünya mutfaklarından fast food örnekleri getirir. Bu, bir yerde de onun işine ait göndermedir. Çünkü o, belediyede restoranların denetlendiği birimde çalışmaktadır. Oradaki hassas çalışmasının bir benzerini Alan’dan istemek de hakkıdır. Bir süre sonra denetlediği bir işyerinde ona ters davranan kişiyi Alan’a anlattıktan sonra kini canlanır ve onu yakalayarak öldürmek için bodruma getirir. Artık arada bir kapı olsa da Alan için konuşacak biri vardır. Ama evde sadece o yoktur. Sam’in annesi de üst katta yaşamakta ve aslında oğlunun yaptıklarını bilmektedir. Yeni gelen misafirin hayatı, Alan’a ve bir yerde de Sam’in annesine bağlıdır.

İçinde bulunduğu kaotik durum Alan’ın kendi hayatını sorgulamasına da neden olur. Ölmüş eşi ve oğlu Ezra (Andrew Leeds) ile arası, Yahudiliğin koyu bir mezhebini tercih ettiği için bozulmuştur. Birbirlerini anlamadıkları düşüncesi, kendisinin Sam ile olan ilişkisini andırır. Sam’in annesinin olaylar karşısındaki pasif durumu da aile ve din arasındaki tercihlerde karşılaştırma yapmamızı sağlar. Tüm bu süreçte esareti zaman zaman ona Auschwitz kampını hatırlatır. Holokost’tan kurtulan Yahudi nörolog ve psikiyatr Viktor Emil Frankl’ın düşüncelerine yapılan göndermeler bir yandan da Sam’a verilen öneri (ya da terapinin parçası) gibidir. Çünkü yaşamın anlamını bulabilmek için öncelikle bir amaç olması gerektiğini söyleyen Frankl’a göre acının vazgeçilmez olduğu durumlarda acının da bir anlamı olabileceği gerçeği kaçınılmazdır. Bunu dizide de anılan, 1946’da yayımlanan İnsanın Anlam Arayışı kitabında detaylarıyla açıklamıştır.

Alan’ın iç konuşmalarını ya da kendisiyle hesaplaşmalarını da varsayımsal olarak kulede bir odada gerçekleştirdiğini görürüz. Karşısındaki hayali kişi kendi psikoterapisti ya da mentörüdür. Ona ne yapması ya da ne yapmaması gerektiğini söylemez ama onu dikkatlice dinleyerek atacağı her adım konusunda alternatifleri ona hatırlatır. Kaçmak için uygulayacağı planların başarısız olması halinde başına gelebilecekler, Alan’ın kurtulmak için saldırgan adımlar atmasının önünü keser. Bu odada sadece iç hesaplaşmalarını yapmaz. Bunun yanında “her tercih bir vazgeçiştir” sözündeki tercihlerin ve vazgeçtikleri noktaların belirginleştirilmesi sağlanır.

The Patient

Ancak terapide ilerleme sağlanamadığını düşünmesi üzerine Sam bir süre sonra başka bir psikiyatristle irtibata geçer. Onun tedavi sürecine girmesi artık Alan ile işinin biteceği anlamına gelir. Bunun da Alan’ın serbest kalmasına değil, ortadan kalkmasına yol açacağı aşikârdır. Artık Alan son kozlarını oynar ve terapi sürecinin bir parçasıymışçasına Sam’e eski eşini eve davet ettirir. Sesini duyurabilecek biri olursa kurtulma şansı bulacaktır. Bu arada baştan beri yatağa sürterek keskinleştirdiği (ya da keskinleştiğini sandığı) ayak merheminin tüpü de tek silahı olarak yanındadır.

The Patient, bir hastanın tedavi arayışının patolojik yanını ortaya koyan başarılı bir yapım. Sam’in dizi boyunca izlenen donuk ve robotsu hareketleri soğukkanlı seri katil profiline uyuyor. Ama bir yandan da onu anlamaya çalışmamıza yol açıyor. Öldürdüğü kişilerin cüzdanlarını onlardan hatıra olarak saklamasıysa klasik Amerikan seri katil öykülerine bir gönderme taşıyor. Nihayetinde hikâye baba-oğul ilişkisindeki psikolojik çözümlemelere doğru yol alırken bir yandan da “terzi kendi söküğünü dikemez” misali Alan’ın kendi oğluyla düzeltemediği ilişkiye tanık oluyoruz.

The Americans dizisiyle ses getiren Joel Fields ve Joseph Weisberg ikilisi bu dizinin de yaratıcıları. Klasik dizi yapılarından farklı bir şekilde çoğu bölümü 20-30 dakikalık sürelere sahip. Stephen King’in eserinden 1990’da uyarlanan The Misery filmiyle benzerlikler taşısa da The Paitent’ta şiddet dolu sahneleri çok daha az görüyoruz. Daha çok insan psikolojisini, iç hesaplaşmaları ve işini kullanarak kurtulma çabalarına tanık oluyoruz.

Neticede hasta iyileşecek mi, doktor kurtulacak mı soruları son bölüme dek netleşmiyor ve dramatik bir gerginlikle seyirciyi kendi başına bırakıyor. The Office adlı, dönemin çok ses getiren komedi dizisiyle tanınan Steve Carrell’in hırkası ve sakalıyla çizdiği olgun, deneyimli ama endişeli psikiyatrist rolü oldukça etkileyici. İyi seyirler.

Bu yazı, Episode’un 47. sayısında yayımlanmıştır.

Editör

Aralık 2016'da yayın hayatına başladı. Spinoff'u, prequel'i, sequel'i, remake'i, eşi benzeri muadili olmayan, Türkiye'nin tek DİZİ KÜLTÜRÜ dergisi ve web platformu...

Related post

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir