Uğur Yücel: “Sahnede Ölmek İstiyorum Diyecek En Son İnsanım”
Sanatın hemen her alanında varlık göstermiş, yer aldığı her işe imzasını atmış bir isim Uğur Yücel. Aziz Ahmet’ten Karanlıkta Koşanlar’a, Alacakaranlık’tan Hırsız-Polis’e, sinemada Yazı-Tura’dan Ejder Kapanı’na kimi zaman hayata hep iyi tarafından bakan, etrafını derleyip toparlayan bir aile babası, kimi zaman kanın, karanlığın içinde ayakta kalmaya çalışan bir polis, kimi zamansa kamera arkasında bile olsa orada olduğunu çok iyi hissettiren bir yönetmen ve senarist.
Bu sezonun ve dizi tarihinin en sıradışı işlerinden İçerde’ye sonradan giren ama Kudret Sönmez Tek karakteriyle bir oyunculuk ziyafeti yaşatan Uğur Yücel, İçerde’nin hemen ardından konuğumuz oldu. Sadece dizileri değil sinemayı, edebiyatı, Kuzguncuk’u, geçmişi ve bugünü konuştuk. (Röp: Koray Sarıdoğan)
Yerli polisiye tarihimizde en çok rol alan oyunculardan birisiniz ve son zamanların güzide işlerinden İçerde’de sizi görme şansımız oldu. Nasıl gitti İçerde? Oyunculuk geçmişinizde nerede duruyor?
Doğrusu polisiye meraklısı hiç olmadım ancak ne ilginç ki polisiye beni bırakmadı. İçerde’yi iyi hatırlayacağım. Eğlendiğim bir rol oldu. Karakteri sevdim. Yer yer çok lezzetli anlar yakaladım.
Buradan bakınca her şey yolunda gözüküyor tabii ama kadroya sonradan dahil olmakta zorlandınız mı?
Uzun yıllar hep aynı ekiplerle çalıştım. Çoğu benim yanımda çıkmaydı çocukların. Ona özen gösteririm. Çünkü nerede, ne zaman, ne istediğinizin kokusunu bilen bir kadro oluşuyor. Kolaylaştırıyor bu işi. İçerde’de pek tanıdığım yoktu. İlk günler etraftan fark edilecek kadar tedirgindim; ama birkaç bölümde ısındım.
İçerde; konu, kurgu ve senaryo itibarıyla farklı bir yerde. Bir yanda da, “yerli dizi izleyicisi komplike kurguyu, ters köşeleri sevmez,” diyen bir güruh var. Nasıl yorumluyorsunuz bunu?
Belki bu senenin sürpriz işidir bu. Sanırım yapımcılar da pek beklemiyordu böyle bir reytingi. Yeni düşünceler getiriyor bu ilgi. Ana kanallardan çok, platform işi gibi etkisi var ama totalde de AB’de de uzun zaman birinci çıktı. Özellikle AB. O zaman cesurca düşünmek lazım dedirtiyor. Ancak casting faktörünü unutmamak lazım. Çok isabetli bir rol dağılımı yapmışlar. Yönetmenler iyi, kurgu çok iyi. Yazarlar da sağlam. E, o zaman geliyor işte seyirci.
Her ikisi de ilk kez bu tür bir projede yer alan iki genç oyuncuyla çalıştınız. Çağatay Ulusoy ve Aras Bulut İynemli’yi nasıl buluyorsunuz?
Takdirle karşıladım. Her ikisi de gönüllerini, ruhlarını koyuyorlar işe. İyi, efendi, ciddi gençler. Sette bir amatör oyuncu gibi, yıldız havalarından uzak, sadece işlerine konsantre davranıyorlar. Umut verici bu, genç nesil için. Bu kadar ilgiye, alkışa karşılık sessiz sedasız, rolleriyle yatıp kalkıyorlar. Bravo evlatlara.
Siz ve Çetin Tekindor; farklı zamanlarda aynı karakteri canlandırmış oyuncularsınız: Ahmet Ümit’in yarattığı Başkomser Nevzat. Aranızda bunun konusu geçti mi hiç?
Hiç konuşmadık böyle bir konu. Hatta ben Çetin Bey’in Nevzat oynadığını bile bilmiyordum.
Polisiye türündekiler, en çok konuşulan işlerinizden oldu. Özellikle yerli dizi tarihini konuştukça herkesin dilinden bir Karanlıkta Koşanlar çıkıyor ki geçtiğimiz aylarda açıp tek tek tüm bölümlerini izledim tekrar. Kardeş dergimiz, polisiye dergi 221B’nin sosyal medya hesaplarında diziyi konuşurken Ahmet Ümit de ,“yükün çoğu Uğur Yücel’in sırtındaydı,” demişti. O dönemi, dizinin arka planındaki çalışmayı anlatabilir misiniz biraz?
E, senaryo yazıyordum, oynuyor ve yönetiyordum. Bu ağır yüktü tabii ki. Delilik bir nevi. Benim sevdiğim ender işlerdendir. TRT’den istemişlerdi bir dizi. Böylesi bir hikâye geldi aklıma. Ahmet Ümit ve Defne Kayalar’la geliştirdik hikâyeleri, bölümleri. Çok zevkle, heyecanla çalıştık. Hakikaten çok güzel sahneler vardır. Hele o dönemi hatırlarsak; jeneriğinden müziğine, diyaloglarına kadar yeni bir işti. Ne güzel ki hayatımın en anlamlı tepkilerini aldım. Edebiyatçılardan sinemacılara övgüler yağdırdılar. Mutlulukla anıyorum.
Bugün yeni imkânlarla Karanlıkta Koşanlar’ın yeniden çekilmesini düşünür müsünüz? aklınızda başka bir kitap veya eski yapımın uyarlaması var mı?
Karanlıkta Koşanlar iyi film olurmuş aslında. Arada aklıma geliyor. Alacakaranlık da filmlik iş bir yandan. Ama bizim seyirci karanlık, loş işleri sevmiyor pek. Kendi kahramanının katil çıkmasını da benimsemiyor.
Geçen sene bir polisiye kitaba oturdum. Başladım, yürüyordu da sonra içim karardı. Cinayetler, kan, ölüm planlamak iyi gelmedi. Dosyayı kapattım; ama masa üstünde arada göz kırpıyor.
Peki, hep aklınızda olan, “Şu kitabın/filmin dizisini çeksek veya filmini yeniden uyarlasak” gibi fikirler var mı?
E, bunu bulmak çok zor. Hele ticari bir sahada bambaşka şartlar var. Benim düşündüklerimin, şimdilik ana akım sinemada yeri yok. Genç yazar arkadaşlarla çalışıyorum. Proje üretiyor, onlara yardımcı oluyorum.
Aile dizilerinde, komedilerde de bambaşka karakterleri rahatça giyebiliyorsunuz ama polisiyelerde, karanlık işlerde, deyim yerindeyse suya sabuna dokunan, sert rolleri daha sıkı giyiyor gibisiniz. Nasıl oluyor bu?
Haklısınız. Seyirci tonton dedecik ya da zor durumdaki komiktense sert rollerimi daha çok seviyor. İç aksiyonu düşük, belli çizgilerde ekonomik oyunlardan çok, gergin, tehditkâr, içi kalabalık kişiliği daha çok görmek istiyor. “Hah, işte bunu bekliyorduk!” diyorlar.
Daha önce de söylenmiştir; sizin oyunculuk tarzınız büyük laflar edip şaşaaya kaçmadan, “doğal olanın çarpıcılığı” üzerine kurulmuş gibi. Günlük vurgularla konuşarak bile en sert mesajı verebiliyorsunuz. (Alacakaranlık’taki meşhur “kebabımı yerim” sahnesi örneğin) Buna karşılık genç oyunculardaki “rol kesen” tavrı nasıl buluyorsunuz?
Evet, Alacakaranlık’taki Tahir Kemal en rahat oynadığım karakterdi. Uç noktaları vardı. Birinin beynine sıkıp masaya kanlar akarken karşısında kebap yiyebilecek psikopat kafa, bir sahne sonra küçük kızını severken ağlamanın kıyısında duruyordu. Bu, seyredene tedirgin bir özdeşleşme ya da şaşkınlık veriyordu. Güzel zamanlardı.
Ben gençleri iyi buluyorum çoğunlukla. Gerçi iyi bulduklarımın çoğu da karta kaçtı ama tiyatroda çok yetenek izledim son zamanlarda.
Genç oyuncular demişken, özellikle dizi dünyasında son dönemde dikkatinizi çeken genç oyuncular kimler?
Şuna özen gösteriyorum, etrafta konuşmak yerine gidip kendine söylüyorum. İsim saymaya kalkınca birini atlamış olmak istemem. 40 yıl önce Şener Abi, beni Tef Kabare Tiyatrosu’nda seyrettiğinde bütün genç oyuncuları kutladı ama beni bir kenara çekip çok güzel şeyler söyledi. Heyecan verici sözlerdi. Böylesi daha değerli.
Ben de eski bir Kuzguncuk sakini olarak Kuzguncuk’la gönül ve yaşam bağınızı biliyorum. Öykü kitabınız “Yağmur Kesiği” de mekân olarak orayı alıyordu. Bu aralar nasıl Kuzguncuk’la bağınız; semte veya İsmet Baba’ya mesela, yolunuz düşüyor mu, geçirdiği değişimden memnun musunuz?
Orası biraz kabristan hissi veriyor bana. Kederleniyorum. Neredeyse sülale denecek sayıda büyüklerim Nakkaştepe Mezarlığı’nda. Gittiğimde her köşeden biri çıkıyormuş gibi oluyor. Kendi çocukluğum koşturuyor sokaklarda. Ama İsmet Baba’ya hâlâ sıklıkla gidiyorum. Köyün bir müziği, sineması var içimde. Sanırım ölmeden bir film çekerim köyümde.
“Yağmur Kesiği”nden bahsetmişken, bir edebiyatçı olarak çok güçlü bir kitap olduğunu söylemek isterim naçizane. kitapla ilgili nasıl yorumlar aldınız?
Evet, özellikle değer verdiğim okur- yazar arkadaşlardan yorum aldım. Buna rağmen garip bir adamım. Anlamlandıramıyorum kendimi. Hiç yazasım yok mesela yeni bir kitap. Müzikle de öyle ilişkim. Eğer müzisyen olarak sürdürseydim hayatı belki daha mutlu olurdum; aman, bilmiyorum işte. Bir yerde okumuştum: “Yetersizlik gösterdiğin seviyeye kadar yükseldin.” İşte benden bu kadarmış, demek için bir on senem daha var galiba.
Her işiniz, ders almak isteyene kitap niteliğinde elbette; ama kameranın önünde ve arkasında edindiğiniz tecrübeleri gençlerle paylaşma isteği duyuyor musunuz hiç? Bir kurumda ders vermek, bir kitap yazmak mesela?
Akademisyenlik, hocalık bambaşka bir alan. Ben öyle, onu da bunu da yaparım adamı değilim. Ama Bilgi Üniversitesi’nin sahiplerine sinema bölümü açmalarını önermiştim. Açtılar yıllar önce. Bana da, “Haydi bakalım açtık bölümü, gel ders ver,” dediler. Gittim birkaç sömestr ders verdim. Ders demeyeyim, bilgi aktarımı daha doğru. Ciddiye aldım işi. Set anıları anlatmadım. Çocukların suyunu bulandırıp sinemaya, kuramlara, rejiye, kameraya, oyunculuğa değindim. Bu zor bir uğraş. Her dersin sonu yeni düşünceler, anlamlar üretmeli ki bir şeye yarasın.
Neşet Ertaş biyografisi çekecektiniz. Ne aşamada?
Birkaç pürüz çıktı. Zamanla hallolacağını düşünüyorum. Dosya masa üstünde, senaryo yarılandı.
Hayranı olduğum oyuncuların yaş dönemleri arasındaki değişim beni hep şaşırtır. Sözgelimi Badi Ekrem’i oynayan ve Eşkıya’daki Şener Şen’in aynı adam olması çok hayranlık verici. Aynı durum Eşkıya’daki, Alacakaranlık’taki ve Ejder Kapanı’ndaki Uğur Yücel için de geçerli sözgelimi. Böyle baktığınızda gerek oyunculuğunuz, gerek yaşamınız açısından geçmişten bugüne geldiğiniz yeri nasıl görüyorsunuz?
Yine anlamlandıramadığım bir konu da bu. Dehaların içgüdülerinde tamamlayıcı olmak var. Bir görevle hayata geldiklerini düşünüyor çoğu. Bir tür dindarlık. Yani kendini vermek. Adamak bir mesleğe. Birincisi deha değilim, ikincisi kendimi hiçbir şeye adayamıyorum. Çocuğuma olan sevgimden daha güçlü bir duygum yok mesela. Sahnede, sette ölmek istiyorum diyebilecek en son insanım herhalde. Dolayısıyla kaçmak, yok olmak ve gitmek; ama hemen ve şimdi. Şunu biliyorum ki hiçbir şeyi tamamlayamayacağım.
Olgunlaşmak mesleki heyecanı yok ediyor mu yoksa daha da heyecanlı mı kılıyor?
Olgunlaşmadım ben. İdrak edemiyorum böyle bir duyguyu. Hâlâ oynayacak olmak bana endişe veriyor. Yine burada, nasıl olması gerektiğini bilen ama yapamayan biri var. Başka oyunculara nasıl yapmaları gerektiğini anlatıyorum. Ama kendime anlatamıyorum.
Sinema ve TV kültürü/sektörü açısından geçmişe dair neleri özlüyorsunuz?
Heyecan verici. Daktiloyla yazmakla bilgisayar başında olmak kadar farklı. Daktiloyla yazmayı tercih edenlerden değilim. Özlüyorum daktilo başında olmayı. Taş plak dinlemek gibi. Fakat hem yazıda, hem sinema ve müzikte, işte grafik tasarımdan her alana masa başında sihirli bir makinenin başında olağünüstü hayaller yaratma imkânı var. Sonsuzluk ve devrim.
Seksenler, özellikle doksanlardaki diziler o zamanki konjonktüre göre “dünya standardında” değildi ama nitelikli oyunculardan ve yapım ekibinden oluşan kadrolar, iyi senaryolar ve özellikle kısa bölüm süreleri birleşince bugüne klasikleşen, kültleşen yapımlar bırakabildiler. Bugün çok daha iyi imkânlarla diziler yapılırken birkaç istisna dışında, sözgelimi bir Süper Baba, bir İkinci Bahar gibi işleri neden çıkaramadık Veya çıkardık mı?
Hayat değişti artık. Ertem Eğilmez ve Arzu Film, Yavuz Turgul’un o zamanki bakışı kalmadı. O diziler Bizim Aile uzantısı. Öyle aile yapısı, mahalleler kalmadı. Sokakta oynayan çocuklar dünyası yok… 2 yaşında çocuk nete giriyor artık cepten. Naif kalıyor şimdi. Çocuk resimleri gibi.
Sizce sektörde, dizilerin “dışarı satılacak birer ürün” olarak görülmesi durumu devam ediyor mu hâlâ?
O mutlaka kollanıyor. Hatta dışarı satmak çok büyük bir ticaret.
Peki, mevcut durumda yerli dizi sektörünün en büyük sorunu ne sizce?
Dizi süreleri. Hem devlette hem sektörün içinde olanlar çabalıyor; çalışma süreleriymiş, sigortaymış, şuymuş, buymuş. Dikkatlerini başka yere veriyorlar. Sorun sürede. Kanal 150-180 dakika istiyorsa yapımcı da ona göre yazdırıyor bölümleri. Büyük prodüksiyonlar iki ekip çalışıyorlar. 180 dakika Amerika’da dört bölüm. Kardeşim, tek bir şey var yapılacak. 60-70 dakika maksimum olmalı dizi. Dört iş gününde çekersin. Herkes medeni bir çalışmadan sonra evlerine gider. Üç gün de tatil yaparlar. O zaman tüm çalışanlar mutlu olacak. Her şey tıkır tıkır yüreyecek.
Seyirci bunuyor ekran karşısında. Çoğu dizi bitmeden horlamaya başlıyor. Bu kadar basit. En büyük sorun süre. Böyle bir uygulama dünyanın hiçbir ülkesinde yok. Dizi sürelerinde dünya birinciliğini kaptırmak istemiyoruz herhalde. Çok sayıda dizi var; ama nitelik çok az. Sinemadaysa yetenekli gençler geliyor. Oyuncu kalitesi arttı. Yine her ülkede olduğu gibi bizde de senaryo sorunu var. Sonuçta kaygı duymuyorum ama.
Daha küresel anlamda sormak isterim; usta oyuncular gibi yönetmenler de dizi sektörüne yöneliyor veya yeni filmlerini dijital TV platformlarından yayınlıyor. Klasikleşen filmler diziye uyarlanıyor. Eskiden “çerezlik” görülen diziler artık daha ciddiye alınıyor. Sizce bunlar ümit verici gelişmeler mi yoksa sinema sanatı için kaygı mı duymak gerekiyor?
Muazzam bir gelişme. On yıl içinde kanal kalmayabilir. Platforma döner herkes. Bu gelişme bunun göstergesi kanımca. Mecra başka alana kayıyor yavaştan.
Geçmişte politik eleştiri noktasında da beyanları olan bir sanatçı olarak Türkiye’nin politik iklimini nasıl değerlendirirsiniz? Yaşadığımız/yaşamakta olduğumuz değişimler sanatınızı ve hayatınızı nasıl etkiledi?
Hevesim kaçık. Bir boşluk içindeyim, coşkumu kaybettim. Neyse!
Batı, şarkı yok saydı önce; şimdi şark, batıyı yok sayıyor. Bugünün dünyasında anlaşılmaz bir çatışma gibi görünse de sosyal hayatımızı açıklayan bir oluşum. Kendi gibi olmayanın, düşünmeyenin düşman olarak anılmayacağı bir ülke diliyorum her iki tarafa da.
Böyle dönemlerde nitelikli üretime devam etmek mümkün mü sizce? Zor zamanlar daha iyi işler getirir mi?
Otosansür uyguluyorsun, özellikle dizilerde. Hayal gücü daralıyor. Seçilen reyting deneklerine göre düşünmek zorunda kalıyorsun. Alan daralıyor.
Peki, tamamen politik dinamikler üzerine bir dizi veya film çekmeyi düşündünüz mü hiç?
Yazı-Tura politik söylemi olan savaş karşıtı bir filmdi.
Yerli ve yabancı dizilerle aranız nasıl? Son dönemde neler izliyorsunuz veya eskiden beri iz bırakmış hangi dizileri sayarsınız? Özellikle yerli dizilerde son dönemde “oyun değiştirici” gibi gördüğünüz hangi işleri sayarsınız?
Yerli dizileri kimi dikkatimi çeken ilk bölümler ya da tavsiyelerle birkaç bölüm izliyorum. Yabancı diziler ilgimi çekiyor. Mesela Amerikan dizileri, sinemalarından çok daha ileride artık.
Birlikte hiç çalışmadığınız yönetmen veya senaristlerden kimlerin işlerini çok beğeniyorsunuz?
Bunu da kendilerine söylüyorum. Çalışma dileğim yok. İyi işlerini takdir ediyorum sadece.